'Buz Keserken', alabildiğine düşük bütçesi, kullandığı sınırlı olay mekânı ve henüz yolun başındaki isimsiz oyuncularına karşın, gerilim sineması adına izleyiciye yine de hoşça vakit geçirtmeyi bilen, heyecan dolu bir 'kapana kısılma' öyküsü... Bu arada, altını çizerek belirteyim ki -zaman zaman her ithalatçı/dağıtıcı şirketin yaptığı türden bir laubalilikle- filmin Türkiye'de yalnızca orijinal ismiyle gösterime sokulmasına bir tepki olarak, anlattığı hikâyeye gayet uygun gördüğüm bu Türkçe çeviri ismi ona ben yakıştırdım. Çünkü, burası Türkiye!
Biri kız üç genç snowboardcu, Parker, Joe ve Dan için, muhteşem bir kayak merkezinde gönüllerince spor yaparak geçirdikleri keyifli bir gün, son turlarında bindikleri telesiyej aracında mahsur kalmaları üzerine gerçek bir kâbusa dönüşür. Hava yavaş yavaş kararırken, pistin güvenliğini sağlayan ekibin de ışıkları söndürmesi nedeniyle, kahramanlarımız yerden oldukça yüksek bir noktada, telesiyejin üzerinde asılı kalmışlardır. En kötüsü ise varlıklarından hiç kimsenin haberi yoktur!
Donma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan gençler, bir sonraki hafta sonuna kadar kapalı olan kayak merkezinde, gecenin karanlığı bastığında etkisini iyice artıran dondan canlarını kurtarabilmek için akla hayâle gelmeyecek yollar aramaya başlarlar. Kendilerine biraz olsun hareket alanı yaratabildiklerinde ise karşı karşıya oldukları yegâne tehlikenin dondurucu soğuk olmadığını dehşet içinde fark edeceklerdir. Birkaç saat öncesine kadar tahmin bile etmedikleri akıl almaz bir durumla boğuşurken, hayatta kalmak uğruna gösterdikleri bu yoğun çaba, onlara insanoğlunun başına gelebilecek en kötü ölüm biçimini alt edebilecek kadar güçlü olup olmadıklarını da gösterecektir.
Muhtemelen, 1970'lerin ikinci yarısındaki bir yaz sezonu ikinci vizyon gösterisinde izleme fırsatı bulduğum bu mütevazı film, o gün bugündür “klostrofobik filmler” kategorisinde daima hatıralarımın baş köşesinde duruyor. Öyle ki, Brenner'in durumu fark eden uyanık bir arkadaşı sayesinde, bina içinde saatlerce umutsuzca boğuştuğu köpeklere tam da yem olmak üzereyken polis tarafından kurtarılış ânı hâlâ bütün canlılığıyla gözümün önünde. Çocukken insan böylesi ürkünç hikâyelerden çok daha fazla etkileniyor çünkü…
1975, Holliston-Massachusetts doğumlu genç Amerikalı yönetmen Adam Green'in yarattığı kapana kısılma duygusu klostrofobik (kapalı mekâna dönük) bir mahiyet arz etmiyor gerçi; aksine filmin üç kahramanının gözünün önünde istemedikleri kadar geniş bir doğa parçası var. Fakat, bütün bu ufka topu topu iki metre genişliğindeki bir telesiyejin üzerinden bakmak zorunda kaldığınızda, üstüne size bir de açlık, susuzluk, korku ve gece eksi 20'lere düşen bir hava durumu eşlik etmekteyse işler değişiyor elbette…
Mâlûmunuz, “felaket filmleri” 1970'lerde pek bir modaydı. Yapımcılar, depremden çığa, dev örümcek istilalarından piranhalara kadar akla hayâle gelebilecek ve de gelemeyecek her türlü doğal âfeti, insanoğlunun hayatta kalma güdüsünün odak noktasında olduğu -en pahalısından en pespayesine kadar- irili ufaklı bir sürü sinemasal gösteriye dönüştürmüşlerdi o dönemde… Sonrasında ise bu akım bıçakla kesilir gibi ortadan kalktı ve neredeyse bir 25 yıl boyunca hemen hiç felaket filmi izleyemez olduk. 1990'ların ortalarından itibaren ise anılan akımın yavaş yavaş geri döndüğünü, ancak bu kez çoğunlukla “Titanic”, “Armageddon” ve “2012” gibi dev bütçeli yapımların ilgi alanına girerek yoluna devam ettiğini gözlemlemekteyiz.
Öte yandan, bu filmi ithal eden Medyavizyon şirketine de bir çift sözüm olacak. Burada Madonna'nın bir müzik videosundan söz etmiyoruz ve hiç bir özel anlamı bulunmayan “Frozen” sözcüğünün neye karşılık geldiğini Türkiye topraklarında yaşayan bütün sinemaseverler anlamak zorunda değil… Tamam farkındayım, dar bütçeli bir prodüksiyon bu, fakat film dar bütçeli diye ona Türkçe bir çeviri-isim koyacak ve (en azından internet ortamı için) Türkçe bir poster hazırlatacak kadar da perişanlık içinde değilsiniz herhâlde!
Ortada herhangi bir mâkûl gerekçe bulunmaksızın, sırf müşkülpesentlikten ve “kültürel teslim olmuşluk”tan dolayı özgün isimleri Türkçe'ye çevrilmeyen bu gibi filmlere özel bir gıcığım olduğu için, ben sizin yerinize zahmete girmeyi üstlendim ve filme gayet yakışan, özgün anlamını da fazlasıyla karşılayan “Buz Keserken” ismini uygun gördüm. Geçmişte aynı tavrı sergilemiş ve halen sergilemekte olan bütün ithalatçılara/işletmecilere karşı yıllardır inatla sürdüregeldiğim standart bir uygulamadır bu... Emin olun ki şimdiden sonra da hiç ödün vermeden Frenkçe film isimlerinizi Türkçe'nin ruhuna uyan karşılıklarla çevirmeye devam edeceğim!