Demokrasinin gelişmesine en büyük engel olan 12 Eylül Anayasası'na göre, bizler vatandaş değil birer nesneyiz.
Çağdaş demokrasinin öznesi insandır. Bu nedenle, başta devlet olmak üzere devletin bütün kurumları, özel ve resmi oluşumların hepsi halkındır ve halkın refahı için kurulmuştur, gerekirse değiş(tiril)irler veya kaldırılabilirler. Abraham Lincoln'un ifadesi ile demokrasi “halkın halk tarafından halk için yönetilmesidir”.
Demokrasi insana seçme, karar verme ve iradesini kullanma hakkı verir. Böylece insanı özne haline getirir ve o ölçüde de sorumlu kılar. İnsan kendi iradesini kullanabildiği için de kutsaldır. Her türlü sosyal ve siyasi yapılardan daha kutsaldır ve sistemin merkezindedir. Adalet haktadır ve adalet herkes için aynı ilkelerle çalışır. Demokrasilerde devlet, vatandaşın mutluluğu için vatandaşın iradesiyle kurulan ve ihtiyaçlarına göre şekillenen bir organizasyondur. Hiçbir kutsiyeti olmadığı gibi, bütün çabası vatandaşını memnun etmek içindir. En kutsal görevi, başta yaşam hakkı olmak üzere vatandaşın temel hak ve özgürlüklerini korumaktır.
Diktatöryada ise insanın karar alma mekanizmasında etkili olması zordur, seçme hakkı hiç yoktur. Onun adına birileri karar verir, ne giyeceğine, neye inanacağına, nasıl inanacağına, kimi seveceğine ve ne konuşup neyi öğreneceğine gücü elinde bulunduranlar karar verir.
Diktatöryada adalet güçtedir ve güçlüden yanadır. Hak ve hukuk güçün tekelindedir, bu nedenle adaletsizlik çoğu zaman adalet diye kabul ettirilir. İnsanlar iradesiz, emir kulu daha çok bir robot mahiyetindedir. Kendisine dayatılan mitler, semboller, efsane ve uydurma hikâyeler uğrunda ölünecek hakikatler olarak ezberletilir.
Diktatöryada insan bir nesne olduğu için devletin sembolleri uğruna kolayca feda edilir ve seremoni “vatan sağolsun!” duası bitirilir. Yarı tanrı olan devletin vatandaşları ona sadık birer ulusal mümin olurlar ve günlük hayatlarında bile belirlenen ritüellerle ona ibadet ederler. Varlığı, nefes alışı, eğlenme ve uyuması hatta benliğiyle ona borçludur. Diktatöryada insanın temel hak ve özgürlükleri yarı tanrı olan devletin insafına bırakılmıştır. Başta yaşam hakkı olmak üzere, vatandaşın bütün hak ve özgürlükleri itina ile ihlal edilir.
Örtülü bir diktatöryanın ülkemizde toplumsallaşması ve kurumsallaşmasını sağlayan ve demokratik gelişmenin önündeki en büyük engel olan 12 Eylül Anayasasına göre ise, insan sadece bir nesnedir. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti ile ilgili Anayasanın 3. maddesinde bu gerçek açıkça ifade edilmiştir. 3. madde de, “ Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, … beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara'dır” denmektedir. Görüldüğü gibi, burada özne olan devlettir. Zira devlet, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Yani demokrasinin tersine milletin devleti değil de, devletin milleti.
Özne olan devlet için, millet bir sembol, bir mit gibi, bir eşya gibi, bayrak, milli marş ve başkentin Ankara olması gibi devleti, devlet yapan nesnelerden sadece bir nesne. Bu nedenle, en muteber slogan “her şey vatan için”dir. Ve “söz konusu vatansa gerisi teferruattır”. Onun için çeteler, katiller, failler-i meçhulun failleri, barış istemeyenler ve darbecilerin “vatan millet Sakarya” edebiyatı çok güçlüdür. Hep onun gölgesine sığınırlar, çünkü biliyorlar ki o perde bütün günahlarını örtmeye muktedirdir. Fransız filozof “alçakların sığındıkları son kale milliyetçiliktir” derken, aslında bu çağdışı özne-nesne çarpıklığına işaret ediyordu.
Öznesi insan olmayan bir yapının demokrasi gibi bir derdi yoktur ve istese de demokratikleşemez. Yani Türkiye'nin demokratikleş(e)memesi yapısal bir sorundur. Ve bu yapının doğurduğu çarpık bir zihniyet sorunudur. Demokrasinin “D”sini taşıyan bir ülkede maaşını halktan alan sivil veya askeri memur sadece halktan ve onun temsilcilerinden “emir alır” ve emredileni yapmakla yükümlüdür, siyasete müdahaleyi aklından geçirmez, hatayla bunu yaparsa işsiz kalır. Siyasetçi halka ve halkın değerlerine saygı göstermek zorundadır, özünde bu terbiyeden yoksun olsa bile, ahmak değilse tabi, oy için ona saygı gösterir. Fakat öznesi halk değil de devlet olan, halkın sadece bir nesne olarak algılandığı demokrasi dışı rejimlerde ve örtülü diktatörlüklerde memur siyasete müdahale eder, balans ayarı çeker, kurumlar halkın temsilcilerine muhtıra verir, siyasetçi halka ve onun değerlerine karşı küstahlık yapar, gazeteci bile halkla dalga geçer.
Peki, bir demokrasi kulübü olan AB tam üyelik müzakerelerine başlamış, Kopenhag kriterlerini sözde yerine getirmiş ve hatta Freedom House tarafından yarı özgür ülke olarak kabul edilen Türkiye, nasıl oluyor da bütün bu anti-demokratik, gayri ahlaki ve gayri insani durumları barındırabiliyor? El-cevap, Anayasanın 3. maddesinde ifade edilen ve demokrasinin aksine halkı sadece bir nesne olarak algılayan “devletin milleti…” anlayışıdır. 17. ve 18. yüzyılda kalmış egemenlik ve devlet anlayışı ile devlet özne olunca, devletin sembolleri, mitleri ve militarizm gibi değerleri demokrasiyi ve doğal olarak demokrasinin öznesi olan insanı öldürüyor. Aksine cezaydı - kazaydı, imhaydı demeden her gün gelen cenazeler, heba edilen kaynaklar, düşman edilen milletler ve artan şiddete rağmen, “barış istemiyorum”, “dağa çıkarım”, “çözümsüzlük en iyi çözümdür” gibi çağdışı bir zihniyet hala bu ülkede nasıl etkin olabilirdi?