Bugüne kadar elli civarı şehir kültür başkenti oldu ve biz onları gittik gördük, şehri yeniden kurmuşlardı. Biz de İstanbul'u yeniden kurabilirdik. Ben sinemada kısmen de olsa bunu yapmaya çalıştım.
Berbat.
Çok yorulduk. Çünkü vakit çok kısaydı. Ben bürokrasiyle çalışacak bir adam değilim. Bürokrasiyi ezdim geçtim.
Ben pratiğin teorisine kafa yorarken, pratiğe de kafa yoruyorum.
Tabii ki. Eğer söylediğiniz şeylerin uygulanabilir bir tarafı yoksa konuşmanın bir anlamı da yok. Bu organizasyonda buna bir şekilde vesile oldu. Bir sürü laf ediyoruz elimizi taşın altına sokup o pratiğin hayata geçirilip geçirilmediğini sorgulamamız gerekiyor.
Tabii.
Ben ticari film yapmak istemiyordum. Kurumu yıpratma pahasına da olsa bunun üzerine gittim. Film dili kurulabilecek, dünya sinemasına “İşte Türkler'inde böyle bir sineması var” dedirtebilecek perspektiften bakan filmler yapmaya çalıştık.
Tabii ki. Yoruldum derken bunu kastettim zaten. Bu tür kurumlara gidecek adam değilim. Bürokrasiyi yıkarım, yıktım da… Yeni ilkeler ve ülkelerin izini sürdüm.
Çünkü bürokrasinin bir terörokrasi olduğunu düşünüyorum.
Öyle… Yetimin, alın terinin harcanmasına, peşkeş çekilmesine göz yumamam. Bana emanet bir görev bu, ona ihanet edemem. Başkaları yapsın.
Bana kimse bir şey göstermedi.
Açsın. Kaybeder davayı. Senaryo ile ortaya çıkan film arasında bir alaka yok. Benim onayladığım, peşinde koşup desteklediğim “Osmanlı Tarihini ilk defa adam gibi anlatan bir film çıkacak” diye tanıtımını yaptığım film rezalet çıktı. Son gün benden para isteyince ben de “Ben görüp onaylamadığım bir filme para vermem” dedim. Ben sıradan bir adam değilim ki. Bu ülkede film teorisine kafa yoran iki üç adamdan biriyim. Bütün projelerin ekibini özenle seçtirdim; beğenmediklerimi değiştirttim. Ayrıca filmlerin estetik düzeylerinin daha da geliştirilmesi yönünde yaptığım eleştiriler, öneriler proje sahipleri tarafından da önemsendi; ortaya çıkan filmler, o yüzden çok esaslı, estetik vaatleri yüksek, geleceğe kalacak filmler oldu ekseriyetle.
Önünü kesebildiğim kadar kestim. Yurtdışı bağlantılarını bitirdim. 2010'la olabildiğince bağlantıları kopardık.
Yerimde farklı görüşten bir arkadaş otursaydı bir şey yapması da önemli değildi. İnanılmaz reklam yapardı. Ben reklam yapacak adam değilim.
Olabilir mi öyle birşey? Başka birinin hakkına nasıl girebilirim?
Bunların benimle bir ilgisi yok. Başka birimlerde olabilir, bilemem. Benim çalıştığım birimde bir iki söylenti çıktı ve bunların peşine düştüm ve gerekeni yaptım. Başka birinin hakkına tecavüz edilmesine izin veremem.
Ben buraya geldiğimde dört yüzden fazla proje vardı. Hemen hepsi çakma ve adice projelerdi. Mimar Sinan ile ilgili inanılmaz projeler gelmiş ama reddedilmiş. İstanbul'u var eden adamı 2010 Avrupa Kültür Başkenti gibi bir projede yok sayıyorsun. Böyle birşey olabilir mi?
Gösterilecek olan Unutma Beni filmini iki buçuk milyona yapıyoruz. Çok mütevazı bir rakam bu. Altı ülkenin yönetmenin katıldığı nefis birşey çıkacak ortaya. Cannes'da altın ayı almış yönetmenler var.
Ben de memnun değilim. Nedeni şu; Türkiye'de bu tür kurumlar arpalık olarak kuruluyor. Aslında inanılmaz bir bütçe var ve karşılıksız. Ama sektörde berbat bir algılama biçimi var. Üç defa yönetim değişti. Başlangıçta yanlış tasarlandı. Konsept yanlış belirlendi. Ben gelmeden önce Bizans fikri daha ön plandaydı. “Mimarsinan projelerini neden reddettiniz?” diye sorduğumda bana söyledikleri şey; “Burası Avrupa Kültür Başkenti” oldu. İyi de ben tereciye tere mi satacağım? İstanbul'da Avrupa Kültürünü anlatmak istediler. Böyle saçmalık mı olur! Bugüne kadar elli civarı kültür başkenti oldu ve biz onları gittik gördük, şehri yeniden kurmuşlardı.
Yolsuzluk, komisyonculuk ve rüşvet bu tür kurumlarda inanılmaz bir şekilde yaygın. Bunun önüne geçmek mümkün değil. Benim Kur'an'dan ve Hz. Peygamberin hayatından iki ilkem vardı. Birincisi, “Emronulduğu gibi dosdoğru ol”. İkincisi de “Mümin güven veren ve kendisine güvenilecek kişidir.” Buradan yola çıktığımız zaman, yolsuzluk, hırsızlığı gözünüz görmez. Hedefe kilitlenirsiniz.
Kırk küsür film yaptık. Bunların arasında toplam dört ya da beş tane kesin baş yapıt olarak görebileceğimiz filmler var. Galaları yapıldı, Japonya'dan Kanada'ya kadar yapımcıların, televizyonların peşine düştükleri enfes bir hat sanatı belgeseli çektik. O, elli yıl kalacak bir film.
İslam dünyasının yaşadığı birinci medeniyet krizini biz etik, estetik ve ruhi ilkeler üzerinden Selçuklu tecrübesi üzerinden anlamaya çalıştık. Osmanlı da ortaya konan etik, estetik ve adalet ilkeleri üzerinden de o krizi aştık.
Evet. Bir çok sorun yaşamamıza rağmen var. İstanbul bugün dünyanın karşı karşıya kaldığı en temel varoluşsal sorunların nasıl çözümlenebileceğinin şifrelerini barındıran bir benzersiz bir şehir. Biz bu şifreleri deşifre eden filmler yapıyoruz. Türkiye şimdiye kadar yapılmayan, yapılmaya bile cesaret edilmeyen büyük işlere imza attığımızı rahatlıkla söyleyebilirim.
Film dili geliştirme kaygısının nasıl hayata geçirilebileceğine ilişkin bir model koyduk. Farklı ideolojik kesimlere eşit mesafede durdum. Bu yalnızca sinemada var. Diğer birimlerde yok, görebildiğim kadarıyla. Bütün üç kuşak yönetmene ve sinemacıya kapıları açtık. Yaklaşık iki yüze yakın genç arkadaş bütün projelerde görev aldı. Yaptığımız projeler büyük projeler. Bu arkadaşlar için çok önemli bir tecrübe oldu bu projeler.
Evet. Ama bir iki hoşuma gitmeyen proje var. Onların üzerine gidiyorum.
Film estetiği ve dili geliştirme kaygısı olmayan yönetmenlerle iş yapmadım. Yeni bir dil kuracak, kompleksiz, ülkenin medeniyet birikimini özümsemiş, pergel metaforunu işletebilecek isimlere destek verdik.
Türkiye'de henüz sinemayı kavramış değiliz. Sinema üzerinden biz nasıl bir dil kurabiliriz meselesinin ötesinde bir şey var. Yaşadığımız medeniyet krizinin ancak sinema gibi formlar üzerinden aşılabileceğini düşünüyorum. Mesela, medeniyetler büyük kriz zamanlarında kendilerini aşan büyük formlar geliştirir.
Mesela, İslam'ın gelmesinden önceki dönemde bu şiirdi. Rönesans'ı doğuran şey aslında resim sanatının gücüdür. Norm - form arasındaki ilişkide, ilke, Hz. Peygamberin şiir için şiirin ne oldğuna ve ne olmaması gerektiğine ilişkin söyledikleridir. Hz. Peygamber “İnsanın hayatı fıtratını bozmadan yaşamasını mümkün kılabilecek, hayatı deforme etmeyen şey, olması gereken şiirdir” buyurmuştur. Olmaması gereken şiir ise, insanın hayattan uzaklaştıran, deforme eden, kötülüğü emreden nefsin emirinde olan şiirdir. İnsana insanlığını hatırlatan, kendini hatırlatan, eşyayı hatırlatan, hakikati hatırlatan şiiri yüceltiyor.
Hollywood sineması bunun örneğidir. Hollywood sineması aslında tesvip edilen sinema değildir. Orada propaganda makinesine ve ticari bir ağa dönüşmüştür. Hollywood'un izleyiciyi konumlandırış biçimi izleyicinin karakter veya öyküyle özdeşleştiği filmin sonunda da yok olarak çıktığı bir ilişki biçimidir. Filmde bir keşif çabası değil bir yok oluş süreci ile karşı karşıya.
Sinemanın imkanlarını bir sanat, ifade biçimi, varoluş biçimi olarak kullandığınızda Tarkosvki'nin sinema anlayışı, Mecidi'nin filmlerinin çağın medeniyet krizinin nasıl sinema üzerinden aşılabileceğinin ipuçlarını sunuyor bize. İran sineması İslam düşüncesinin temel sorunlarının nasıl aşılabileceğini gösteren çok enfes bir yerde duruyor. Ama bunu görebilecek çapta insan yok ne yazık ki. Medeniyet krizinin kavranabilmesi için sinemanın imkanlarının kavranabilmesi gerekir.
İstanbul büyük iş, zordan ziyade. Ermeniler ile ilgili filmleri Ermenilere yaptırdım. Mozaik bir yapı var. Ahlakı Entellect'in pençesinde kıvrandırtmadım.
Üç kıtayı Avrupa Kültür Başkenti'ne film seti yaptık. Kurtuba'dan Yemen'e kadar...
Yaptığımız projelerde bulacaksınız bunu. Özellikle belgesellerde… İstanbul'un ne kadar derinlikli bir birikime sahip olduğunu gösteren işler yaptık.
Hat belgeseli çok iyi. Orada sadece sanatı anlatmadık. Çin, Mısır ve Latin yazı geleneklerinden, kaligrafi geleneklerini kendileştirici bir biçimde özetledik. Yine Aziz İstanbul, Divanyolu, İstanbul'un Şehirleri, 8 Ülke 8 Yönetmen ve Sinan, Kültürel Farklılığın Renkleri gibi belgesellerimiz on numara oldu. Festivallerden çok sayıda ödül bekliyoruz 2011'de...
Diğer birimdeki arkadaşlar haberlerini kendileri hazırlıyor. Ben hiçbir haberi kendim yapmadım. Yönetim bana burada baskı yaptı. “Yeter bu kadar mütevazılık kibirdir” dediler. Ben kendimi tanıtmak yerine hedefe kilitlendim.
Yurt dışı tanıtımı müthiş oldu. Burada o tanıtım maalesef yapılamadı. Kiminle karşılaşsam “Ne kadar müthiş şeyler yapıyorsunuz” dedi.
En sonlarda! Çünkü konsept yanlıştı ve çok geç kalındı. Şekip Avdagiç olmasaydı, hiç bir şey olmazdı. Şekip Bey, çok büyük destek verdi bana. Kurtuba, 2016'da Avrupa Kültür Başkenti. Ama onlar şimdiden her şeyi bitirmişler bile.
Şık bir soru. İstanbul kurtulduğu zaman, İstanbul hayat bulduğu zaman, dünyanın kurtulacağını söyleyebiliriz. Dünyanın kurtuluşu İstanbul'un şartlarına, kriterlerine bağlı. Hiç abartmıyorum. Bunun üzerinde kafa yorabiliriz.
Mesela, Ayasofya… Fatih İstanbul'u fethettiğinde karşısında Ayasofya vardı. Onun üstünde bir şey yapması lazım. Ama haddini biliyor ve Fatih Camii'ni Ayasofya'nın karşısına inşaa etmiyor. Ayasofya'yı görebilecek ufku belirliyor ve görülebileceği yere yapıyor. Yahya Kemal'in İstanbul'a ilişkin imajinatif ve kışkırtıcı tasviri var. Diyor ki: İstanbul, fethine 25 yaşında katılan bir askerin 75 yaşına geldiğinde 50 senede yepyeni bir medeniyetin kurulduğuna adım adım tanık olunduğunu görüyoruz. Kanuni ve Sinan döneminde, Ayasofya'yla boy ölçüşülebileceğine inanıldığı zaman Süleymaniye yapılıyor ve gerçek meydan okuma Sultanahmet'le geliyor. Burada Ayasofya'yı incitmeden, zedelemeden ona estetik ve zekice bir meydan okuma biçimi geliştiriliyor. Bu anlamda tam bir kozmik dans var bu üç yapı arasında. Bu kozmik dansı ne Avrupalılar ne de Amerikalılar ne de Asyalılar üretebilmiş değildir. O yüzden İstanbul kainatın merkezidir kesinlikle. Bizse günümüzde, yüz sene de İstanbul'un an be an yıkıldığına tanık oluyoruz.