Pekiyi, sormazlar mı bu sefil manzara karşısında adama, nihai hedef böyle bir ortama ulaşmak idiyse, o hâlde üç kuşak neden onca zaman akıl almaz boyutlarda acılar yaşadı, çileler çekti? Bıraksaydınız o zaman bizleri ta 1930'lardan itibaren bir başımıza, hepimiz “muasır medeniyetin itaatkâr temsilcileri” olup, en azından şu dünyada huzurla kafamızı dinleseydik!
Yaygın bir konsensusla “İslâmî câmiâ” olarak adlandırdığımız toplumsal/ideolojik çevrenin gençlik kuşağı; söz konusu kesimdeki muhataplarımız ister üniversite sınavlarına hazırlanan yeniyetmeler olsun, isterse de televizyonlara çıkıp akranlarına afili laflar eden, yaşından erken palazlanmış “şöhretli münevverler”, benim yeryüzünde 42 yıl, 510 ay, 2219 hafta ya da 15 bin 536 gündür sürüp giden varlık serüvenim boyunca tanık olduğum en “perişan” dönemini yaşıyor.
İnsanda ilk fırsatta başka bir gezegene kaçıp gitme isteği uyandıran dehşetengiz bir nihilizm, bazen bunun tam karşıtı olarak aynı düzeyde bir hedonizm, “karşı mahalle”ye yönelik ölçüsüz bir hayranlık ve özenti, o taraflardan gelebilecek en küçük bir takdir cümlesi için bile (taşra kentlerini dolaşan sirk cambazları gibi) orta yerde ardarda taklalar atma psikolojisi, bilhassa son 7-8 yıldır gemi iyice azıya almış durumda…
Aslına bakarsanız, genç kuşaktaki bu “bilinç gerilemesi”nin çok da şaşırılacak bir tarafı yok. Determinizm yasaları (ya da aynı şeyi İslâmî terminolojiyle söylersek, “âdetullah”) gereği, beklenen ve olması gereken şeyler oluyor.
Kitleler, özellikle de genç kitleler, kendilerine olumlu yönde istikamet verecek kanaat önderlerinden mahrum kaldıklarında, tarih boyunca hep aynı durum cereyan edegelmiştir. “Godot'yu bekler” gibi gözledikleri ufukta onlara yol gösterecek saygın liderler, imân ve vicdan sahibi kültür-sanat insanları belirmeyince, kendi başlarına bir çıkış yolu bulabilmek umuduyla “serseri mayın” gibi sağa-sola savrulur genç kızlar ve erkekler…
Bu bakımdan, alabildiğine dünyevîleşen kimi kapitalist tarikatlara yeni müşteriler bulabilmek için türetilmiş riyâkâr versiyonuyla değilse bile, (kudretli bir liderin bilgiye ve bilince yönelik susuzluğu giderecek yol göstericiliğinin olmadığı kurak bir çölü tanımlar mahiyetteki) “Mürşidi olmayanın mürşidi Şeytan'dır” sözünü çok doğru kabul ediyorum.
Bizden önceki kuşaklar, ister sosyalist, ister ülkücü-milliyetçi, isterse de İslâmcı olsunlar, bizlere göre çok daha şanslıydılar. Çünkü, onlar, tartışmaya açık tarafları bir yana, sözlerine kulak verilesi adamların ve kadınların dizlerinin dibinde büyüdüler. Her hafta, matbaadan çıkıp gazete bayilerine dağıtılmasını iple çektikleri idealist dergileri ve gazeteleri vardı bu ağabeylerimizin, ablalarımızın… Kendilerine mürşit belledikleri kişiler, “telif ücreti”nin lafını bile etmeksizin Anadolu'nun her tarafını karış karış gezip, en ücrâ köşelerde gırtlakları parçalanırcasına anlatıyorlardı “dâvâ”larını…
Bakın bakalım bugünün İslâmî kesimine; Üstad Necip Fazıl'ın efsanevî “Büyük Doğu”sunun piyasaya çıkan her yeni sayısının yarattığı heyecan dalgasını ikame edecek herhangi bir yayın organı görebiliyor musunuz? Ya da ortalıklarda Said Nursî'nin risalelerindeki ilmî derinliğe, mânâya, “kitleleri uyandırma kapasitesi”ne denk tutulabilecek türden bilgece bir mesaj dolaşıyor mu? Tutunduğumuz son dallardan biri olan Sezai Karakoç bile eskisinden daha az konuşur ve yazar oldu; çünkü o da bu toplumun bugünkü acıklı ahval ve şeraiti karşısında, söyleyecekleri ve yazacaklarının düz duvara toslayıp geri döneceğini iyi biliyor.
“Başsızlık” tehlikesi, ben kırklarıma doğru ilerlerken kendisini adım adım hissettirmeye başlamıştı. Bugün ise artık aynı tehlike İslâmcı gençliğin bilincinin her gün pırasa gibi doğranıp sistemin kazanlarına atılmasına yol açan trajik bir boyuta ulaşmış durumda…
“Kitlesel yozlaşma” konusunu her dile getirişimde, “Niyekine? Zaten çok muhterem bir mürşidimiz var ki bizim? Filanca mübarek abiye bağlıyız, falanca partiye de oy veriyoruz, yetmez mi?” diyerek er meydanına bodoslama atlayanlara sadece acı acı gülebiliyorum. Çünkü benim kastettiğim “baş”, ülkenin günlük siyasî çekişmelerindeki (takım tutar gibi) taraf tutuşlar ya da oy sandığının başında mevcut kamplardan birine sorgulamadan dahil olma anlamındaki yüzeysel bir bağlılık değil. Ondan çok daha ötelerde, daha kalıcı, ruhu daha pişirici ve özgürleştirici bir aidiyetin derdinde hâlâ kalbim… Ve günümüzün siyasî/edebî/felsefî arenasında da bu kalibrede bilgeler artık yok…
Sadece İslâmî hareketin değil, onlar her ne derse desin kendilerini kendime her zaman “kardeş” saydığım, aramızdaki ideolojik farklılıkları birer “teferruat”tan ibaret gördüğüm (ki Üstad Necip Fazıl da her zaman böyle görmeyi yeğlemişti) “ülkücü-milliyetçi gençlik” de bütünüyle aynı durumda…
Alparslan Türkeş gibi karizmatik bir liderden sonra, Başbakan Erdoğan'ı yurt dışına yaptığı geziler için eleştirme girişimlerinde bulunurken “Şili”ye “Şile” diyen, “Memleket yanarken ne işin var senin Şile'de?” diye bağırıp duran bir Devlet Bahçeli'ye mahkûm olmuş/edilmiş durumdalar… Ki o Türkeş'in eğer bugünlerde yaşıyor olsaydı, 12 Eylül'de tutuklanmış, partisinin mal varlığına el konulmuş ve ülküdaşları en iğrenç işkence tezgâhlarından geçirilmiş bir “lider” olarak, geçen hafta sonu yapılan anayasa referandumuna hiç çekincesiz “evet” diyeceğine de adım kadar eminim.
Benzer bir savruluşu elbette ki sol kesim için de rahatlıkla dillendirebiliriz. Yönetmen Çağan Irmak'ın pek çok filminde bir arka plan motifi olarak yer aldığı üzere, 1960'ların, 1970'lerin en hızlı Maocular'ı, TKP'lileri, 68 kuşağı eylemcileri şimdilerde İstanbul'un Etiler, Levent ve Nişantaşı gibi havalı semtlerindeki tripleks villalarda komprador kapitalizme reklâm kampanyaları hazırlayan deri pantolonlu, kulağı küpeli hedonist züppelere dönüştüler. Geçmişle yegâne bağları da ofislerinin duvarına astıkları birer “Che Guevera” posterinden ibaret! İdealleri uğruna can vermiş o gariban direnişçiyi bile son çeyrek yüzyılda bir pop ikonuna çevirerek kimliksizliklerine âlet ettiler ne yazık ki…
Toplumsal dokunun hemen her ideolojik katmanında kendisini yoğun biçimde hissettiren bu “hiçleşme/piçleşme” furyasını topyekün analiz etmeye kalkışmak, şahsımı da bu köşenin sınırlarını da fazlasıyla aşan bir deneme olur. O yüzden, ben sürece daha ziyade kendimi ve sevdiklerimi ilgilendiren bir bölgeden, “İslâmî mahalle”nin sınırlarıyla yetinerek bakmayı yeğliyorum. Diğer toplumsal kesimler de zaten kendi içlerinde kendi hesaplaşmalarını yapmaktalar...
Her gün bir sürü farklı mekânda düzinelerce “İslâmcı” gençle karşılaşıyor, bunlardan büyük bir bölümüyle de vaktim oranında hasbihal etmeye çalışıyorum.
Âdetâ tornadan çıkmışçasına birbirine benzeyen genç adamlar…
Ellerinde ya bir Charles Bukowski ya da bir Franz Kafka kitabı var ki bunların her ikisi de o çocukların -en azından şeklen- inandıkları değerlerin yanından yöresinden geçmeyen “kayıp” tipler…
Yanısıra, hayat ve hayatın getirdiği zorluklar karşısında kesif bir bunalım hâli, her şeye boş vermiş bir tavır…
Ötesinde, kişisel bakımsızlığı, salaş bir giyim-kuşamı alabildiğine yücelten, böylesi bir pespayeliği “mücahitliğin olmazsa olmazı” gören sözümona “anarşist” bir bakış açısı…
Kendi câmiâsına yönelik yoğun bir sevgisizlik, güvensizlik; dahası küstahça bir saygısızlık… Muhabbetlerimiz “inanç sineması”na gelip dayandığında, karşısında dil döken benim gibileri aşağılayıp anlattıklarımıza burun bükerken “Old Boy”u ve Asyalılar'ın son yıllarda çektiği yığınla psikopatlık gösterisini “başucu filmi”ne dönüştürüp kutsayan marazî bir sinema/sanat zevki…
Ve hiç kuşkusuz, en vahim olanı da bıçak sırtı bir noktada bir o tarafa bir bu tarafa yalpalayıp duran, “kendisine kolayca pas veren ilk kız” ya da “bir parça ilgiyle-merhametle yaklaşacak ilk ateist kanaat önderi” karşısında ânında dağılıp gitme sinyalleri veren son derece kırılgan bir imân…
“Kanaat alıcısı” durumundaki gençler böyle de, onlara hayat karşısında sağlıklı birer kanaat kazandırma iddiasındakiler çok mu farklı bir durumdalar sanki?
İte kaka da olsa benzerlerine göre biraz daha haysiyetli yazılar yazıp radyo-televizyon programları yaparak kitleleri aydınlattıkları için bol keseden iltifatlara boğduğumuz kimi genç kuşak dindar enteller, bir bakıyoruz iki gün sonra en yakın yol arkadaşlarıyla (tamamen nefse bağlı gerekçelerden dolayı) gırtlak gırtlağa gelmiş ve yollarını ayırmışlar. Ortalık, “kapitalist sol”a transfer olana kadar kendilerine geçici bir barınak olarak belledikleri İslâmî câmiâda, bu câmiânın gençleri için yazdıkları makaleler, romanlar ve şiirlerde bol bol hedonist felsefe pompalayan, Tarantino filmlerinden aparılma yavşak bir dille “aşkın bir hayat görüşü”nün (!) savunusunu yapan kafası fena hâlde bulanık tiplerle dolu…
Bu modelde gözlemlediğim en yaygın tavır ise kronik bir biçimde başkalarını beğenmeme, aynı değerler uğruna mücadele veren mevkîdaş ya da meslektaşlarını örtülü ya da açıktan aşağılama, “yaşanmış çileli bir ömre saygı duyma” gibi erdemlerden tamamen yoksunlaşmış hoyrat bir eleştiri anlayışı ve bunların tümünün ötesine geçen, çoğu kez gizlenmeye bile gerek duyulmayan feci bir kıskançlık saplantısı…
Birbirlerinin başarıları ve yükselişlerinden “hasta olan” Müslümanlarla dolu çevremiz… Öyle ki gençlerin ekseriyeti için “kıskanmak” ya da “hor görmek” neredeyse yepyeni bir hayat felsefesine dönüşmüş durumda…
Başta da belirttiğim gibi, mensubu olduğum kültür-sanat (hele hele sinema!) çevrelerini tek renkli bir halıfleks gibi boydan boya kaplayan yarı-aydın figürlere hak ettiklerinden daha fazla kızmamak gerekiyor; çünkü konuşması gereken “asıl ağabeyler/ablalar” artık sustukları ya da pes ettikleri için meydan hiç beklenmedik biçimde bu tür prematüre ruhlara kaldı. Ve onlar da böylesi bir pozisyonu sırtlamaya ne yaşları ne başları itibarıyla hazırlıklı değillerdi. O yüzden, aynı kültür ikliminde yaşayıp aynı havayı soludukları insanlara karşı besledikleri kişisel kin, nefret, haset ve kıskançlık duygularını “entelektüel mücadele”yle, “fikir alışverişi”yle karıştırarak her Allah'ın günü köşelerinden, programlarından, internet forumlarından birbirlerine saydırıp durmaktalar…
An itibarıyla o denli sığ bir “İslâm kardeşliği” algısı içinde sıkışıp kalmış durumdayız ki câmiâ mensuplarının birbirleriyle ilişkilerinde dinin adı ve (birbirini görünce “selamın aleyküm” demek gibi) bir kaç kültürel geleneği haricinde, İslâm'a ait başka hiç bir büyük ve derin öz niteliğin olumlu etkileri hissedilmiyor artık... “Müslüman olma ve Müslüman gibi yaşama” tercihinin içi, bu konuda yakın tarihimizdeki en ibretlik dönem olan “millî şef” İsmet İnönü'nün jakoben-laik totariterizminde bile muhtemelen bu kadar boşaltılmamıştı.
Ha, “maket mücahit” kimliğini deşifre ederken, “maket mücahide”leri de es geçmeyelim doğal olarak… Dünya malı ve nimetleri karşısında daha kolay çözülen bir fıtratın taşıyıcıları olarak, dindar genç kadınların hâli de bir başka perişanlık vesikası… Ortalık, başları kapalı, fakat beyinleri onları iki cihanda zatüree yapabilecek en sert rüzgârlara karşı sonuna kadar açılmış binlerce hatun kişiyle dolup taşıyor. Bir dönem uğruna epeyce bunaltıldıkları başörtüsü de artık gitgide bulanıklaşan bir mâzinin tıpkı “Che Guevera posterleri” gibi son hatırlatıcısı işlevini görmekte… Azılı din düşmanı kaba-saba bir feminizmle, kaynağını dindarlıktan aldığı varsayılan İslâmcı (!) bir feminizm arasındaki tek ayraç da bu zaten; başlara takılan (ya da takılacağı günün hayâlleri kurulan) “Vakko” marka pahalı eşarplar…
“Müslüman genç kadının İslâmî bilinci” açısından vardığımız en son nokta, kuruluş çalışmalarına ilham ve destek verdiğim, fakat somut sonuçlarını gördükten sonra böyle bir ilham ve desteği vermekten dolayı binlerce kez tövbe istiğfar edip nedamet getirdiğim “İmam Hatip Lisesi Sözlük” adlı sanal forumdaki şu mânidar konu başlığıyla pek güzel özetlenmiş:
Velhasıl, aralarındaki moleküler bağlar artık iyice zayıflayıp gitgide sıvılaşmaya yüz tutmuş bir câmiâ olarak, bana göre oldukça trajik bir istikamete doğru ilerlemekteyiz. Manzarayı, Nazım'ın “Ben bir ceviz ağacıyım” şiirindeki o ünlü dizesini kendi vaziyetimize uyarlayarak tasvir edersek, “Ne câmiânın kanaat önderleri, tarikat-cemaat uluları, parayı bulmuş kodamanları, aydınları ve yarı-aydınları bu kötü gidişâtın farkında, ne de geleceğe dair bütün umutlarımızı sırtına yüklediğimiz hükûmet farkında…”
Pekiyi, sormazlar mı bu sefil manzara karşısında adama, nihai hedef böyle bir dünyaya ulaşmak idiyse, o hâlde üç kuşak neden onca zaman akıl almaz boyutlarda acılar yaşadı, çileler çekti? Bıraksaydınız o zaman bizleri ta 1930'lardan itibaren bir başımıza, hepimiz “muasır medeniyetin itaatkâr temsilcileri” olup, en azından şu ölümlü dünyada huzurla kafamızı dinleseydik!
Sonunda, yüzünde bakımsız ve dağınık sakallar, elinde bir Franz Kafka kitabı, en son namazı altı ay önce kılmış, başını internetteki geyik forumlarından kaldıramayan; üç tane Andrey Tarkovski, iki tane Mecid Mecidî, bir tane de Kim Ki Duk filmi izlediğinde kültür-sanat allamesi kesilen, birileri muhabbet meclislerinde kendisine bizim gibi çilekeş adamların ismini telaffuz ettiğinde ağzını yaya yaya “Bırak onu yeauuu, dandik bir herif o, dandik!” diye cevap veren sevgi ve hürmet fukarası genç psikopatlara ulaşmak mıydı bütün muradımız da bir ömür boyu bu yollarda kan kustuk!
Böyle bir finalden dolayı üzgünüm; gerçekten çok üzgünüm…