Peter Weir'in 1990 yapımı 'Yeşil Kart'ı başta olmak üzere sinema tarihine geçmiş pek çok popüler filmden güçlü esintiler taşıyan 'Teklif', öyküsünün bilindikliğine karşın, gerek usta oyuncuları gerekse yönetmeni Anne Fletcher'in kadınca dokunuşları sayesinde yine de keyifle izlenen bir romantik komedi...
Fakat, Amerikan Göçmen Bürosu'ndan gelen sarsıcı bir haberle, Margaret'in yaptığı bütün o gelecek planları ansızın çöker. Yetkililer, kahramanımızın ülkedeki çalışma iznini uzatmayı reddederek, onu kuzey komşularına geri postalama kararı almışlardır.
Margaret, haberin ilk şokunu atlatır atlatmaz derhal kafayı çalıştırır ve yayınevinde kendisine yıllardır türlü türlü çileler çektirdiği ezik asistanı Andrew Paxton'u da işin içine dahil ettiği hınzırca bir plan geliştirir. Göçmen bürosu elemanlarına Andrew ile nişanlı olduğunu söyleyerek paçayı kurtarmaya yeltenen genç kadın, asistanıyla yapacağı ısmarlama bir izdivaç sayesinde yabancılara ülkede oturma ve çalışma hakkı veren “Yeşil Kart”lardan birinin sahibi olmayı ummaktadır.
Ancak, planı duyduğu andan itibaren ortalıklarda dumur pozisyonunda dolaşan Andrew, böylesi bir kuyruklu yalana ortak olmak için kendince bazı koşullar öne sürer. Zoraki çift, gelenekler uyarınca damat adayının ailesiyle tanışmak için kuzeydeki Alaska eyaletinin yolunu tutar. Büyük şehirde daima kontrollü ve otoriter bir kadın olan Margaret, orada karşılaşacağı birbirinden komik durumlar karşısında ise sudan çıkmış balığa dönecektir. İkili, peşlerindeki göçmenlik bürosu yetkililerini başlarından savmak için düzenledikleri göstermelik nikâh sırasında, bu plana sonuna kadar bağlı kalacaklarına istemeden de olsa yemin etmek zorunda kalırlar. Üstelik, bunun hem yasalar, hem de gönüller cephesinde çok tehlikeli sonuçlara yol açacağını bile bile…
Doğrusu, yapılan hesap -en azından başlangıç aşamasında- üç aşağı beş yukarı böyledir. Fakat, birlikte çekilmiş samimi fotoğraflar, masa başında türetilmiş sahte hatıralar ve süreci takip eden yetkililerin karşısında kurulan yalancı yakınlaşmalarla her safhası dikkatle kılıfına uydurulmaya çalışılan bu ilişki, giderek “sahici” bir hüviyete bürünmeye başlar. Aynı evi zoraki de olsa paylaşmanın doğurduğu insanî bir hâlin tezahürü olarak, adım adım “gerçek aşk” gündeme gelir. Kısa bir süre öncesinde, yapacakları danışıklı evliliğin karşılığında hemen hemen yalnızca “kaç para alıp vereceklerini” konuşan çiftimiz, bir de bakarız ki birbirlerine fena hâlde abayı yakmış! Böylesi yakınlaşmalarda başa gelebilecek en kötü şey ise yetkililerin, karşılarında duran bu ilişkinin gerçekliğine (her geçen gün biraz daha alevli bir görünüm almasına karşın) yine de inanmamaları ve “vize bekleyen taraf”ı ülkeden apar topar uğurlamalarıdır.
Başta da belirttiğim üzere, “Amerikan göçmen kabul yasalarının diktiği yüksek barajlar nedeniyle sevdiceğine kavuşamama” temasının, Oliver Stone'un 1986 yapımı savaş draması “Salvador”dan Peter Weir'in 1990'da çektiği “Yeşil Kart”a kadar, beyazperdede şimdiye kadar pek çok kez karşımıza çıkmışlığı söz konusu… Ancak, tıpkı şarkılarda olduğu gibi, “aşk” ve dahası “aşkına kavuşamama” üzerine filmlerin modası öyle kolay kolay geçmediğinden dolayı, ikamet izni almanın sırat köprüsünü aşmayı çağrıştırdığı kimi Batı ülkelerindeki senaristler de aynı temayı evire çevire yeniden gündeme getirmeyi pek bir seviyorlar.
“Teklif”, hayranlarının nicedir kendisine yakışan türden hafifmeşrep bir öyküde görmeyi özlediği Sandra Bullock ve genç kızların yeni gözdelerinden Ryan Reynolds'lu kadrosuyla, maça daha baştan 2-0 önde çıkan bir film… Böylesine popülist bir altyapının üzerine, Pete Chiarelli'nin garantili senaryosu ve belli ölçüde de yönetmenin eseri olan, kadın ruhunun en derinlerindeki duyarlılıklara yönelik kimi hoş dokundurmalar, onca neşeli durumun ardından gelen göz yaşartıcı sekanslar eklenince, söz konusu formattan beklenen lezzet fazlasıyla alınmış oluyor.
Sinemasal açıdan zayıf bir hafta sonunda, romantizmden şaşmayan sevgililer, sözlüler, nişanlılar, yeni evliler ve -birazcık zorlamayla- evlilikte kıdem kazanıp “dinozorlaşmış” çiftler için, hem neşe hem de hüznün bir arada idrak edileceği, izlenmesi keyifli, ancak izlendikten sonra da aynı süratle unutulup gitmeye mahkûm bir aşk masalı… Eğer ki loş salonlardan öncelikli talebiniz buysa, maharetli yönetmen Fletcher'ın duygusal numaraları ve özellikle başrolündeki Bullock'un sergilediği deli dolu oyunculukla paranızın karşılığını yeterince vaad ettiğini söylemek mümkün…