Geçtiğimiz günlerde başta Emek Sineması olmak üzere arka arkaya perde indiren sinemalardan ne ses var, ne seda. Sinemaların kapısına vurulmuş kilit aslında sanata ve insana vurulmuş bir kilit midir? Bu soruyu sinemaya gönül vermiş, yıllarını adamış önemli isimlere sorduk
Sinemayı seven insanlar için sinema dev bir ekrana yansıyandan fazlasıdır. Vazgeçilmezdir. Filmin içinden hayata süzülmek istersiniz. Sinema bir kültürdür, hayatı aktarır perdeye. Hiç gitmediğimiz kentlere götürür bizi. Hiç tanımadığımız insanlarla tanıştırır. Sinema yalnızca eğlendirmez ki. Olaylara bakış açısı kazandırır. Ve işte bu yüzden sinema bir toplumun emniyet sibobudur bana sorarsanız. İsteriz ki sinemanın büyüsünü herkes yaşasın. Oradaki dünyalara herkes dahil olsun. Neden böyle uzun uzadıya sinemanın önemine vurgu yaptım? Çünkü yenilerinin açılması acil ve gerekliyken var olanların kapanması bizi üzüyor. Peki neden? Ya ekonomik sıkıntıların üstesinden gelemedikleri için ya yıkılma tehlike yaşadıkları için ya da yerlerine bir alışveriş merkezi daha çok yakışacağı için. Geçtiğimiz iki yılda toplam 35 sinema kapatılmış. Bunların birçoğu İstanbul'da hem de sanatın farklı kültürlerde nefes almasına izin veren İstiklal Caddesi'nde. Uzun yıllardır emeğini sinemadan esirgemeyen Emek Sineması ne yazık ki şimdilerde kapalı. Sinema salonlarının perdelerini indirdiği bu sezon yerli film anlamında ise oldukça zengindi. Film sayısının artışıyla salonların kapanması arasındaki çelişkili durum gerçekten kafa karıştırıcı. Önümüzde duran her şey sinema sektörünün sekteye uğradığı yönündeyken, asıl önemli soru insanın sinemasız, sanatsız bir hayatın içinde nasıl konumlanacağı. İşte bu nedenle sinemaya mı yoksa insana mı kilit vurulduğunu sorguluyoruz. Sinema üstatlarının çok değerli görüşleri de bize bu yolda eşlik ederek ışık tutuyor.
Sinemaların kapanmasıyla tam bir kültürel dram yaşandığını söyleyen Sinema Eleştirmeni Atilla Dorsay, “Sinemalar insanların biraz eğlenceye, biraz da sanata yönelik zaman geçirdikleri bir etkinlik. Büyük ve gelişmiş yerlerde sinema önemliyse, küçük yerlerde çok daha önemli. Sinemacılar olmazsa insanlar televizyonla baş başa kalıyor ve çok yüksek olmayan bir düzey kazanıyor. Televizyonun eğitmesi ve aynı zamanda eğlendirmesi mümkün değil. Bunun tek bir yolu var: O da sanat. Nedense hala somut bir adım atılamadı. Türkiye'nin ekonomisi birçok ülkeye göre iyi durumda, rant ekonomisi çok iyi işliyor. Salonları korumalıydık. Biz basın olarak sesimizi çıkardık ama yine de harekete geçirmeye yetemedi. Gerekli hassasiyeti sağlayamadık” diyor.
Sinemanın ticari kanadında filmini en uygun ambiyansta değil de maksimum kar amacıyla izleyiciye sunan zihniyetlerin çoğunlukta olduğunu söyleyen Alin Taşçıyan, “İstanbul'da yıkılan, yanan, kaderine terk edilen, kapanan, iş ya da alışveriş merkezi yapılan sinema salonları kültür ve tarih bilincinden yoksunluğumuzun bir simgesi. Sinemayı geniş kitlelere hitap eden eğlence endüstrisinin bir ticari ürünü sayan, sanata dair hiçbir manevi algısı olmayan kapitalist zihniyetin tasarrufları sonucu bu hale düştük. Sürekli korsan DVD izleyen ya da indiren genç kuşakların kurbanı oldu güzelim tarihi salonlarımız. Sinemadan kar amacı güdenler çoğunlukta olmalı ki sinema salonlarının durumuna hiç tepki vermiyorlar” düşüncesinde.
Yaşananların hiç hayırlı gelişmeler olmadığını düşünen Yönetmen Derviş Zaim, toplumdaki farkındalık bilincinin gelişmemesinden üzgün. Zaim, “Sinema sektörü için çok kötü gelişmelere tanık oluyoruz. Emek Sineması'nın durumu ortada. Hala bir gelişme yok. O kültürün, tarihin yaşatılması gerektiğini düşünüyorum. Ortadaki vurdumduymazlık beni üzüyor. Mücadeleye devam etmek gerekir. Ancak vatandaşın bilinci artarsa mesele çözülür.
O sinemanın yaşaması için devlet desteği gerekir. Ama asıl önemli olan sağduyulu yaklaşım. O gelirse gerisi gelir diye düşünüyorum. Genel olarak farkındalık ve bilinçle uzun vadede çözülebilir. Vatandaşın koşa koşa gitmesi lazım, destek olması lazım” görüşünde.
Sektör hakkındaki bilgilerini güncelleştirmediğini söyleyen Yazar Nihal Bengisu Karaca, bu durumun şöyle bir zihniyetten kaynaklanabileceğini düşünüyor: “Sinema artık başlı başına bir sanat ya da kültür alanı olarak görülmüyor. Alışveriş ve eğlence ihtiyacının bir parçası olarak görülüyor, tüketim ihtiyacının bir kalemi olarak... Bu durum sinemaları küçültüyor, kitle tarafından alımlanma biçimini belirliyor ve hatta giderek sinemanın içeriğine kadar uzanan bir dayatmaya dönüşüyor. Sinema salonları kapatılıp, film izleme olgusu alışverişin ve hafta sonu boş vakit geçirme ediminin bir uzantısı olarak algılandığında, sinema AVM'lerde tüketilebilir olan filmler üretme amacıyla paralel hareket eden bir sektöre dönüşüyor. Kültürel liberalizm, devlet baskısı altındaki sanattan iyidir sanıyorduk. Pek öyle değilmiş. Sovyetler döneminde sinema sanatı adına çok önemli eserler üretildi ama bakın liberal toplumlarda sinema, piyasanın dayatması altında kala kala nereye geldi?”
Beyoğlu'ndaki kapanan sinemalar hakkında aylardır patırtı kopartan kimi çevreler, nostalji duygusunun ve hayata yönelik bu tür bir romantik bakışın yalnızca kendilerine has özellikler olduğunu sanıyorlar. Ancak, ben ise çocukluk ve gençlik dönemi hatıralarını fazlasıyla önemseyen bir balık burcu erkeği olarak, aynı zamanda bir ayağımın da yere çok sağlam basmasından yanayım.
Doğrudur, son 15-20 yıldır Beyoğlu-İstiklâl Caddesi üzerindeki bazı sinemalar ticarî faaliyetlerine son verdiler. Kepenk indiren o sinemaların tamamında, İstiklâl Caddesi'ne hemen hiç işi düşmeden, sırf modaya uymak amacıyla çığırıp duran diğer şehirlerdeki aktivistlerden bin kat daha fazla hatıram vardı benim… Şimdi yerinde bir müzik mağazası olan Lale'de, yönetmen Sam Raimi'nin “Evil Dead”ini değişik arkadaş gruplarıyla tam bir hafta üst üste her gün orada seyretmiştim meselâ... Böylesine tutkulu ve çılgınca bir korku filmi merakı kaç kişiye nasip olmuştur yahu! Aynı şekilde Elhamra, Alkazar, Emek… Hepsinin salonlarında yeniyetmelikten itibaren nice serüvenlerim olmuştur.
Fakat, mimari biliminin tartışılmaz bir gerçeği var. Binalar da aynen insanlar gibidir. Doğarlar, yaşarlar ve kendilerine en başta biçilen teknolojik ömrü tamamlayıp ölürler. Bazıları ise bu ömrü bile geçiremeden şiddetli depremler ve yangınlarla erkenden tahrip olur.
Batı ülkelerinde de içinde insanların nice güzel hatıraları olan pek çok binayı 40-50 yıl gibi sürelerin sonunda uzmanlar getirtip patlatıyorlar. Neden? Amerikalılar, Almanlar, Japonlar kendilerine durduk yerde ekstra iş ve masraf çıkartacak kadar aptal mı? Çünkü bina ekonomik ömrünü tamamlıyor ve iskelet sistemi de kısmî restorasyonlarla ayakta tutulamayacak kadar yorgunlaşıyor. “Çimento yorgunluğu”, “metal yorgunluğu” gibi deyimler var mühendislikte. Binanın kirişlerine dinamitler bağlayıp, onu çevreye zarar vermeden imha ediyorlar. Sonra da yerine çağın inşaat teknolojileriyle donatılmış daha sağlam binalar yapılıyor.
“Emek Sineması” örneğinde söz konusu olan bina, 1500 yıllık bir Ayasofya ya da 500 yıllık bir Sultanahmet değil; bir saray ya da sultan türbesi hiç değil… Bundan yalnızca 84 yıl önce, gayet kapitalist gerekçelerle dikilmiş bir iş hanı… Bu yaştaki bir iş hanının, onu “tarihî eser” olarak tanımlamamızı gerektirecek bilimsel bir niteliği yoktur. Bugüne kadar tepe tepe kullanılmış, üstelik sinema bölümü inşaat sırasında esas alınan ilk projenin ürünü bile değil, tamamen sonradan kondurulma! Ayrıca, balkon katı da uyduruk ve son derece sağlıksız bir eklentinin ürünü Emek'in…
Bu kampanyayla ilgili olarak, belli çevrelerin kopardığı gürültünün tam aksi istikamette bir yazı yazdım Yeni Şafak'taki köşemde. O yüzden, aynı konuya bir kez daha derinlemesine girmek istemiyorum. Ancak, şu bilimsel ve ahlâkî gerçeği ısrarla savunmaya devam edeceğim. İnsanların hayatı, sağlığı ve mutluluğu, Beyoğlu'nda vaktiyle masonların toplanma merkezi olarak kullandıkları taş bir binayı hükümete ve belediyeye inat ayakta tutmaya çalışmaktan çok daha önemlidir. Hele de Emek, son on beş yıldaki döküntülüğü, çağdışı işletim sistemi, berbat projeksiyonu ve asık suratlı personeliyle birlikte yaşayacağına, hiç yaşamasın daha iyi! Emek yaygarası kopartanların yüzde 90'ı gerçekte bu sinemaya yıllardır uğramıyorlardı bile. Çünkü film seyretmek için girdikleri onca zahmet ve harcadıkları paraların karşılığını alamadıklarının onlar da farkındaydılar. Emek'i özel kılan yegâne yönü duvarındaki freskler ki zaten hazırlanan restorasyon projesinde de bu fresklerin çöpe atılmaması, hepsinin duvarlardan tek tek kesilip alınarak yeni sinemanın duvarına monte edilmesi hususu yer alıyor. Bunun dışında “büyük perde” deseniz, çağdaş salonların perdesi Emek'ten çok daha büyük… Nedir Emek'i bunun ötesinde erişilmez ve özel kılan? Festivallerde 1400 kişiye yalnızca iki kabinle hizmet veren, zifir rengi fayanslara sahip o kasvetli tuvaleti mi?
Bütün bu tantanalar, Beyoğlu'nu kendilerinin tapulu malı olarak gören jakoben-sol ve İslâm karşıtı çevrelerin, ta 1990'lardan beri süregelen, son derece tanıdık, bildik bir refleksidir. Beyoğlu'nu, özellikle de İstiklâl Caddesi'ni “kurtarılmış bölgeleri” olarak görüyorlar. O yüzden de ödleri kopuyor o civardaki en küçük bir değişiklikte. Hükûmetin ya da belediyenin gizli bir ajandası olduğunu, bazı binaların yıkılmasıyla, İstiklâl'de kurulması düşünülen bir camiye sinsice yer açıldığını varsayıyorlar. Bölgenin “Azınlıkların Pera'sı” kimliğinden kopartılıp “bütün Türkiye'nin Beyoğlu”na dönüştürülmesi fikri karşısında resmen çılgına dönüyorlar. Aynı köhne reddiyeyi Harbiye-Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu ve topu topu 35-40 yaşındaki AKM binası için de sergilediler. Kaldı ki belediyenin amacı bu kadar girift bile değil; sadece zamanı çoktan gelip geçmiş köklü restorasyonları zorunlu olarak gerçekleştirmek. Projeleri bu kadar derin bir ideolojiye sahip olsa, şimdikinden çok daha fazla ve inatla desteklerdim onları!
En yakın çocukluk arkadaşlarımla birbirinden ünlü filmleri seyrettiğim, hayat arkadaşımla ilk kez gezmeye çıktığımda romantik bir filme gittiğim bu sinemanın elbette ki bende de muazzam hatıraları var. Fakat, aynı sinemanın tavanının, zamanın yıpratıcı etkileri nedeniyle, orada film seyretmeye kalkan şimdiki gençlerin tepesine çökmesini de istemem doğrusu. Sinemaseverlik çok masraflı, aynı zamanda da kişinin özel zaman ayırması ve özel emek vermesini gerektiren bir uğraş; onunla uğraşanlar da en üst düzeyde hizmet satın alma hakkına sahiptirler. “Nostalji” diye diye berbat koşullardaki binaları, 1950'lerde kalmış bir teknolojiyi ve personelinin maaşlarını “bahşiş” adı altında müşterilerinin sırtına yıkan asık suratlı bir hizmet anlayışını insanlara ilelebet kakalayamazsınız.
İSTANBUL BÖLGESİ
Kadıköy Broadway
ve Hollywood
Ataköy Atrium
Ortaköy Feriye
Şişli Kent
Sefaköy Koloni Cinemarine
Teşvikiye AVM
Nişantaşı Movieplex
BEYOĞLU BÖLGESİ
Saray
Yeni Melek
Elhamra
Lale
Emek
Alkazar
Yeni Rüya