Psikiyatrisliğin yanında şiir ve deneme yazan Kemal Sayar enson çıkardığı kitabı ' Herşeyin Bir Anlamı var' ile herşeyin anlamsızlaşmasına dem vuruyor. Sayar Münevver Kara bulut ve Mardin cinayetini işleyen katiller için ise 'Bunun arkasında büyüklenme ve egosantirizm var. 'Ben yaşamaya müstahakım, ama benim dışımda olanlar yaşayamaz düşüncesi yatıyor. diyor
Kemal Sayar, yazdıklarıyla, şiirleriyle, insanlara 'kalp şifası' verdiğini söylüyor. Bazen işi gereği yaşadığı dertlerle başa çıkamadığında, kaleme sarılıyor ve yazı yazmaya başlıyor. Bir işle uğraşmayan insanları da yazmaya davet ediyor. İnsanların birbirlerine yabancılaştığı bu zamanda yazının kurtarıcı bir araç olduğunu dile getiriyor. İnsanların mutsuzluğu kanaatkarlıkla ve verici olmakla yenilebileceğini söylüyor. Kemal Sayar, son yıllarda insan psikolojisinin nasıl şekillendiğini, depresoyunun neden çağın hastalığı haline geldiğini ve psikiyatırların neden intihar ettiklerini anlatıyor. Sayar'ın psikiyatri ofisinde sadece
Karşımda kimin oturduğuna göre değişir. Eğer bir insan maneviyat diliyle konuşmamla huzur bulacaksa, bunu yapıyorum. Fakat bu dilden ürküp, dini baştan yok sayıyorsa, ona da o uslubu dayatmıyorum. Biz mesleğimiz gereği, nötr bir pozisyonda durmamız gerekir. Ben karşımdaki insanların, kendilerini iyi gördükleri bir ayna olmak zorundayım. Ayna olmak için de kendimi çok cilalamam gerekiyor.
İlk görüşmede, kişi kendini sizden saklamıyorsa birşeyler elde edersiniz. Altıncı görüşmede ise tanımış olursunuz.
Hayır, bu tam bir efsane. Ama psikolojinin verileriyle konuşursak; kamil bir şekilde inanan insan, karşılaştığı benzer streslere oranla, inanmayana göre zorlukları çok daha kolay aşabilir. Fakat Türkiye'de inançlı olmak da belli gerilimleri beraberinde getirebiliyor. İnancınızın size emrettikleriyle, dış dünyanın emrettikleri arasında ciddi bir fark oluyor. O yüzden ben bu tür insanların da, ciddi sıkıntılar yaşadığına tanık oldum.
Sayısız…
Hiç alakası yok. Psikolojik rahatsızlık, insanın dini hassasiyetlerin yitip gitmesi değildir. Psikiyatrik rahatsızlık, günlük hayatta yaşanılan olayların sonucunda, beyin kimyamızın bozulmasından kaynaklanıyor. İnsanlar böbrek ağrıdığında, Allah'tan şifa istemenin yanı sıra tıbbı çarelere başvuruyorlarsa, psikoloji içinde aynısı geçerli.
Depresyon ve panik bozukluğu. Özellikle kadınlarda daha çok rastlanıyor. 2020 yılı için dünya sağlık örgütü, en yaygın sağlık problemi olarak depresyonu tanımladı. Bu hastalık, ileride pek çok rahatsızlığın önüne geçecek. Batı toplumları iyi maddi imkanlara sahipler. Ama istatistiklerde depresyon ve intiharlar iki katına çıkmış görünüyor.
İnsanlar bolluk içinde olsalar bile, hayatlarından memunun değiller. Sosyal ilişkiler bozuldu. Batı da yakınlığın ve samimiyetin ölümünden bahsediliyor. Bir insan Amerika'da parasız kalırsa ona yardım eli uzatacak hiç kimse yok. Bizim toplumumuz bu anlamda daha avantajlı. Çünkü Türkiye'de insanlar bir zorluk yaşadığında, köylerinden erzak getirtebiliyorlar.
Çok ağır depresyon geçiren doktorların da, hastalığının vardığı boyutu göremediklerini biliyorum. Hastalık ilerlediğinde, depresyonda olduklarını ve o yüzünden kendilerini kötü hissetiklerini anlayamıyorlar.
Hayır, yine kendi sorunlarınız yüzünden depresyona giriyorsunuz.
Evet. Ama biz mesleğimizde, sürekli olumsuz şeylerle karşılaşmıyoruz. İnsanlar sadece dertlerini anlatmıyorlar. Onları önce üzüntülü birşekilde gelip, bir müddet sonra çok mutlu ayrılıyorlar. Bu bir ödül aynı zamanda. Sadece dert dinlemek olsaydı, bu işi yapmak çok yıpratıcı olurdu. Ama yine de psikiyatrisliğin zor bir meslek olduğunu düşünüyorum.
Elbette. Duygusal bağ kurmadan, karşınızdaki kişiye asla yardım edemezsiniz.
Hayır, o kadar aşırı değil tabii. Ağlaşma yeri değildir terapi odası. O zaman mesafeli duruşu kaybederiz.
Yazı büyük bir şifadır. Hiçbirşey yapamayan insanların yazı yazması lazım.
Graham Grinin bir sözün de; 'Yazar dişleriyle o masaya tutunur, intihar etmemek için' diyor. Ben birçok yazarın, şifa arıyışı olduğunu düşünüyorum. Dostoyevski, Tolstoy gibi büyük yazarlar çok ıstıraplı ruhlardır. Hayatın içindeki ıstırabı acıyı, çıplak bir gözle görebilen insanlar.
Hepimizin içinde direnç kuvvetleri var. Ve bunlar mukavemeti arttırıyor. Cesaret, iyimserlik, ümit varlık, sosyal ağın iyi olması, zorluklara çok daha iyi direnç göstermesini sağlıyor. İnançlı olup şükran duygusuna sahip olmanın, psikolojiyi güçlendirdiği düşünülüyor. Verebilen insanların, ruhen çok daha iyi oldukları despit edilmiş.
Çoğu zaman ikisi de. Kişisel gelişim ideolojileri ya da 'Secret' tarzı kitaplarda yazan yüzeysel gazlama teknikleri, insanların kendilerini suçlamalarına yol açıyor. İki gün önce danışmanım bana ; "Secret kitabını hatmettim, mutlu olamadım, kendimi suçlamaya başladım"diyor. Kişisel gelişim kitaplarının söyledikleri yüzeysel. O kitapları okuyan insanlar da çok yanlış yapıyorlar.
Çok doğru. Amerika'da bu daha fazla. Hayatta nasıl kalınır?, kız arkadaşı nasıl edinilir? gibi kitaplar çok. Bu sosyal darvinis, güçlünün zayıfı, hızlının yavaşı ezdiği bir dünyada, insanlar kendilerinden emin değiller. Doksanlı yıllarda çıkan 'kendin ol, yapabilirsin', tarzı sloganlar Amerika'da çok yaygın. Bu da insanların yerleşik sadakatini bırakmasına yol açıyor.
Mesela; Bir adam karısıyla iyi kötü bir beraberliği olmuş ve sonra çıkıp 'ben artık kendim olmak istiyorum' diyor. Bunlar kişisel gelişim idolojilerinin tesiridir. 'Niye ben hayatımı yaşamayayım ki?' diye soruyor. Ben de; 'geçmişinize karşı bir sadakatiniz olması gerekmiyor mu?' diyorum. Boşanmak ve çocuklarını bırakmak istiyor. Bu çok narsistik birşey. Çünkü o zaman kendi çıkarı, gayesi için yaşıyor ve sadakat olmuyor.
Yakınlarıyla olan ilişkilerinde. Özelikle karı - koca ilişkisinde iki tarafta birbirini 'çantada keklik' görüyor. O yüzden hoyrat davranıyorlar, zaman içinde büyük aşınma oluyor ve çok seven insanlar birden nefret ediyorlar. İkincisi; çocuk yetiştirmede yapılan hatalar. 'Çocuklar birşeyden anlamaz, önemli değil' gibi yaklaşımlarla yetiştirildiği zaman bu onların psikolojisinde mutlaka bir arıza bırakıyor.
Hüzün kültürümüzde övülen birşey. Ama bu ikisini depresyonu birbirine karıştırmamanız lazım. Hüzün daha tatlı birşeydir ve onu yaşayan insan derinleşiyor. Dünyanın faniliğini, kırılganlığını hissediyor. Bu dünyanın, ebedi yurt olmadığını hatırlatıyor. Bu ağır depresyondan çok farklı birşey. Depresyonda, hayatın kendisi çok anlamsız gelirken, hüzün aslında hayata mana veren birşey.
Tabi hüzünün patalojik bir hal alması, depresyonla sonuçlanabilir.
Dinleme azaldığı için. Herkes kendi söyleyeceği şeyi önemsiyor ve karşı tarafı dinlemiyor. O yüzden psikoterapistlede daha çok ekmek yiyor.
'İyiki böyle bir meslek var' diyorum. İnsanlar kendi içlerini döktükleri zaman, yapabilecekleri yanlış şeylerden uzak duruyorlar. Canlarına kıymıyorlar, bedenlerine eziyet etmiyorlar. Bir başkasının canına kıymıyorlar.
Bu büyük bir mefaat çatışması ama töre değil. Burada hiç bir ahlaki ilke yok. Camiideki insana kurşun sıkılıyor. Bu hiçbir törede olmayacak birşeydir. Ben de birkaç gündür hangi psikoloji ile yapıldığını düşünüyorum. Bu tür sıradışı kötülüğü açıklamakta kullanılan modeller var. Mesela; Bu duruma en iyi özetleyen 'duyarsızlık'. İnsanlar çok fazla şiddetin içindelerse, zaten adam öldürmeye alışmışlarsa, onlar için bir sonrakini yapmak zor olmuyor.
Tamamen karşıdaki şahsın nesnelleştirmesi ile ilgili. O kişiyi yok edilmesi gereken kişi olarak algılıyor. Onun çocuk, kadın veya yaşlı olmasına hiç bakmıyor. Bu terörün arkasındaki zihniyettir. Burada, kan ve soy bağının hiç önemi kalmamış. Karşısındaki insanı, çok büyük bir tehtid olarak algılıyor. Ben onu ortadan kaldırmazsam, o bana zarar verecek. Dünyadaki bir çok şiddet hareketinin özünde bu var.
Almanya'da da böyle bir olay oldu. Biri okul basıp, onlarca insanı kurşundan geçirdi. Bunu Mardin'de yaşananlarla aynı katgoride değerlendirebiliriz. Olay doğuda yaşandığı zaman, hemen zihnimiz töre gibi şeylere kayıyor. Fakat ikisin de de aynı psikopatlık ve acımasızlık var. Bunun arkasında da büyüklenme ve egosantirizm var. 'Ben yaşamaya müstahakım, ama benim dışımda olanlar yaşayamaz' düşüncesi.
Tabi… O çocukların nefretle büyütülmemesi gerekiyor. Onlara, nefret ve öfke şırınga edecek insanlardan uzak tutulması lazım. Çünkü 'Benim anne ve babam yok yere neden öldürüldü?' sorusunun cevabını veremez. Dolayısıyla çok duygusal tepkiler verecektir. Eğer siz nefreti aşılarsanız, bu kişiden büyüdüğünde çok büyük bir katil çıkar. Bu çocukların iyi olması için, ön ayak olmak lazım. Devlet tarafından onlara, kol-kanat getirildiği bir ortam sağlanmalı.
Mutluluk konusuyla ilgili, hoşuma giden bir tanım var. Oda şu; 'Mutluluk bir kelebektir, peşinden koşarsanız kaçar. Durup, beklemeyi bilirseniz, omuzunuza konacaktır'. İnsanların daha azla yetinmeyi, vermeyi ve paylaşmayı bilirlerse çok daha mutlu olabileceklerini düşünüyorum. Çünkü mutluluğun anahtarı, kanaatkarlıkta. Ne kadar basit yaşarsanız, o kadar mutlu olursunuz.
İnsanların inanma arzusu, her zamankinden daha çok. Onun doğru mecralarda bulması çok önemli. İnsan tapınan bir varlıktır ve içinde kendinden daha büyük bir güce inanma isteği vardır. Kimi insanlar, newage dinlere kapılıyorlar. Kendisyle batıp sönmeyecek, bir ideal araması lazım.
Bu insanları teselli etmek için kullanılan birşey. Para tek başına belirleyici değil. Fakat insanı kolaylıkla şımartan, büyük bir güç olduğu vehmine yolaçan bir ayartıcı. İnsanın para karşısında, çok olgun olması lazım. Para ve şöhret ilişkisinde insan ham bir kişiyse, rahatlıkla kendini tanrı sayma gibi kibre düşebilir. İnsanlar bir süre sonra alışma dediğimiz mekanizmayla çabuk doyuyor. Boğazın kenarında oturan insanlar, manzaraya bakmamaya başlıyor. İnsan arzularının sınırı yok.
Doyumsuzluğun terdavisi, kalp doktorlarında. Bizim bildiğimiz kalp doktorlarında değil tabiki. Kalbi onaran sözlerde, insanlarda. Benim kendi uğraşım da bu. İnsan ne kadar maneviyattan beslenirse, ruhunun temel ihtiyaçlarını dikkate alırsa, o kadar insanlara birşey söyleyebileceğine inanıyorum. Tanrıyı hesaba katmayan psikolojinin insanlara çok da birşey vermediğini düşünüyorum.
Ben bunu İstanbul'da gördüğümde çok şaşırmıyorum. Sonuçta Münevver Karabulut cinayeti de bireysel birşey. Fakat çok vahşice ve narsistik birşey. 'Sen benim narsistik duygularımı tatmin etmedin, beni seni bu ölçüde bir vahşetle yok edebilirim' diyor. Sonra ortadan kayboldu, onuru da yok merhameti de. Büyük bir kötülük yaptıysan teslim ol. Ama o; 'Hayır benim hayatım çok kıymetli' diyor. Bu resmen arsızlık.
Bazı insanlar, antisosyol kişilik bozukluğu dediğimiz, vicdan eksikliği ile malül bir rahatsızlık gösteriyorlar. Bu insanlar aramızda yaşıyorlar. Günlük hayatın içinde yiyorlar, içiyorlar, bu antisosyal özellikleri ile güçlü lideler haline de gelebiliyorlar. İş hayatında da bazı antisosyaller, başkalarını ezerek çok iyi yerlere geliyor.
Temel özelliği, empati yapamamasıdır. Karşısındaki çektiği acıya karşı, en ufak bir duyarlılık göstermez ve vicdan eksikliği vardır. Antisosyal, başka birine verdiği acı için ıstırap duymaz. insanları nesnelleştirirler. Çoğu kriminal tip, antisosyaller arasından çıkar. Bugün Amerika'da hapisanelerdeki mahkumlara baksanız, yüzde sekseni antisosyaldir. Ben bu ölçüde vahşice bir cinayetin, esrar, eroin gibi bir takım maddelerin tesiri altında ya da çok ağır bir kişilik patolojisiyle işlenmiş olduğunu düşünüyorum.
Bu yanlış birşey. O ailenin özelliklerini bilmiyoruz. İnsanın suç işleyen, hele de böyle vahşi bir cinayet işleyen bir çocuğu korumak çok kabul edilemez birşey. Bu 'Biz de bu cinayete ortağız ve onaylıyoruz' demektir. Burada da narsistik birşey var. 'Benim çocuğuma birşey olmasın, diğerlerine ne olursa olsun' bakışı. Günümüz kültürü, sosyal darvinizmi çok ön plana çıkarmış durumda. Bunu çok tehlikeli buluyorum. Güçlü olan, zayıfı ezer mantığı insanları perişan ediyor. Türkiye'de de maalesef, kanunun güçlü olanı kolladığı düşüncesi yaygın. Bu olayda kamuoyu baskısı oldukça iyi ve ben en kısa zamanda suçlununda yakalanacağına inanıyorum. Bu da insanları çok rahatlacak.
Çünkü 'güçlü insanlar, ceza almaz' düşüncesi adaletin içini oyar. Bunun yok olması lazım.