MESAJ HATTI / “Altyazılı gösterim, filmin görselliğinin yüzde 30'unun kaçırılmasına neden oluyor”

Ali Murat Güven
00:009/08/2009, Pazar
G: 9/08/2009, Pazar
Yeni Şafak
MESAJ HATTI / “Altyazılı gösterim, filmin gö
MESAJ HATTI / “Altyazılı gösterim, filmin gö

Değerli dostum Ali Murat Güven,


Ülkemizdeki sinema seyircisinin 1970'li yıllardan başlayarak gitgide azalması ve salonların kapanması olgusu, uzun bir süre boyunca yalnızca televizyon yayınlarının olumsuz etkisi üzerinden açıklanmaya çalışıldı. Konuya kafa yoran sinema çevreleri, 1960'lı yılların sonlarından itibaren yabancı filmlerin Türkçe seslendirmesinden vazgeçilip, bunların -çoğunlukla- altyazılı olarak gösterilmeye başlanmasının yarattığı olumsuz etkiler üzerinde ise nedense pek fazla durmuyorlar.

31 Mayıs 2009 Pazar tarihini taşıyan köşe yazınızla, belki de yıllar sonra ilk kez bu konuyu siz gündeme getirmiş oldunuz. Sektörümüze verdiğiniz destek ve gösterdiğiniz ilgi için gönülden teşekkür ediyorum.

1960'lı yılların sonuna kadar Türk işletmecilerinin ithal ettiği yabancı filmler İstanbul, İzmir ve Ankara gibi büyük kentlerde hizmet veren belirli sayıdaki sinema salonunda (bu yöntemle film izlemeye meraklı, aynı zamanda da yabancı dil bilgisini geliştirmek isteyen sınırlı bir seyirci kitlesi için) orijinal dillerinde ve Türkçe altyazılı olarak gösterilir, anılan dar kapsamlı uygulamanın dışında kalmayı tercih etmiş daha geniş bir salon grubu ise aynı filmleri Türkçe seslendirmeli olarak oynatırdı. Böylelikle, yabancı dillere ve altyazı takip etmeye fazlaca âşina olmayan seyirciler de perdedeki öyküyü, hiç bir ayrıntısını kaçırmaksızın, yüzde yüz anlayarak takip etme fırsatı bulurdu.

Bu güzel ve yararlı gelenek, filmlerin renklenmesi ve buna bağlı olarak da seslendirme işlemi için çok daha fazla harcama yapılması gerektiği için 1970'lerde birlikte yavaş yavaş terkedildi. Söz konusu değişim, Türk milletinin kulağı yabancı dillere daha fazla alışsın diye yapılmadı. Aksine, işletmecilerin, gösterim haklarını satın aldıkları yabancı filmlerin Batı ülkelerindeki sinemalarda aylarca kullanılmış, sayısız çizik ve kopuk içindeki kopyalarını (sıfır kopyanın en az üçte biri fiyata) getirtip üstlerine altyazı basma yönteminin -sözümona- daha ekonomik olduğunu fark etmeleri nedeniyle seslendirme geleneğinden vazgeçildi.

Siyah-beyaz filmlerin seslendirilmiş yeni kopyalarının basılması ucuz ve kolay bir işlemdir. Ki zaten ülkemizde, 1970'lerin başlarına kadar da filmlerin büyük bir bölümü siyah-beyaz olarak gösteriliyordu. Ancak, renkli gösterim söz konusu olduğunda, yabancı dağıtıcılardan bu filmlerin (pozitif kopya basımına yarayan) “dub-negatif”lerini satın alma ihtiyacı doğdu. İşletmeciler, gerek o tarihlerde Türkiye'de doğru düzgün renkli film yıkama altyapısının olmaması, gerekse renkli kopyaların yüksek seslendirme maliyetleri nedeniyle, olayın yönünü bir kaç yıl içinde “altyazılı gösterim”e doğru çevirmek durumunda kaldılar.

Salonlara altyazılı kopyaların egemen olması sonucunda da okuma-yazma becerisinin, özellikle fonksiyonel okuma-yazma oranının son derece düşük olduğu ülkemizde, insanlar büyük bir hızla sinemadan uzaklaştı. Araştırmalar göstermiştir ki yabancı dil bilmeyen ya da hızlı yazı takip etme konusunda özel eğitim almamış sıradan bir seyirci, iki saatlik bir filmin ortalama yüzde 30'unda “Yazıları okuyacağım” derken perdedeki görüntü akışını kaçırır. Böylece, izlediği filmin bir çok belirleyici sahnesinin de farkına varamaz.

Öte yandan, zaten altyazılar da filmlerdeki her cümlenin birebir çevirisi değil, geniş bir özeti olacak biçimde hazırlanmaktadır. Bu kısaltmalı çeviri tekniği ise sinemaseverler tarafından yine bir çok ayrıntının kaçırılmasına yol açmaktadır.

Altyazılı filmleri izlerken aşırı derecede yorulan seyirciler, bu uygulamaya bir türlü ısınamadıkları için salonlardan da peyderpey ellerini eteklerini çektiler. Gözleri yeterince iyi göremeyen yaşlılar, yanısıra hızlı altyazı takip etmeye yatkın olmayan kadınlar ve çocuklar, böyle bir uygulamada ilk kaybedilen sinemasever grubu olmaktadır. Nitekim, bizde de bütünüyle benzer bir durum yaşandı ve “aile” sinemadan çekildi. 1970'li yılların başlarında, yaklaşık 3000 adet kapalı, 2500 adet de açık hava sineması olan Türkiye'de sinema salonlarının sayısı giderek azalırken, bu sayı 1980'li yılların ortalarında 350'ye kadar düştü.

Sinema işletmeciliğinde pek çok konu birbirine göbekten bağlıdır ve çözülemeyen bir sorun kısa süre sonra diğer pek çok sorunu da tetikler. O yüzdendir ki bu ürkütücü gerileme, ülkemizde gösterime çıkan yabancı filmlerin hasılatları kadar, yerli filmlerin üretimini de tıkanma noktasına getirdi. Sinema salonları kapandıkça, zaten tek-tük çekilmekte olan yerli filmler de seyircilerin huzuruna çıkabilecekleri kaliteli salon bulmakta zorlanmaya başladılar.

Bu tarihî süreç içinde, televizyonun etkisini görmezden gelmek de mümkün değil hiç kuşkusuz… Televizyonun giderek yaygınlaşması, yayınların gün ve saatlerinin artması, beyazcamda sinema filmlerinin de yayımlanmaya başlanması, böylelikle seyircinin film izleme ihtiyacını sinema dışında karşılayabildiği rahat (ve ücretsiz) bir alternatife kavuşmuş olması da salonların gerilemesinde önemli birer etken olmuştur.

Sonrasında ise mâlûmunuz, 1990'ların ortalarından itibaren gerek Türk sineması, gerekse film işletmecileri kendilerini toparladı ve şöyle böyle bir 10-15 yıl boyunca görece daha hareketli bir dönem yaşadık.

Tam da “Türk sinemacılığı artık kefeni yırttı, bundan böyle çok güzel günler gelecek” derken, son bir-iki yıldır sektörümüzde ne yazık ki yeniden duraklama ve gerileme emareleri başlamıştır. Üstelik, geçmiş gözlemlerimin ışığında, şimdiki manzaranın öncekilere göre çok daha vahim bir küçülme dalgasının habercisi olduğunu söylemek zorundayım.

Öte yandan, içinde bulunduğumuz bu yeni kriz sürecinde, seyircinin sinema salonlarını terk etmeye başlamasının tek nedeni olarak “altyazılı gösterim”i işaret etmek de yaşanan sorunun boyutlarını tanımlamada yetersiz kalmaktadır.

Doğrudur, böyle bir sorun öteden beri vardı. Türkiye'de filmlerin -genellikle- alt yazılı olarak sunuluyor olması, ülkemizdeki istikrarlı sinema seyircisi sayısının genel nüfusa oranla çok düşük seviyede kalmasının ve insanların ancak iki-üç yılda bir sinemaya gitmesinin öncelikli nedenlerinden biri sayılabilir. Ancak, biz sinemacılar özellikle son bir yıldır bundan bile daha karanlık bir aşamaya girmiş durumdayız. Çünkü, düzenli olarak sinemaya gitmeyi insanî bir ihtiyaç olarak gören, filmleri altyazılı izlemeyi kendisine fazlaca dert etmeyen, hattâ bu yöntemden hoşlanan çekirdek kitle de artık yavaş yavaş sinema salonlarını terk etmeye başladı!

Bunun en önemli nedeni hiç kuşkusuz ki dünyada ve ülkemizde yaşanan büyük ekonomik krizdir. Sinemayı vazgeçilmez bir “kültürel gıda” olarak gören en sadık seyirci kitlesi bile artık haftada bir sinemaya gitmekte zorlanıyor; bilet parası için yaptığı harcamayla evinin bir başka ihtiyacını karşılama yoluna gidiyor. Pekiyi, haksız mı bu insanlar? Değiller elbette… Günümüzde dört kişilik bir ailenin yapacağı hafta sonu sinema gezisi, nereden bakarsanız bakın, yoluyla, yemeğiyle ve biletiyle en az 100-150 lirayı bulmaktadır. İnsanlar bu parayı eskisinden de zor kazanmaya başladıkları için, son zamanlarda harcama yaparken bir değil, tam on kez düşünüyorlar. Bu soruna getirilecek en somut çözüm ise sektörde silsile hâlinde herkesin bazı gelirlerinden fedakarlık etmeyi kabullenmesidir. Devlet ve yerel yönetimler işletmecilerden daha az vergi, harç ve rüsum alır, işletmeciler de daha az kâr etmeyi kabullenirlerse, o durumda bilet fiyatları da düşer ve insanlar için sinemayla gitmek daha az külfetli bir eğlenceye dönüşür. Nitekim şu sıralarda bazı salon işletmecileri (devletten ya da yerel yönetimlerden bu yönde herhangi bir destek görmemelerine karşın) bilet fiyatlarında ciddi dampingler uygulamaya başladılar.

Sektördeki daralmanın bir başka önemli nedeni de televizyonlarda haftada ortalama 300 sinema filmi gösteriliyor olmasıdır. Bu, gerçekten de ayarı kaçmış bir programcılık anlayışı… Öyle ki ekrana çıkan filmlerin arasında daha üç-beş ay önce salonlarda gösterilmiş çok yeni yapımlara rastlayabiliyorsunuz. Televizyon kanallarının sinema filmlerini bu denli bol keseden tüketmeleri, DVD-VCD satışlarından başlayıp Pay TV sistemiyle yayın yapan paralı kanallara kadar sektörün bir çok yan kolunu da son derece olumsuz etkilemektedir.

“Televizyonda Sinema” saatleri, seyircilerin merak ve özlemle bekledikleri, az ve öz film yayını yapılan daha değerli kuşaklara dönüştürülmelidir. Oysa, bugünkü manzara, bir filmin bitip diğerinin başladığı “işporta tezgâhı” görümündedir. Bundan daha da kötüsü, her türlü ciddiyetten uzakta ve ölçüsüz bir kâr beklentisi içinde yayına sokulan reklâm kuşakları, sinema filmlerini 8-10 parçaya ayırmalarıyla seyircideki uzun metrajlı film izleme zevkini de öldürmektedir.

Bu arada, internetin yaygınlaşmasıyla birlikte oradan indirilen ya da sokaklardan satın alınan yasadışı korsan filmlerin sayısının olağanüstü boyutlara ulaşması da sektörün gelişimini durduran diğer bazı önemli nedenler arasında yer alıyor.

Öte yandan, sinema salonlarının ardarda kapanmasının yarattığı sorunları yalnızca “ekonomik kayıp” boyutunda algılamak konunun eksik değerlendirilmesine yol açacağı için, bu olayı toplumsal ve kültürel gelişime verdiği zararlar açısından da görebilmek gerekir. Türk toplumunu oluşturan genç-yaşlı üyelerin “sinemaya gitme” alışkanlığını yitirmekten dolayı gördükleri zararın, bana göre işletmecilerin uğradığı ekonomik zarardan hiç de geride kalır bir tarafı yok. Çünkü, kâh tek başına, kâh diğer aile üyeleriyle ve arkadaşlarla birlikte toplanıp sinemaya gitmek “toplumsallaşma”nın ve başka insanlarla uygarca iletişime geçmenin çok önemli bir aracıdır. Bir sinema gezisi, insanlara hoşça vakit geçirttiği gibi, onlara giyim-kuşamlarına dikkat etmekten yeni insanlarla tanışmaya, sanat eserlerini kaliteli ve yasal yöntemlerle tüketmenin doğurduğu keyiften sinema sanatı üzerine yeni bilgiler edinip derinlemesine düşünmeye kadar aynı anda pek çok kanaldan kültürel gelişim fırsatı sağlar. Tabiî, bu arada, sinemaya gitmek üzere evinden dışarı çıkan insan az ya da çok “tüketim” de yapar. Vitrinlere bakar, yeni ürünlerden haberdar olur, başta ulaşım, bilet ve yiyecek-içecek olmak üzere ekonomik gücü oranında para harcar. Yolda alınan bir simit bile sözünü ettiğim o tüketim zincirinin anlamlı bir parçasıdır. Bu da ülke ekonomisinin hareketli kalmasını sağlayan itici bir güç oluşturur.

Oysa, eve kapanıp küçük bir bilgisayar ekranında zaman geçirmenin ya da kötü görüntülü bir korsan DVD'yi izlemenin topluma hiç bir getirisi yoktur. Nitekim, şimdilerde aynen bu şekilde yaşayan ve sinemayı da böyle bir yaklaşımla tüketen devâsâ bir gençlik kuşağı türemiş durumda… Yasal film, müzik, bilgisayar oyunu ya da bilgisayar programlarına asla bedelini ödemeyen, bu tür ürünleri korsan kopyasından edinip kullanmayı alışkanlık hâline getirmiş, bir oturuşta 10 film izleyen ve bunların çoğunu göz ucuyla izlediği için de sonradan hatırlayamayan, sosyalleşme ve dikkatini toplama noktasında alabildiğine sorunlu bir kuşak…

Televizyon ve internetin giderek edilgen kıldığı günümüz insanının salonlardan uzaklaşması sorununu bir de ülkede yarattığı “asosyal kitle” üzerinden görmek gerekiyor ki bence sinemaya gitme kültürünün ortadan kalkmasıyla birlikte alacağımız en acı darbe de bu olacaktır.


En iyi dileklerimle,


Dr. TEKİN ÖZERTEM

Umut Sanat Filmcilik ve Sinemacılık A.Ş.

Genel Koordinatörü

TRT Çocuk ve Gençlik Programları Bölümü Eski Müdürü