Kürt sorununun çözülmesinde öncelik demokratik özerklik değil, demokrasinin derinleştirilmesidir. Demokratik özerklik talebi, bunu talep edenlerin kendi siyasal alanlarını koruma girişiminden başka bir şey değildir.
İki dilli yaşam ve demokratik özerklik özünde birbirinden bağımsız iki tartışmadır. Ancak peş peşe gündeme gelmesi ve Kürt sorunu ile doğrudan bağlantısı nedeniyle birlikte anılıyor. Her iki tartışma başlığı ile ilgili olarak sonda söylenecek olanı baştan söyleyelim. Kürt sorununun çözülmesinin ilk koşulu elbette düşüncelerini ifade edebilmek ve bunları tartışabilmektir. Ancak Türkiye'de ne yazık ki, bu asgari standardı sağlayacak uygulama mümkün görünmüyor. Bir açıklama geldiğinde hemen savcı/lar harekete geçiyor. Hemen birileri kendine vazife çıkarıyor. Öyle ki, Türkiye'de bugün “devlete rağmen” devletçi olanlar çıkıyor.
Oysa AİHS'nin düşünce ve ifade özgürlüğü ile ilgili 10. maddesinin 2. paragrafı, sadece kabul gören veya zararsız veya kayıtsızlık içeren “bilgiler” veya “fikirler” için değil, aynı zamanda kırıcı, şok edici veya rahatsız edici olanlar için de bu özgürlüğü geçerli olduğunu söyler. Bunlar; bir “demokratik toplumun” olmazsa olmazı olan, çokseslilik, tolerans ve hoşgörünün gerekleridir. Bakınız Handyside-Birleşik Krallık, Sunday Times-Birleşik Krallık, Lingens-Avusturya kararları.
Ne yazık ki, Türkiye'de bu standardı henüz yakalamak mümkün olmadı. Son yıllarda bu konulara kısmen iyileşmeler olsa bile yeterli olmadı açıktır. Son örnek, geçtiğimiz hafta sonu Diyarbakır'da yapılan Demokratik Toplum Kongresi'nin (DTK) çalıştayında demokratik özerklik konusundan sunulan taslak metin üzerine başlatılan savcılık soruşturması. Üstelik bu da yetmemiş, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da BDP ve DTK arasında bir bağ olup olup olmadığını araştıracakmış. Bir bağ bulursa kapatma davası açılabilir gibi bir manzara ortaya çıkıyor.
Elbette, bu ortam Kürt sorununun çözülmesi için gerekli olan asgari standardın henüz ortada olmadığını gösteriyor. Yani Kürt sorununun çözülmesi için asgari tek şart eylemsizlik değilmiş. Asgari düşünce ifade özgürlüğü ortamı sağlanmadan, bu sorunun çözülmesinin zor olduğu da bu vesile ile ortaya çıkmış oluyor.
Bu konuda şu notu da düşerek bu faslı
kapatalım, burada kendine vazife çıkaran sadece savcı/lar değil, siyasilerin de ciddi bir dönüşüme ihtiyaçları var. Bu dönemde tehdit dili ile siyasilerin gideceği uzun yol yoktur. Siyasi bir fikir eğer şiddet içermiyorsa, şiddete teşvik edilmiyorsa başta siyaset olmak üzere buna tahammül göstermeyi öğrenmek zorunda.
Bu tartışmaların düşünce ve ifade özgürlüğü boyutuyla ilgili bölümü. Tartışmanın bir de içerik boyutu var.
Önce iki dilli hayat tartışmasını ele alalım. Kürtçe'nin Kürtlerin ana dili olduğu nasıl bir gerçekse, bu dilin kamusal alanda yaşamasının sağlamak da devletin temel görevidir. Bu konuda atılması gereken adımlar bir en önce atılmalıdır. Bu konuda hükümetin bir an önce başta Kürtçe eğitim konusu olmak üzere tüm toplumu ikna ederek adımlar atması zorunludur.
Ancak bu somut tartışmada sıkıntılı bir durum söz konusudur. Çünkü konunun kamuoyuna yansıması, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'ın “anadilin kullanımı için artık devletin yasal ve anayasal düzenleme yapmasını beklemeyecekleri” ifadeleri ile oldu.
Kabul edelim ki, niyet bu olmasa bile burada tek taraflı bir yaptırım söz konusundur. Ve kimse bunun demokratik bir tavır olduğunu söyleyemez. Kürtçenin Kürtlerin ana dili olarak kabul edilmesi, bunun öğrenilmesi ve bu dille eğitim alma hakkını savunmak başka bir şeydir, bunu ulus-devlet sistemi içinde “tek taraflı” biçimde “yaptım oldu” yaklaşımı ile hayata geçirme iddiası farklı şeydir. Kırılma noktası da burasıdır. Demirtaş'ın bu tek tarafı açıklaması ne yazı ki, otoriter zihniyetin ifadesidir.
Gelelim demokratik özerklik tartışmasına. Demokratik özerklik, BDP'nin pragramında var. Parti'nin web sitesinde bu başlık şöyle ifadelendirilmiştir: “Türkiye'nin siyasi-idari yapısında reform ve Kürt sorununda çözüm modeli taslağı”. Yani BDP bu modeli hem siyasi ve idari yapısının reforme edilmesi hem de Kürt sorunun çözülmesi için bir model olarak tanımlıyor.
DTK'nın düzenlediği çalıştayda ise dağıtılan taslak metin başlığı “Demokratik Özerk Kürdistan Projesi Taslağı”. Taslakta; "Artık Türk devleti eski politikayı sürdüremez hale geldiği gibi, Kürt halkı da eski statü altında yaşamak istememektedir. Demokratik özerklik daha önce Türkiye'nin demokratikleşerek demokratik cumhuriyet haline gelmesi temelinde önerdiğimiz çözüm projesi somutlaşmış ifadesi olmaktadır. Bizler bir yandan demokratik özerkliği devlet ile diyalog temelinde gerçekleştirmek isterken diğer yandan halkımızın demokratik örgütlenmesi ve buna dayanan mücadelesi temelinde kurumsallaştırmak istiyoruz" ifadeleri yer almaktadır. Yine taslakta; "Demokratik özerklik yalnız Türkiye ve Kürtler arasındaki ilişkileri ve Kürt sorununu çözmeyecek, bunun yanında Türkiye'nin toplumsal sorunlarının çözümü açısından da köklü bir demokratik siyasal yapılanmayı ortaya çıkaracaktır. Ahlaki ve politik toplum olarak ifade ettiğimiz özgürlükçü komünal değerleri taşıyan örgütlü demokratik topluma dayandığından dolayı ekonomik sorunlar dahi tüm sorunları çözmeyi hedeflemektedir" deniliyor.
Açık konuşalım ki, ister BDP'nin web sitesinde yer alanı, isterse DTK'nın taslağını ele alalım, her iki metnin kürt sorununa çözüm getirme şansı yoktur. Yoktur çünkü, başlangıç iddiaları sorunludur. Bırakın, bu metinlerdeki, sembol, bayrak vs. tartışmalarını.
Demokratik özerklik, idari yapının daha yerelleştirilmesini ve sorunların yerelde üretilecek demokratik karar süreçleri ile çözülmesini mantığına dayanır ve bu yönü ile de demokrat zihniyetin bir pratiğidir.
Bunun gerçekleşmesi için öncelik demokratik ortamın varlığıdır. Kürt sorununun demokratik çözümü de Türkiye'nin demokratikleşmesinin önemli bir eşiğidir. Ancak Kürt sorununun çözülmesi demokratik özerklikten geçmez, demokrasiden geçer. Yani Kürt sorununun çözümü için başlangıç demokratik özerklik olursa, tersine sorun çözümsüzlük sarmalına girer. İşte BDP ve DTK'nın metinlerinde ileri sürdükleri gibi demokratik özerklik Türkiye'nin siyasi ve idari yapısını demokratikleştirmez. Yani Kürt sorunun çözülmesi demokratik özerlikte değil, demokrasi standartlarının yükseltilmesinde ve demokrasinin derinleştirilmesindedir. Demokratik bir Türkiye'de demokrasinin yerelleşmesi daha kolay olacağına şüphesizdir.
Bu tartışmada göz ardı edilen bir başka nokta daha var: gerek iki dilli hayat gerekse demokratik özerklik, bir siyasi partinin görüşü müdür yoksa tüm Kürtler adına mı telep edilmektedir. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'ın, Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Galip Ensarioğlu'nın “Demokratik özerklik bütün Kürtlerin talebi değil” açıklamasına verdiği “Kimse Kürtler adına konuşmasın” tepkisini nereye koyacağız. Bu 'kimse konuşmasın'ın anlamı “ancak biz mi konuşuruz” demek?
Kabul edelim ki, bütün Kürtler Kürt sorunundan şikayetçi olsalar bile, homojen değiller. Muhtemelen Kürtçe'yi gündelik hayatta kullanmak konusunda bütün Kürtler ortaklaşabilir, ancak konu demokratik özerklik gibi “siyasi-idari” bir yönetim modeline geldiğinde farklılıkları yok sayan bakış, demokrat olamaz.
Son nokta da, bizatihi uslup meselesidir. Özellikle iki dilli hayat konusunda ifade edilen uslup, eylemsizlik süreci içinde bulunduğumuz, çözüm sürecinde olduğumuz bir sorununun çözülmesine katkı sunmadığı gibi, var olanı yok sayan, onu yok eden bir pozisyon almadır.
Burada Kürt sorununu siyaseten temsil edenlerin artık şu gerçeği kabul etmeleri gerekiyor; Siyaset yapmadan, siyasetçi olunmaz. Siyaset ise başta siyaseten özerkliği zorunlu kılmaktadır. Siyaseten özerk olmayanların savunduğu “demokratik özerklik” boşluğa savrulan bir çığlıktan başka bir şey değildir.