Bizce tek gerçekçi yol, gelecek genel seçimlerde, yeni bir anayasaya taraftar olan bütün partilerin anayasa projelerini mümkün olduğunca ayrıntılı olarak halka sunmaları, yani seçimleri anayasa konusunda bir nevi gayrıresmî halkoylamasına dönüştürmeleridir.
AK Parti'nin 2007 seçim beyannamesi ile gündeme gelen ve hazırlanan sivil anayasa taslağı ile yoğunlaşan ve son aylarda AK Parti içinde kısmî bir anayasa değişikliği paketi biçiminde yeniden gündem konusu olan anayasa reformu tartışmalarına, hiç değilse şimdilik nokta konmuş gibi görünüyor. Sayın Başbakan, 8 Haziran tarihli bir TV sohbetinde; “411 akıbetini bir daha yaşamak istemiyoruz. Ortada konsensüs yoksa, kamuoyunu bu tür bir konuyla meşgul etmeyeceğiz” sözleriyle, tümüyle yeni bir anayasa veya radikal bir kısmî anayasa değişikliği projesinin, ancak muhalefet partileri ile uzlaşılarak gerçekleştirilebileceğini ifade etmiştir (Zaman, 10 Haziran 2009). Bu değerlendirmenin gerçekçiliğini kabul etmek gerekir.
Eğer Türk Anayasa Mahkemesi, Batı demokrasilerindeki emsalleri gibi, birey hak ve hürriyetlerini temel değer olarak kabul eden ve onları devletin aşırı müdahalelerine karşı korumaya özen gösteren “hak-eksenli” bir anlayışı benimsemiş olsaydı, sorun belki bu kadar vahamet arzetmeyebilirdi. Ne yazık ki, Mahkememiz, gerek 1961, gerek 1982 Anayasası dönemlerinde, bireyin hak ve hürriyetlerine, devletin temel değerleri (devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, üniter devlet ve lâiklik) karşısında ancak ikinci derecede bir değer atfetmiştir. Anayasa Mahkemesi kararlarından bunun sayısız örneklerini vermek mümkündür. Türk Anayasa Mahkemesi ile Batılı emsalleri arasındaki zihniyet ve yaklaşım farkını en iyi ortaya koyan alan, siyasi partilerin yasaklanması ve kapatılması alanıdır.
Batı demokrasilerinde bu müeyyidenin uygulanmasına yok denilecek kadar az rastlanmasına (İkinci Dünya Savaşının bitiminden bu güne kadar Avrupa demokrasilerinde sadece üç parti kapatılmıştır) karşılık, Türkiye'de bu, neredeyse “ahval-i âdiye”den bir olay haline getirilmiştir. Nitekim Türk Anayasa Mahkemesi, şu ana kadar, altısı 1961 Anayasası döneminde, onsekizi de 1982 Anayasası döneminde olmak üzere, toplam 24 partiyi kapatmıştır. Venedik Komisyonunun Türkiye'de siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin 13-14 Mart 2009 tarihli raporu da, bu konuda Türkiye'deki kurallar ve uygulama ile Avrupa demokrasilerinin uygulamaları arasındaki derin uçurumu açıkça ortaya koymaktadır (Ergun Özbudun, “Venedik Komisyonu ve Siyasi Partilerin Kapatılması,” Zaman, 25 Mart 2009). Anayasa Mahkememizin, diğer temel hak ve hürriyetlerle, meselâ ifade hürriyeti ile ilgili sicili de pek parlak değildir.
Bu durumda Anayasada yapılacak kısmî bir demokratik değişikliğin dahi, hakkında iptal dâvası açıldığı takdirde, Anayasanın değiştirilemez hükümlerine aykırılığı gerekçesiyle iptal edilmesi ihtimali kuvvetlidir. Meselâ Anayasa Mahkemesi, geçmişte, siyasi partilerin kapatılmasını bir ölçüde güçleştiren kanun değişikliklerine, gerek iptal kararları, gerek kamuoyuna yönelik açıklamaları yoluyla karşı çıkmıştır. Bu kez de böyle bir anayasa değişikliğini, demokrasiyi savunmasız kılacağı, dolayısıyla değiştirilemez 2.'nci maddedeki “demokratik devlet” veya “hukuk devleti” ilkelerine aykırı olacağı gerekçesiyle iptal etmeyeceğini kimse temin edemez. Böylece, uzun ve gerilimli bir anayasa değişikliği sürecinden sonra, tıpkı türban değişikliğinde olduğu gibi, başlangıç noktasına geri dönülmüş, yani “fâsit daire” tamamlanmış olacaktır. Aynı ihtimal, Anayasa Mahkemesinin oluşum tarzını ve yetkilerini değiştirecek bir Anayasa değişikliği açısından da aynı derecede, hattâ daha kuvvetlidir.
Öyleyse bu çıkmazdan çıkış yolu var mıdır? Bir yol, Anayasa değişikliği paketi üzerinde CHP ile uzlaşmak, böylece konunun Anayasa Mahkemesi'ne intikalini önlemektir. Ancak CHP'nin, yetkili sözcüleri ağzından, AK Parti'nin çoğunlukta olduğu bir Meclisin anayasayı değiştiremeyeceğini, bunun “kediye ciğerci dükkânı emanet etmek” demek olacağını ifade ettiği ve TBMM Başkanı'nın Anayasa değişikliklerini görüşmek üzere bir “partiler-arası uyum komisyonu” kurulması tekliflerini ısrarla reddettiği düşünülürse, bunun gerçekçi bir ihtimal olmadığını kabul etmek gerekir. Aslında CHP'nin bu negatif tutumunun siyasi taktik hesapları dışında daha derin nedenleri olduğu düşünülebilir. Son iki milletvekili (2002 ve 2007) ve yerel yönetim (2004 ve 2009) seçimlerinde CHP oylarının yaklaşık yüzde 20'ler civarında sabitlendiği ve ciddi bir yükselme eğilimi göstermediği, buna karşılık AK Parti'nin bu seçimlerde yüzde 35-47 aralığında oy aldığı bir gerçektir. Dolayısıyla CHP açısından, sandıkta yenmeyi başaramadığı AK Parti'yi, hiç değilse yargı ve silahlı kuvvetler gibi kendisiyle aynı temel dünya görüşünü paylaşan bürokratik kurumlarla kuşatarak icraatını mümkün olduğunca engellemek, bu nedenle de söz konusu kurumların iktidarında bir azalmaya yol açacak Anayasa değişikliklerine karşı çıkmak, rasyonel bir tercih ve hesap olabilir. Söz konusu kurumlar da, elbette kendi yetki ve ayrıcalıklarını azaltacak değişikliklere karşı şiddetle direneceklerdir. AK Parti'yi, sivil anayasa projesini hiç değilse şimdilik rafa kaldırmaya sevkeden temel saikin de, bu “kuşatılmışlık” hissi olduğu tahmin edilebilir.
Ancak çok daha temel sorun, Türk toplumunun, bu tür iktidar hesaplarından doğan bir kilitlenmeyi ve darbe döneminin bitiminden 26 yıl sonra hâlâ o dönemin izlerini taşıyan bir Anayasa ve onun yarattığı bir “yarı-demokrasi” ile yaşamayı hak edip etmediğidir. Son haftalarda siyaset gündemine gelen sorunlara (DTP'li milletvekilleri hakkındaki kovuşturma, Cumhurbaşkanına ilişkin soruşturma talebi, sivil ve askeri yargı arasındaki yetki ihtilâfı ve daha genel olarak sivil otoritelerle askerî otoriteler arasındaki ilişki, mayınlı arazilere ilişkin kanun) göz attığımızda, bunların hepsinin bir anayasal boyutu olduğu ve yoğun anayasa tartışmalarına yol açtığı görülmektedir.
Daha önce de yazdığım gibi, bir ülkede anayasa sorunlarının bu kadar sıklıkla ve yoğunlukla gündeme gelmesi, başlı başına bir sağlıksızlık belirtisidir. Pekişmiş ve istikrarlı bir demokraside insanların sabah akşam anayasa sorunları ile boğuşmaları tasavvur edilemez. Ancak Türkiye açısından böyle bir tabloya hayret etmemek gerekir. Olağanüstü şartlar altında, olağanüstü yöntemlerle ve açık bir otoriter zihniyetle yapılan bu Anayasanın, mâlum kusurlarına rağmen demokratik bir rejimi sürdürmeye çalışan bir ülkede her an sorun çıkarması tabiîdir. Bu sorunlar, bir kere daha, kısmî Anaysa değişikliklerinin derde deva olmayacağını, normal bir demokrasiye kavuşmanın, ancak tamamen demokratik ve hürriyetçi bir zihniyetle hazırlanacak yeni bir Anayasa ile mümkün olabileceğini göstermektedir.
Ne var ki, mevcut şartlar şu anda böyle bir projenin gerçekleştirilmesine de imkân vermemektedir. Bizce tek gerçekçi yol, gelecek genel seçimlerde, yeni bir anayasaya taraftar olan bütün partilerin anayasa projelerini mümkün olduğunca ayrıntılı olarak halka sunmaları, yani seçimleri anayasa konusunda bir nevi gayrıresmî halkoylamasına dönüştürmeleridir. Halktan bu konuda açık ve güçlü bir vekâlet alınabildiği takdirde, bu girişim hiçbir bürokratik kurum tarafından engellenemez. Sorun, o zamana kadar donmuş görünüyor. Belki bu yazıyı Şevki Bey'in Hicaz şarkısının şu mısraları ile bitirmek uygun olacak: “Kış geldi, firak açmadadır sîneme yâre; vuslat yine mi kaldı güzel başka bahâre.”
* Prof. Dr.; Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi