Televizyonlar reyting peşindeyken biz de dini öğreniyoruz

Kübra&Büşra
00:006/09/2009, Pazar
G: 5/09/2009, Cumartesi
Yeni Şafak
Televizyonlar reyting peşindeyken biz de dini öğre
Televizyonlar reyting peşindeyken biz de dini öğre

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, 'Ramazan'da televizyonlar düzgün bir din alimini konuk ediyor. O televizyonun hedef kitlesi diğer on bir ayda böyle şeylerle karşılaşmıyor. Televizyonun maksadı reyting olsa bile bunun Türkiye'nin dindarlaşmaya katkısı olduğunu düşünüyorum' diyor.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman 49 yıldır yazan, konferans veren, bilimsel eser ve çalışmaları olan bir fıkıh alimi. Bakmayın o sert görünüşüne, ciddi dediğimiz dini konuları anlatırken, espri yapıyor, anlatıyor ve en önemlisi de hiç bir soruya itiraz etmiyor. Röportajın sonunda sıra fotoğraf çektirmeye geldiğinde torununu kucağına alıyor, öpüyor kokluyor. Ortaya böyle samimi bir fotoğraf çıkıyor. Hayrettin Karaman; 'İslamı anlayışım ve anlatışımı beğenmeyenler beni dışlıyorlar. Ama ifşa etmesem de dua, teşekkür de çok alıyorum' diyor. Her ne kadar konuştuğumuz konular iki saate sığmayacak kadar engin olsa da biz Karaman'la dindarlığın tanımını, medyanın din algısını, İslam'daki korku ümit ilişkisini, İslam'ın zenginliğini, kul hakkını ve zekatı konuştuk. Her iman eden bilir ki aslında bilmekle yapmak arasında bir hayli mesafe vardır. Dini hassasiyetlerimizin yükseldiği bu ayda neleri yapıp neleri yapmadığımızla yüzleşmeye ne dersiniz?

Tuğrul İnançer'e göre; 'Biz Müslüman filan değiliz. Dinimizi Ramazan'dan Ramazan'a sosyal olarak hatırlıyoruz.' Bu sınırlar bu kadar sert çizilmeli mi?

Tuğrul Bey'i tanıdığım kadarıyla bu onun genel tavrı değil. Yani aslında biz diye başladığı cümlenin içinde kendisi yok. Çünkü Tuğrul Bey, Müslümanlığı sadece Ramazan'dan Ramazan'a yaşayan biri değil. Tuğrul Bey'i önce 'biz'in içinden çıkaralım.

Öyleyse bu 'biz' kim?

Türkiye'de yaşayan bazı Müslümanlar. Bu konu şöyle de ifade edilebilir; Türkiye'de Müslümanım diyen insanların bir kısmı olması gereken kamil anlamda Müslüman değildir. Çünkü onlar, İslam'ı din olarak değil bir gelenek ve görenek, sosyal gereklilik, alışkanlık olarak yaşıyorlar.

Peki yine İnançer; "Bizim dinimiz inanç sistemi değildir yaşam sistemidir. Dinimizi yaşamadığımız müddetçe insanların bulduğu tedbirlerle hiçbir problemimizi halledemeyiz." diyor. Sizce?

Bu güzel bir ifade. Dinimizde herkes bilir ki inanç, ibadet, ahlak ve kurallar vardır. Bir yere ağırlık vermek istediğinizde dersiniz ki 'bizim dinimizde önemli olan inançtır'. Bir başka ortam ve zamanda 'inanmak yetmez bizim dinimiz amel dinidir' dersiniz.

Aslında her ikisidir de...

Evet. Aslında dördüdür de... Fakat ağırlık vermek söz konusu olduğunda 'ahlak olmadıktan sonra sizin dindarlığınızın hiç bir önemi yok' da diyebilirsiniz.

Bu durum insanlar arasında suistimale neden olmuyor mu?

Söylediğinizin aksine bu olumlu bir şey. İmanını zayıf görüyor ve imanın altını çizmek istiyor. İnancı var ama ibadetlerini zayıf görüyor onun altını çizmek istiyor. Başka bir taraftan namaz, oruç zekat gibi ibadetleri yapıyor ama onun ötesinde adab ve ahlakta kusurları var. Bu insanları daha çok gördüğünüzde yazılarınızda, konferanslarınızda buna ağırlık veriyorsunuz.

Bu bahsettiğiniz şeylerden biri olmadan mesela; Allah'a gerektiği kadar teslim olmayan biri ibadet edebilir mi?

Adına ibadet dediğimiz şey imansız olmaz. Zayıf ya da kuvvetli mutlaka bir imanınız olması gerekir. Çünkü ibadet kulun rabbine yaptığı bir eylemin adıdır. Kul ile Allah arasında bir irtibat var. Bu irtibat öncelikle iman ile başlıyor. Allah büyüktür, herşeyi bilir görür, bu sıfatlara inanıyorsunuz. İnançsız bir ibadet olmaz.

Allah'a inanmayan biri ibadetlerden etkilenemez mi? Kimi insanlar inanmıyor ama etkilenebiliyorlar...

Birinin yaptığı ibadeti; ezanı dinleme, birini namaz kılarken görme, hac ibadetini izlemek inançsız birini etkileyebilir. İhtida hikayelerine çok ilgi duyarım. Bir çoğunun eline bir Kur'an tercümesi geçiyor, eline o tercüme geçtiğinde henüz ona iman etmiyor. Bir bakayım diye alıyor ve sonra hep bakmaya başlıyor.

Bazı insanlar da Allah'a inanıyorlar ama ibadetleri yapmıyorlar. 'Allah'ın affediciliğine inanıyorum. Allah beni affeder' diyorlar...

Akıbetimiz hakkında, dünya hayatımızda imanla noktalama, ahiret hayatımızda ise cennete girme konusunda ümitsizlikte emin olmak İslam'a aykırıdır.

O zaman...

Bir de 'korkmak' ve 'ummak' vardır. Yani mümin korkuyla ümit arasında olmalıdır. Bir yandan geleceğinin nasıl olacağı konusunda endişe etmelidir. Bir insanın 'Allah beni affeder' demesi akıbetinin müsbet olacağı konusunda emin olduğunu ve korkusunun olmadığını gösteriyor. Bu İslami bir tavır değil.

Tam tersi gece gündüz ibadet eden insanlar da var...

Bir Hadis-i Şerif' 'Kimse dinle boy ölçüşmesin' diyor. Yani; hiç birşeyi eksik yapmayacağım, nafilenin üzerine nafile yapacağım, orucu fazla tutacağım, namazı fazla kılacağım ki en ufak bir şüphe kalmasın' dediğiniz zaman din sizi yener.

Bunun bir orta yolu var mı peki?

Bunu bir örnekle anlatıyım; Bir köylü Peygamberimiz'in İslam'ı tebliğ ettiğini duymuş 'Sen Peygamber misin?' diye soruyor. Peygamber Efendimiz 'evet' diye cevap veriyor. Köylü 'senin dinini kabul etsem ne istersin' diyor. Peygamberimiz de İslam'ın beş şartını söylüyor. Köylü' Bu beş şartın hiç birini ne eksik yaparım ne de fazla' diyor. Adam gidiyor ardından Peygamberimiz diyor ki; 'Cennetlik bir adam görmek istiyorsanız bu bedeviye bakın, doğru söylüyorsa cennete gider.'

Aslında bu kadar da basit...

'İnce eleyip sık dokuyup yapamadık, bizim halimiz harap, ne imanımız iman ne ibadetimiz ibadet bizim yerimiz cehennem' demek de Müslümanca bir tavır değil. Ama aksine 'Bu işler örtünmeye namaza, oruca bağlı değil, bu Allah'ın affına bağlı, Allah affederse insan cennete girer.' demek de Müslümanca bir tavır değil.

Neden tutarsızız peki?

Nefs o insanı aldatıyor. İbadet tembeli, bazı günahlara düşkün, onları bırakamıyor ve bundan da rahatsız olmak istemiyor. Kur'an'ı okursanız Allah'ın affedeceğine dair ayetler var ama Allah'ın cezalandırıcı olduğuna dair ayetler de var.

'Birinin bilerek ya da bilmeyerek hakkına girmek yani 'kul hakkı' önemli bir konu. Kul hakkının kefareti nedir?

Ahirette “haklaşma” söz konusu olduğunda, siz bir kul hakkını üzerinize geçirmişseniz ve dünya da adalet gerçekleşmemiş hayat sona ermiş, yaptığınız yanınıza kar kaldıysa şöyle bir muamelenin yapılacağı anlatılıyor; Ahiret hesabına göre sizin yaptığınız kötülüğün sevap karşılığı olarak onu ödeyecek miktar neyse o kadar o kişinin sevabından alınır ve o hakkı geçenin defterine yazılır. Eğer bu çoksa hiç bir sevabınız kalmayabilir.

O zaman ne yapacağız?

Buradan hareketle daha fazla ibadet yapılması gerekiyor. Gücünüz yetiyorsa hayır da yapabilirsiniz. İnsanların yararlanabileceği tesisler, yol, çeşme, su, hastane, okul, yurt gibi. İbadetlerinizi artırırsanız, ahirette ibadetlerinizin bir kısmı elinizden alınsa da en azından bir miktar sevabınız kalır.

Peki dünyada?

Dünyada kul hakkını üzerinize geçirmişseniz, onunla haklaşmadıkça mevla doğrudan affetmiyor. Bir takas yaptıktan sonra sizin akıbetiniz belirleniyor.


MEDYADA DİNİ KULLANANLAR VAR
Sizce dindarlığın tanımı...

Dindar kelimesinin manası 'dini olan' demek. Dindarın karşıtı dinsizdir. Çocukluğumda Müslümanlığı kamil manada yaşamaya çalışan, aksattığında hemen telafi etmek isteyen insanlara dindar denmezdi. Salih kişi veya takva sahibi kişi denirdi. Şimdi ise kamil manada yaşayan insanlara 'dindar' denir oldu.

Peki bu durumda dindar takva sahibiyse dindar olmayana dinsiz diyemiyoruz, ne diyeceğiz?

Müslümanlar dindar olan olmayan diye ikiye ayrılır. Dindar olan Müslüman Allah'ın rızasına uygun yaşamamız için koyduğu kurallara uyma azminde olan ve gücü yettiği kadar gerçekleştiren kişiye denir. Dindar olmayan ise inandığı halde yapmayan kişiye yani alkol kullanan, faize bulaşan, yalan söyleyen, gıybet eden kişiye denir.

Ahmet Hakan ile Ertuğrul Özkök'ün umreye gitmesi, Fatih Altaylı'nın Cübbeli Ahmet Hoca'yı televizyona çıkarmasının dindarlaşmaya katkısı var mıdır?

Bu soruya siyah veya beyaz cevap vermek mümkün değil. Medyanın dinle ilgili faaliyetleri çok çeşitli. Bunlardan bir kısmının faydalı olduğu bir kısmının da zararlı olduğunu düşünüyorum.

Faydalı?

Ramazan geldiğinde televizyon düzgün bir din alimini konuk ediyor. O televizyonun hedef kitlesi diğer onbir ayda böyle şeylerle karşılaşmıyor. Dini düzgün anlatan, sadece anlatmakla kalmayıp işin duygu boyutunu da besleyen programlar pek olmuyor. O televizyonun maksadı reyting olsa bile bunun Türkiye'nin dindarlaşmaya katkısı olduğunu düşünüyorum.

Zararlı?

Ama yine aynı televizyonlar, tartışılmaması gereken bazı dini konuları ve maksatlarına uygun adamları da özellikle seçip tartışma programı yapıyorlar. Bununda zararlı olduğunu düşünüyorum.

Hangi konular onlar?

Recm konusu. Zina eden evli kadın taşlanarak öldürülür mü öldürülmez mi? Peki Türkiye'de bunu tartışmanın anlamı nedir? Türkiye'de şeriat mı uygulanıyor, zina eden kadınlar hapse mi atılıyor? Hayır. Türkiye'de zina serbest. Bu ülkede böyle bir konuyu konuşmaya gerek yok.

Burada nasıl bir niyet güdülüyor peki?

Kendilerine göre İslam'ın yumuşak karnı zannettikleri, İslam'ın imajını kirletecek, şiddet ve korku dini gibi takdim faaliyeti olarak görüyorum.

Cübbeli Ahmet Hoca'nın Fatih Altaylı'nın programına çıkmasını ve çok reyting almasını neye bağlıyorsunuz?

O programda o televizyonun seyircileri Ahmet Hoca'nın anlattığı İslam'ı beğenip ona sevgi mi duymuşlar? Bunu bilmiyoruz.

İnsanların dikkatini mi çekti?

Dikkat çekmeyi başarmışlardır. Bu durum reytingi yükseltmiştir. Ama bu televizyonucuları ilgilendiriyor. Beni ilgilendiren şey şu; Ahmet Hoca'nın bir hedef kitlesi, muhatabı var. O anlatımdan hoşlanan, insanlar var. Onlar da o televizyonu izlemezler. Belki Ahmet Hoca'yı merak ettikleri için izlemiş olabilirler. Ama İslam'la çok fazla ilgilenmemiş, modern, seküler hayatla hemhal olmuş, İslam hakkında fazla bilgisi olmayan, insanlar nasıl algıladılar? Onun üzerine bir araştırma yapılmalı. O insanlara faydası oldu mu yoksa olmadı mı?


Zekat taksitle ödenebilir ama...

Gündemdeki konulardan biri de zekat. Zekatta verdiğiniz yerin güvenilirliği önemli midir yoksa 'zekatı verdim benim sorumluluğumdan çıktı' gibi mi yaklaşılmalı?

Gözümüzle gördüğümüz elimizde tuttuğumuzun arkasında bir şey var sayarak ona hüküm bina edemeyiz. Mesela; 'oruçluyum' diyen birisine ben kafamdan 'hayır oruçlu değildir' diyemem. Bir de zan önemlidir. Bir adamı yoksul 'zan'nediyorsunuz, size aksini söylemiyor. Verdiğinizde bu parayı düzgün harcayacağını 'zan'nediyorsunuz.

Birine zekat veriyorsunuz. O parayı olmayacak yerlere harcayabilir...

Yerinde sarf edip etmemesi tek başına bir ölçüt değildir. Bence ondan önce ihtiyaç bir ölçüttür. Adamın ihtiyacı varsa vermediğiniz zaman aç ve açık kalacaksa, verdiğinizde bir kısmını başka yerde harcıyacaksa onu aç bırakamazsınız. Yine de verirsiniz.

Bu durumun sorumluluğu kime aittir ?

Verdiğiniz zekatın bir kısmını olmaması gereken yerde harcamasının da sorumluluğu o kişiye ait olur.

Deniz Feneri olayı yardım kuruluşlarına gölge düşürdü... sizce bu nasıl aşılabilir?

Yardım kuruluşları da öyledir. Siz bir yardım kuruluşuna verenlerden yardım toplayıp, doğru dürüst bir şekilde suistimal etmeden zimmetlerine geçirmeden orada çalışan insanların hakları neyse, onları ödeyip, topladığını yerine ulaştırmak ile meşgul olan kurumlar var. Biz böyle zannediyorsak, bu kanaati edinmek için yeterince veriye sahipsek o zaman neden vermeyelim? Bunun ötesi şüphe olur. Elinizde belge yok ama bir hüküm var. Bu Müslümanca bir tavır değildir.

Belgelenmiş bir durum varsa peki....

Size bir örnek vereyim; Kızılay bundan önceki yönetimdeyken, Kızılay yöneticilerinin bir takım suistimaller yaptıkları, zimmetlerine para geçirdikleri ve aslında sarf edilmemesi gereken paraları sarf ettikleri ithamıyla karşı karşıya kaldılar. Mahkemeye verildiler. Bir kısmı mahkum oldu ve Kızılay yönetimi el değiştirdi. Bir zaman böyle bir olay yaşadığı için Kızılay'a arkamızı mı döneceğiz? Yönetimi değişmiş olan bir kuruluşu eskisi yüzünden harcayamazsınız.

Zekatın taksitle ödenmesi konusu var. Peki bu yöntem caiz midir?

Bu konu zekatı ödeyenin menfaati değil, ödenecek olanların mefaati göz önüne alınacaksa bu caizdir. Zekat bir peşin ödenir. Bir başka yol da; yıl doldu hesap yaptınız mesela; sizin on milyar zekat ödemeniz gerekiyor. O gün on milyarı mutlaka dağıtmanız gerekmez. Bundan maksat bu paradan biraz daha istifade etmekse sorumlu olursunuz. Bu Müslümanca bir tavır değildir. 'Ehlini layık olanı bulayım diye erteledim hatta enflasyon farkını da ödedim' derseniz olur.


Zengin Müslüman birilerinin gözüne batıyor

Hekimoğlu İsmail 'Müslümanın günümüzdeki en büyük sınavı para ve mal.' diyor. Bu minvalde konuşursak dindarlar para ile imtihanlarında ne kadar başarılı oldu?

Müslümanların zengin olanları da fakir olanları da var. Biz sırf zenginlik olduğu için olumlu veya olumsuz bir anlam yükleyemeyiz. Servet ile ilgili vazifelerimiz vardır. Ne kadar servetimiz olursa olsun o serveti harcama ile ilgili de sınırlarımız vardır.

Mesela?

Israf. 'Yeyin, için, israf etmeyin' buyruluyor.

İsraf kişiye göre değişen birşey değil mi?

Ne kadar göreceli derseniz deyin, Cumhurbaşkanı da, Padişah da olsanız, servetiniz ne kadar çok olursa olsun yine bir sınırınız vardır. Servet üzerindeki tasarrufunuz mutlak değildir.

Ölçüt nedir peki?

Müslüman helal yoldan kazanıyorsa kazanmak konusunda bir sorun yok demektir. Kazandınız servet sahibisiniz, başkasında hiç yok, ona karşı vazifeleriniz vardır. Hatta sadece zekatla iktifa edemezsiniz. Zekat bir cemiyette tesis edilmesi farz olan bir ibadettir. Eğer bunun tesis edilmesi yetmiyorsa o zaman devlet bu adaleti gerçekleştirmek için zekat dışında da vergi alır.

Servet ile ilgili vazifelerini yerine getiriyorsa...

Servet ile ibadet ediyorsunuz demektir. Ama içinde bulduğumuz İslam alemi, ülkeniz, akrabanız, mahalleniz, onlar muhtaç iken siz izafi bile olsa israf sayılacak harcamalar yapıyorsanız o zaman problem vardır. O zaman siz servet ile imtihanı kaybetmiş bir Müslüman olursunuz.

Buradaki israfı örneklendirebilir misiniz?

Mesela; durumunuz olmasına rağmen beşyüz milyarlık bir araba değil yüz milyarlık bir araba, şanınıza bir zeval getirmiyorsa olabilir.

Yani bir kişi parası olmasına rağmen, mütevazı bir arabaya mı binmeli?

Öyle değil. Zengin olduğunuz halde yıkık dökük bir arabaya binmeniz de doğru olmaz. Ama diyelim ki yüz milyara alırsınız, geriye dörtyüz milyar kalır. Bu parayla muhtacı olan binlerce insan ihtiyacını görebilir. Muhtaç olan insanlar varken 200 milyarlık araba almamalısınız.

Peygamber Efendimiz'in hayatından yola çıkarak dindar birinin gösteriş içinde yaşaması eleştirilmeli midir?

Zengin olanın fakir gibi yaşaması şart değil. Yaşadığımız ülkede bir çok insanda şöyle bir inanç vardır; 'Din yoksulluğun doğurduğu bir avunmadır. İnsanlar zenginleştikçe, kalkındıkça bu savunma aracına gerek kalmaz, dindar olan Müslümandan dindar olmayan Müslümana, oradan da dinsizliğe doğru seyrederler.' Ama Anadolu sermayesinin şahlanışı bu oyunu bozdu.

Bozunca da insanların gözüne battı...

Bu Müslümanların kusurundan değil, tam tersi tekamülden kaynaklanıyor. Dindarların mahkum olmaktan hakim olmaya gittiklerinden, seyirci değil oyuncu olmalarından kaynaklanıyor. Müslümanların medeniyette, sermayede, sanatta, bürokraside, iktarda 'biz de varız' dedikleri için oluyor.

Bu yüzden mi tepki gösteriyorlar?

Bu tepkileri ikiye ayırmak lazım. Biri masum olmayan tepkiler, biri de servetin bozduğu Müslümanları görüp samimiyetle bundan endişe duyan ve uyarmak isteyenler. İkincisi iyi niyettendir ve kulak verilmesi gerekir.