Postmodern romanın, onun dünya edebiyatı kavramı çerçevesinde görülmesini sağlayan ortak izlekleri nelerdir? Türkiye'de egemen konumdaki roman anlayışı nasıl şekilleniyor ve oryantalizm bu oluşum içinde nerede duruyor?
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kendisini gösteren postmodernizmin, edebiyattaki en önemli yansımalarından biri postmodern roman. Bu türün köklerine gidildiğinde, postmodernizm öncesine dahi ulaşıldığı biliniyor. Örneğin Jale Parla, Miguel de Cervantes'in ünlü eseri Don Kişot'un, üst-kurmaca, temsilin sorunsallaştırılması, parodi ve ironi öğeleriyle modernitenin öncü yazarlarından ve yaptlarından olduğu kadar postmodernizmin de habercisi olduğunu belirtir. Dünya yazınında Thomas Mann, Robert Musil, James Joyce, Virginia Woolf, Samuel Beckett, İtalio Calvino, Umberto Eco, Jacques Derrida, Paul Auster gibi önemli temsilcileri olan bu tür, yerli yazarlar arasında ise Oğuz Atay, Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş, İhsan Oktay Anar, Bilge Karasu ile birlikte anılır. Peki nedir postmodern roman, dünya çapında görülmesini sağlayan izlekleri nelerdir? Bu sayının dosyasının ana çerçevesini bu soru oluşturdu. Söz yerli yazarlara gelince bir de oryantalist etkiyi sormak istedik. Görüşlerine başvurduğumuz yazarlardan İbrahim Yıldırım, sorumuza dört soruyla karşılık verdi. Bu nedenle önceliği ona veriyoruz.
İbrahim Yıldırım: Neredeyse otuz yıldır postmodernizmi tartışıyoruz. Başından beri bu konuda yayımlanan kitapları ediniyor, dergi yazılarını okumaya özen gösteriyorum. Kısacası bu konuda oldukça farklı metinlerle uğraşmak zorunda kaldım: Kimi zaman zihnim açıldı, kimi zaman da kuruntusal yargılarla kafam iyice karıştı, bir senteze ulaşamadım. Dolayısıyla düşüncelerimi açık seçik ifade edecek durumda değilim. Ama aklıma takılan bazı sorular var, eleştirmenlerimiz akademisyenlerimiz, kuramcılarımız bunlara yanıt verirlerse en azından benim için hayırlı bir iş yapmış olurlar. Sorularım şöyle:
(1) Postmodernizmin, modernizmin sonunda değil, kaynağında var olduğunu, dolayısıyla onun modernliğin bütünü içinde yer aldığını ileri sürenlere inanacak olursak; geleneksel Donkişot, tabii ki postmodern bir roman - da - sayılabilir. Peki, modern romanın özellikle bilinç- akışı'nın güdüleyicisi olan 18. Yüzyılda yazılmış , Laurence Sterne'nin Tristiram Shandy'si için için “aynı zamanda postmodern bir romandır” diyebilir miyiz? Bu durumda, “ bizim ilk postmodern metinlerimizden biri, Ahmet Mithat'ın 1890 yılında yazdığı -ve natüralist olmaya çalışan- romanı Müşahedat mıdır” diye sorsam yanlış yapmış mı olurum?
(2) Türkiye'de postmodern roman yazılıyorsa bunu Orhan Pamuk'un dışında kimler yazmaktadır? Bir iki ad dışında tatmin edici liste verilemeyeceğini bildiğimden soruyorum: Sınır bu kadar dar mı?
(3) Mutlaka postmodern romancılarımız listesini çok geniş tutanlar da olacaktır. Bu iyi niyetli çok okuyan ya da çok duyan kişilere ise şunu sormam gerekiyor: Bir takım artistik fantezilere postmodern roman dememiz doğru mu?
(4) Postmodernizmi oryantalizm ile birlikte düşündüğümüzde aklımıza poskolonyalist roman gelmeli mi? Acaba, Anadolu'nun bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu'nun kolonisi olduğunu düşündüğümüzden mi, artistik fantezilerimiz postkolonyalist eğilime doğru evriliyor? Bu tür bir eğilim, roman ihracının yanı sıra edebiyatımıza, daha başka neler kazandırır?
Cemal Şakar: Romanın, sadece postmodern olması hasebiyle dünya edebiyatı kavramının içine girip girmediğinden emin değilim. Her dönemde bazı romanlar dünya edebiyatı çerçevesinde değerlendirilmiştir. Belki postmodern roman, modernliğin aksine yaslandığı, davasını güttüğü büyük anlatıları olmadığı; dolayısıyla metinler arasında parodi, pastiş ve kiç merkezli bir zeka oyununa dönüşmesiyle dünya çapında dolaşıma girmesi kolay olmuştur. Her postmodern roman dünya edebiyatına mal edilseydi, dolaşımda birçok romancımız olurdu. Çünkü birçok iyi romancımız var; ama bu payeyi en azından şimdilik sadece Orhan Pamuk hak ediyor.
Romanın nasıl şekillendiği uzun bir mesele; ama oryantalizmin belirleyici olduğunu düşünmüyorum. Ancak şunu unutmamalıyız: 1970'li yıllara kadar 'batıcı' romancılarımız vardı; bunlar genellikle Batıyı eksik, yanlış tanıyan ama hep oraya özenen tiplerdi. Oğuz Atay'la birlikte bu batıcılar, 'batılı' romancılığa doğru evrildiler. Bu bakımdan oryantalizmi sadece dışarıda değil, içeride de aramalıyız.
Işık Yanar: En genel anlamıyla postmodern roman insanların birlikteliğini pekiştirebilecek belki de tek edebi değerin yani “gerçekliğin” etrafından dolanır. Aslında etrafından dolansa bile ondan bütünüyle kopabilme cesaretini gösteremez. Üstkurmaca/İroni bu işi hakkıyla yapabilen için kullanılabilecek öğelerdir. Postmodern romanın, zamansal/siyasi/ahlaki mevcut çerçevenin içinde kalarak dünya edebiyatı içerisinde yer almaya devam edeceğini düşünüyorum. Türkiye'deki birçok romancının aksine postmodern romanların bütün dünyayı kasıp kavurduğunu düşünmüyorum. Yaşadıkları dönemin edebi kalıplarıyla değerlendirilseler de birçok roman yazarında “gerçekliğin” hala çok güçlü bir şekilde yaşamaya devam ettiğini görüyorum. Yani insanilik ile roman arasındaki bağlar çok kuvvetli bir şekilde sürmektedir. Yeterince çeviri yapılmadığı için resmin bir kısmını görüyoruz ve “merkezdeki taşralı” yazarlar bizi yanıltıyor. İşte bu yanılgıdan dolayı mesela biçimsel araştırmaların çok önemli olduğunu zannediyoruz, modernliğin gerçekten bittiğini ve postmodern adlı yeni bir dönemin başladığına inanıyoruz. Dönemler ve kavramların birisinin başlayıp bittiğini sanıyoruz. Jale Parla Don Kişot'ta ve Tristram Shandy'de postmodern öğeler bulunduğunu söyledi. Öyleyse buradaki temel problem sanat yapıtına yaklaşımla ilgilidir. Yani bu durum, bir polisiye roman yazarının, içinde cinayet olan bütün romanları polisiye sayması gibidir. Özetle, dünya edebiyatı, insana dair anlatısını sürdürüyor.
Türkiye'deki roman anlayışı için iki denklem kurulabilir. Biri çok basit, diğeri ise zordur. Basit olan, romanı piyasanın şekillendirdiğidir. Bu hep böyleydi. Yeni ortaya çıkan bir durum değildir. Yayınevleri köşe yazarlarının ve herhangi bir televizyon kanalıyla ilişkili kişilerin kitaplarını basmayı tercih ediyor. Editör, tanıtımına katkısı olacağını düşünüyor, tercihini on binler satmayan bir kitaptan yana kullanarak işini kaybetmek istemiyor. Kendince haklı olabilir. Türkiye zaten kapitalist bir ekonomi için kritik eşiği aştı. O yüzden bağımsız, iyi yazarların yetişme ve serpilme ihtimali oldukça azaldı. Ama az önce dediğim gibi bu her zaman böyledir. Az ya da çok edebi varoluş her zaman çok zordur. Türkiye gibi sanatsal yetileri derinleşmemiş ülkelerde daha da zordur. Diğer taraftan yazarların birbirleriyle ve edebiyat dergileriyle olan bağı da zayıfladı. Oysa editörünü yeterli bulun ya da bulmayın edebiyat dergileri yetişmek için yine en önemli odaklardır. Herşeye rağmen edebiyatla bağını tamamen ekonominin belirlemediği gazete yazarları, yayınevleri ve editörlerin varolması sevindiricidir.
Zor olan ise şudur: Postmodernlik denilen duruma eklemlenme biçimimizle ilişkili bir problem söz konusu. Bir yazarın “hayati” silahlarından birisinin yaşadığı ülke olduğunu düşünüyorum. İşte burada çevre faktörünü aşan bir şey söz konusudur ki yazarlar zaten bunun farkındadır. Ama yazarlar kendi kültürlerine bir oryantalist gibi yaklaşabiliyorlar. Roman yazmadıklarının bilincindeler ama kitaplarının kapağında roman sözcüğünün bulunmasını istiyorlar. Postmodern durum olarak adlandırılan ama benim etnik ve dini alt kimliklerin sisteme entegrasyonu olarak gördüğüm bu dönemde, yazılamayan hiçbir şeyin kalmaması için bizzat o ülkenin yazarlarına bedeller ödettiriliyor. Bu “çağdaş tını” en kutsal olana kadar uzanıyor. Şunu unutmamamız gerekir ki roman, akli bir gelenektir. Duygusallığa değil hikmete daha yakındır. Ama bu roman furyası, umarım daha ticari bir ivme kazanıp hem roman sanatına hem de aidiyete ağır bir fatura ödetmez.
Bu günahkar külliyatIn dünya edebiyatIna tek bir katkIsI yok
Ahmet Öz: Kısa bir alıntıyla başlayayım bu bahsi daha anlaşılır kılabilmek için. Şudur postmodern mutabakatın ruhu: “Şüpheci görecilik, çoklu dil oyunları (ya da kamusal mutabakat), şimdiki zamanın estetik bir şekilde doğrulanması, ampirik tarihselcilik, altkültürlerin (ya da kültürel çalışmaların) kıymete binmesi vs.” Bunu aynı anlama gelmek üzre şöyle yazabiliriz: herhangi bir alternatif kollektiviteyi mümkün kılacak tüm hakikat arayışlarının (ve siyasal projelerin) reddi. Artık modernist-evrenselci büyük anlatıların yerini tüm evrenselci taleplerini terk etmiş “varolan günahkar gerçekliği” yeniden üretmeye ayarlı postmodern anlatılar doldurmakta maalesef. Tipik özellikleri, egemen fikirlerin/ideolojinin tüm tarihi, ezeli ve ebedi olduğu bir anlatı modeline uygun olarak “şimdiki zamanın estetik bir şekilde doğrulanması”na ayarlı olmaları. Bu ne demektir? Bir örnekle anlatayım: özellikle tarihsel romanlarda, Aşk, Benim Adım Kırmızı, Bab-ı Esrar, Kayıp Gül vs… karakter öylesine betimlenir ki adeta içimizden biridir. Şimdinin iktisadi, siyasi, kültürel ilişkileri ve egemen ideolojisi (ki genellikle yazarın ideolojisidir bu) tarihin derinliklerine yansıtılarak herhangi bir direniş ya da eleştirinin önü alınır zımni olarak. Kapitalist modernleşmenin “gelişmiş” toplumlardan “gelişmekte olan” toplumlara yansıtılmasının/aktarılmasının aracıdır bu ideoloji. Ve burada, farklılıkların özgürce varolabileceği bir dışarı imkanı yoktur. Tıpkı oryantalizmin 2. Dünya Savaşı sonrasındaki değişimine, postkolonyal eleştirinin doğuşuna uygun bir biçimde postmodern ideoloji farklılıkları “siyaseten” olumlarken herhangi bir alternatif kolektivitenin imkansızlığını önvarsayan “siyasal” ideolojisiyle liberal mutabakatı küreselleştirmenin peşindedir. Oryantalizm bu ideolojinin arche'sidir kanaatimce. Ve dünya edebiyatına tek bir katkısı yoktur bu günahkar külliyatın. Hali hazırdaki etkinliğiniyse sadece gücünden ve görünürlüğünden (yani artık çökmeye yüz tutmuş gücünden) almaktadır.
Burhan Sönmez: Oryantalizm, dünyanın ikiye bölünmesidir. Ama yerkürenin ortadan bölünmesi değil, bir merkez çizilmesi ve bunun etrafındaki halkanın “dışarısı” olarak tarif edilmesidir. Batı, burada hem merkezdedir, hem de bütünün temsiline soyunur. Batı edebiyatının, bu eksende, insanlığın bütününü anlatan eserler olduğu ileri sürülür. Onlar bütüne bakabilir ve üstelik onların dışındakiler olmasa da, bütünde bir eksiklik hissedilmez. Batı'nın dışındaki (üçüncü dünyadaki) edebiyat burada, Jameson'un tabiriyle, “bir kültürel renkten ibaret kalır.” Oryantalizmin klasik döneminin bu tarifi, merkezde kabul görür.
Bunun karşısında gibi görünen ve Batı dışında (üçüncü dünyada) gelişen bir eğilim ise, kendini Batı'dan kesin biçimde ayrı olarak tanımlayarak, Doğu ile Batı arasında geçilmez duvarlar inşa eder ve “farklılığı” mutlaklaştırır. Bu üçüncü dünyacı duruş, edebiyata yansıdığında, kendi kültürel tonlarını abartılı biçimde öne çıkarır ve yerelliğini bir “öz” olarak kıskançlıkla sahiplenir.
Modern-sonrası (post modern) okumalarda, çok kültürlülük olarak tarif edilen olgu, bir yanıyla her renge hakkını teslim ederken, diğer yandan çokluk ile bütünsellik arasındaki geçişkenliği muğlaklaştırır. Batı'nın tarif ettiği şekliyle bir üçüncü dünyacılığa bağlanan “yerel” edebiyatlar, oryantalist zihniyetin tersten bir kabulü olarak gelişir ve edebiyatın derin cevherini ihmal eder. Kültürel farklılıklar ve yerel tonlar, bir süre sonra, edebiyatın taşıyıcısı olan “insan”ın ve onun derin duygularının, çatışmalarının ve yaşamının yerini almaya başlar.
Huntington, uygarlıklar çatışması tezini ileri sürerken, Batı uygarlığına methiyeler dizer ve Doğu'nun “ötekiliğini” kesinleştirir. Buna karşı Doğu'da gelişen ruh hali ise, bizim Batı'dan kesinlikle farklı olduğumuz ve bu farklılığın korunarak “özcü” bir yaklaşımla geliştirilmesi gerektiği kabulüne dayanır. Böylece, evrensel insanın varlığı, insanların ortak kaderi ve ruh hali ihmal edilir. Post modern zamanların edebiyata yaydığı bu “motifçi” zihniyet, tek bir insanda bütün alemi anlatma gayretinde olan büyük yazarların çağının sona erdiğini ilan eder. Büyük anlatıların bittiği çağda, edebiyat da büyük ve bütün insanı anlatmaktan (farkında olmadan) vazgeçmeye doğru gider.
Edebiyatın evrenselliği, pazar ilişkilerinin evrenselliğine bağlanarak, yeni bir küresel sınır edinir. Medyatiklik ve popülerlik, bu eğilimin doğası olarak görülür. Edebiyatçı, bu küresel pazarda, bir üreticiye indirgenir. Edebiyat eseri, kendine has rengi olan egzotik bir meyveye dönüşür ve kaderi, büyük ticaret pazarında medyatik ve popüler olma başarısına bağlanır.
Müge İplikçi: Asıl postkolonyalizm üzerinde durmak isterim. Tam da burada postmodern-izmin en çok eleştirildiği yere parmak basmak gerekir: Ötekinin Öteki olarak konuşmasına olanak vermeyen o nok-taya...Günümüzde postkolonyal bir edebiyatın etkisinden söz edebilir miyiz? Elbette. Genel akışı elinde tutan ve Batı'nın hiyerarşik gözlükleriyle dünya edebiyatına bakan bir edebiyattır bu. Sadece Doğu'ya değil, Afrika'ya, Güney Amerika'ya, Avustralya'ya da gözlerini dikmiş bir mercektir. Belli temaların belli kurgularla netleştiği okumalar baştacı edilir bu edebiyat türünde. Örneğin bir Doğulu olarak Batı'yı eleştirmeniz değil Doğu'yu eleştirmeniz beklenir sizden. Bu arada Doğu'nun otantikliğine de vurgu yapmanız yapıtınıza ayrı bir 'değer' katacaktır. Çok belli temalar çerçevesinde ilerler ve işin içine yaratıcılık da katarsanız o hendeği atlamamanız mümkün değildir. Gelelim Türkiye'deki roman anlayışına. Bu hususta büyük genellemeler yapmak istemem ama Türkiye'nin edebiyat piyasasında gerçekten yer alabilmesi için dünyanın birçok ülkesi gibi bu türden bir kanonu izlemek durumunda kaldığını söyleyebilirim.
Murat Özkul: Aslında post-modern romanın 'ortakları'nın ne olduğunu anlamak için ona biçilen rollere bir göz atmamız yeterli olacaktır. Çağın değersizleştirdiği insan ve anlam dünyasında meydana gelen tahrifat post-modern romanın da kullanacağı malzemeyi kendiliğinden ortaya çıkarmıştı: Gerçekliği kavrama iddiasından uzaklaşılması, öznenin ölümü ve değer kaybı gibi döneme ait karakteristiklerinden hareket edilmişti. Toplumsal düzen ve kural öneren dolayısıyla hiyerarşi barındıran dikey ilişkileri ve merkeze ait unsurların dağıtılması post-modern romanı selefinden yani modern romandan ayıran niteliklerdi. İki dünya savaşı ve dünyanın geçirdiği ekonomik, siyasi ve kültürel buhranlardan modernliği sorumlu tutan insanlığın büyük iddialı öğretiler, kurumlar dinler gibi ciddi şeylerden kaçışının romana yansıtılmasıdır. Örneğin bu sosyolojik arka plan romanın tekniğine de yansımış: Post-modernleri temsil eden romanda “giriş-gelişme-sonuç” içinde bir düzen fikri bağlılarınca ciddiye alınmamıştır. Bu konuda hem okuyucusu hem de yazarı mutabakat halindedir. Tarihin içinden kes-yapıştırlarla getirilen tiplerle zenginleşen, dikkat çeken, eğlendiren ama artık, düşündürmeyen bir yeni roman lügatinden “düzen” kavramı çıkarılmıştır. Kırık bir anlatım… kırık bir dil… geçmişle bağlarını koparmak ve hafıza oluşturacak şeylerden uzak durmak temel şiarlarındandır. Bir bakarsınız, post-modern romanın son sayfasına ait cümle, dairesel bir anlatımla kitabın aynı zamanda giriş cümlesi de oluvermiş! Tam bir tepki romanıdır post-modern roman.
Seçkinlerin eğlence kültürüne uygun olmasıyla anlatımı “beyaz” bir anlatımdır. Anlatacağı önemli bir meselesi yoktur. Okuyucuyu meşgul etmesi karşılığında hoşça geçirilen zamanlar dışında bir vaadi de yoktur. Tabidir ki, post-modernlerin her şeyi değersiz ilan ettiği bir dünyanın değerleri de beyaz olmalıdır! Bu türe en çok başvuran yazarlar “euro-türk” diye bilinen küçük bir azınlıktır.
Türk romanı kavram ve düşünüşünden hareket etmek yerine yalnız “iyi yazılmış roman”ın peşindedirler; Dertten, tasadan ve sorumluluktan çok uzaklarda bir kolonide yaşamaya davet eder takipçilerini. Her ne kadar “eğleniyoruz” kabilinden mesajlar taşısa da bir dönemin merkez değerleriyle her daim hesaplaşmak en büyük zevkleridir: İyilere kötülükler yaptırabilir. “Şeytan ile Tanrı”yı , “efendi ile köle”yi, “melek ile insan”ı yan yana getirme sıklıkla başvurdukları oyunlardandır; oyunlarla altüst oluşmuş bir yapıyı zihinlerde canlı tutarlar. Muhitleri seçkindir. “Varolma” mücadelelerini kazanmış, “yaşama”ya yönelmiş bir dünyanın vatandaşıdırlar.