BEYAZPERDE VE ÖTESİ / Çürüdüklerinin farkında olmayanlara çürüdüklerini gösteren adam: Michael Francis Moore

Ali Murat Güven
00:0012/07/2009, Pazar
G: 12/07/2009, Pazar
Yeni Şafak
BEYAZPERDE VE ÖTESİ / Çürüdüklerinin farkında olma
BEYAZPERDE VE ÖTESİ / Çürüdüklerinin farkında olma

Belgesel sinemanın yalnızca 'caretta carettaların yumurtalarını sahile bırakmasını görüntülemek' olmadığını bütün dünyaya öğreten, her biri sağlam birer şamar kıvamındaki belge-filmleriyle, sinemanın iyiliğe ve doğruluğa hizmet eden cephesinin çağımızdaki en saygıdeğer temsilcilerinden biri o... Amerikan toplumunun yitik vicdanını temsil eden bu şişman, muzip, gösterişsiz ve zaman zaman da öfkeli adam, para babalarının ve onların güdümündeki büyük medya kuruluşlarının aleyhinde kopardıkları sayısız yaygaraya rağmen, yıllardır hak bildiği yolda emin adımlarla ilerliyor.


23 Nisan 1954'de, Michigan eyaletinin Flint kentinde, İrlanda kökenli Katolik bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Doğup büyüdüğü yöre, ömürleri boyunca “Amerikan rüyası”nı görme fırsatını yakalayamamış ezik (ve ağırlıklı olarak da siyah) insanların yaşadığı, henüz hastanesi bile bulunmayan kopkoyu bir yoksulluk diyarıydı. Ki günümüzde, ABD'nin onca gelişmişliğine karşın yine de çok farklı bir durumda değil…

Çevresini kuşatan bütün olumsuz koşullara rağmen üniversiteye gitmeyi başardı Michael Francis Moore… Michigan Üniversitesi'nde gazetecilik eğitimi aldı ve öğrenciliği sırasında da “Michigan Times” adlı okul gazetesinde çalıştı. Üniversiteyi bitirdikten sonraki ilk profesyonel işi ise “Mother Jones” adlı dergide elde ettiği editörlük-köşe yazarlığı görevi olacaktı. Moore'un Amerikan demokratik sol hareketinin bu saygın yayın organındaki kısa süreli çalışma hayatı ve o dönemde yazdığı eleştirel yazılar, sonraki yıllarda tutturacağı politik yolun da bir anlamda habercisiydi aslında…

Onun kaderi, ülke içinden ve dışından milyonlarcasının yere göğe sığdıramadığı cilalı bir sistemin, adına “Amerikan hayat tarzı” denilen devâsâ yapının temellerinin aslında ne denli çürük olduğunu gözler önüne seren haysiyetli bir gazetecilik yapmaktı. Nitekim, 1980'lerin başlarından itibaren kararlılıkla ilerlediği bu yolda, sonradan dünyanın en etkili belgesel film yapımcılarından birine dönüşecekti.

Kafasında kurguladığı “uyandırıcı filmler”i çekebilmek için yıllar yılı gerek yazılı basın, gerekse televizyon sektöründe bir sürü gelip geçici işte çalışarak sabırla para biriktirdi ve 1989 yılında kendi yapım şirketi “Köpek Köpeği Yer Filmcilik”i (Dog Eat Dog Films) kurdu. Hemen ardından da elinde kalan son sermayeyle ilk belgesel filmi “Roger ve Ben”i (Roger&Me) çekmeyi başardı. Amerikan endüstrisinin devlerinden General Motors şirketinin Moore'un doğup büyüdüğü Flint kentindeki Buick otomobil fabrikasını Meksika'ya taşıması nedeniyle yol açtığı ekonomik krizi ve aralarında kendi babasının da bulunduğu 30 bin kişiyi bir günde işinden ederek bölgeyi nasıl umarsızca yoksullaştırdığını anlatan bu politik belgesel, sanatçıya ülke çapındaki ilk ciddi şöhreti getirecekti. Adını GM şirketinin o günkü patronu Roger Smith'ten alan filmin sonunda perdeye yansıyan şu açıklama yazısı ise Moore'un sonraki her belgeselinde görmeye alışacağımız alaycı tavrının da ilk işaretlerinden biriydi:

“İzlediğiniz bu yapım Michigan-Flint'teki sinema salonlarında gösterilememiştir. Çünkü, anılan kentte faaliyetini sürdürebilen tek bir sinema salonu dahi kalmadı!”

İlerleyen yıllarda, onun keskin eleştirilerle bezeli yapımlarını göstermeye cesaret edebilen televizyon kanalları için daha bir çok televizyon programı ve belgesel hazırladı bu iri kıyım, mangal yürekli adam… 1990'lar boyunca ürettiği programlardan en fazla ilgi uyandıranı ise 1999-2000 yılları arasında kablolu kanal Bravo'da yayımlanan “Korkunç Gerçek” (The Awful Truth) olacaktı. Ancak, Moore'un politik ve ekonomik sisteme karşı eleştirilerini kara mizah tadında sıraladığı bu dizi, izleyiciden gördüğü onca rağbete karşın 24 bölüm boyunca ekrana geldikten sonra (aynı programda eleştirilen kişi ve kurumlardan gelen ağır baskılar sonucunda) ansızın yayından kaldırıldı. Ki benzer bir durum Moore'un 1994-95 yılları arasında hazırladığı bir önceki televizyon programı “Televizyon Toplumu”nun da (TV Nation) başına gelmişti.

Şöhreti ve eleştirilerinin dozu arttıkça egemen güçler tarafından manevra alanı da daraltılmaya çalışılan bu deli dolu televizyoncu, adını ABD sınırlarının çok ötelerine taşıyan ilk sansasyonel çıkışını ise 2003 yılında çektiği “Benim Cici Silahım” (Bowling Columbine) adlı belgesel ile yapacaktı. Hedef tahtasına oturttuğu “Ulusal Tüfek Cemiyeti” (National Rifle Association) adlı dernekten hareketle ABD'deki “bireysel silahlanma cinneti”ni gözler önüne seren bu tokat gibi film, adını ise 20 Nisan 1999 günü iki öğrencinin arkadaşları ve öğretmenlerine karşı korkunç bir katliama giriştikleri Columbine Lisesi'nden almaktaydı. Colorado-Jefferson County'deki bu eğitim kurumunun iki öğrencisi Eric Harris ve Dylan Klebold, (izledikleri şiddet filmlerinin ve halka silahlanma propagandası yapıp duran NRA gibi faşist karakterli örgütlerin etkisiyle) o gün baştan aşağı silahlanmış olarak okula dalmış, 12 öğrenci ve öğretmeni nedensiz yere öldürürken 24 kişiyi de yaralamışlardı. Polis yetkilileri, olay sonrasında, iki gencin okullarında katliam yapmaya başlamadan hemen önce kasabadaki bir salonda neşe içinde bowling oynadıklarını tesbit etmişti ki Moore'un filmine koyduğu özgün ad da (“Columbine Bowlingi”) bu trajik soğukkanlılığa yönelik bir atıftı aslında…
Türkiye'de daha ziyade “Benim Cici Silahım” adıyla bilinen yapıt, yöredeki silahlanmış sivillerle gerçekleştirilen kan dondurucu röportajlar ve ABD'yi yeniden “vahşi batı” günlerine döndüren NRA adlı örgüte yönelik sert eleştirileriyle yalnızca ABD'de değil, bütün dünyada izleyicileri esaslı bir biçimde silkeledi. Öyle ki filmin silahlanma karşıtı tavrına Amerikan Sinema Akademisi üyeleri de kayıtsız kalamayacak ve yönetmenini 2002 yılının “En İyi Belgesel Film Oscar'ı”yla ödüllendireceklerdi.

İzlendikten sonra insanın ağzında acı bir tat bırakan bu yapıtın hafızalara kazınan en etkileyici bölümlerinden biri de Moore'un NRA'nın uzun yıllar boyunca başkanlığını yapmış “Cumhuriyetçi” aktör Charlton Heston'u villasında -ateşli bir silah sempatizanı görünümünde- ziyaret edip, sonrasında ise onu kişisel silahlanmanın zararları üzerine can sıkıcı sorularıyla adım adım köşeye kıstırdığı, nihayetinde de aynı villadan kovulmasıyla sonuçlanan “olay röportaj”dı. Filmlerinde “Hz. Musa” ve “Ben Hur” gibi dinsel kişilikleri canlandırırken özel hayatında ise eline masum gençlerin kanı bulaşan bu kartlamış Hollywood sağcısının öfkeyle masadan kalkıp gittiği sahne, sonradan Moore'un -binbir hile ve desise ile almayı başardığı- NRA üyelik kartının da iptaline neden olacaktı. O ise bunu hiç umursamadığı gibi, kendisine konu hakkında sorular soran gazetecilere, “Evet, NRA'e üye oldum. Çünkü hem Charlton Heston'a ulaşmanın tek yolu buydu, hem de ileride ezkaza derneğin başkanlığına falan yükseltilirsem, o uygarlık düşmanı örgütlenmeyi zaten ânında lağvedecektim” şeklinde muzipçe bir cevap veriyordu.

Şiddet içeren sinema-televizyon filmleri, aynı türdeki bilgisayar oyunları ve ardından kaçınılmaz bir biçimde gelen silahlanma merakının bir toplumu nasıl zehirlediğini anlatan bu çarpıcı belgeselle elde ettiği yüksek saygınlık, Michael Moore'u insanlığa yararlı mesajlar verme noktasında daha da gaza getirecek ve 2004 yılında da Başkan George W. Bush'u darmadağın ettiği “Fahrenheit 9/11” adlı yapıtıyla ortalığı birbirine katacaktı cesur sanatçı… ABD'yi 11 Eylül 2001 saldırılarına götüren nedenleri ve Irak'ın talan edilme sürecinin ardındaki kirli hesapları şaşırtıcı bilgiler, belgeler ve tanıklar eşliğinde tek tek gözler önüne seren belgesel, aynı yılın Cannes Film Festivali'nde “En İyi Film” ödülünü alırken, onu hazırlayan tombik adamın ödül törende yaptığı konuşmadaki şu cümle de sinemasal hatıralarımıza hiç silinmemecesine kazınıyordu:

“İnsanlara çektirdiğin acılar için kendinden utan Bush, bir parça utanma duygun var ise utan!”

Adı, Fransız yönetmen François Truffaut'nun 1966 tarihli kült filmi “Fahrenheit 451”e anlamlı bir gönderme içeren “Fahrenheit 9/11”, esinlendiği o fütüristik filmde devlet güçlerinin “insanları yanlış yöne sevketmesinler” diye mevcut bütün kitapları anılan sıcaklıkta -451 Fahrenheit derecesi- yakmasından hareketle, 11 Eylül saldırılarının perde arkasındaki gerçeklerin de nasıl sinsice örtbas edildiğine vurgu yapmaktaydı.

2004 yılı ABD başkanlık seçimlerine çok az bir süre kala gösterime giren “Fahrenheit 9/11” gerçi Başkan Bush'u koltuğundan edemedi; ancak ikinci görev dönemine girerken epeyce yıpratmayı da başardı. Öte yandan film, dünya çapında gördüğü olağanüstü ilgiyle, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en fazla gişe yapan belgeseli unvanına da sahip oluyordu.

Türkiye sinemalarına son olarak 2007 yılında, Amerikan sağlık sistemindeki yozlaşmayı ve yürürlükteki bu insanlık dışı sistemi zorla ayakta tutan büyük sigorta şirketlerinin iğrençliklerini anlatan “Hasta” (Sicko) adlı belgeseliyle konuk oldu Michael Moore… Ki mizah tonu biraz daha yükseltilmiş o filmiyle, “zalime laf sokma” noktasında formundan hiç bir şey yitirmediğini de bir kez daha gösterdi bizlere…

“Hasta”yla aynı dönemde hazırladığı “Kaptan Mike Amerika'yı dolaşıyor” filmi ise sinemalarda değil, doğrudan doğruya internette gösterime girecekti. Moore'un 2004 seçimleri öncesinde turladığı 60 ayrı kentte, özellikle üniversite kampüslerinde öğrencilerle yaptığı söyleşileri derleyen bu belgesel ise kasvet dolu Bush yıllarından sonra ülkede yavaş yavaş yeniden egemen olmaya başlayan “yeni demokrat uyanış”ı gözler önüne sermekteydi.

Sinema ve televizyon alanında ortaya koyduğu entelektüel kalibresi yüksek çalışmalarla zaman içinde “Amerikan toplumunun vicdanı” konumuna yükselen “oyunbozan” sanatçı, şu sıralarda büyük bir merakla beklenen yeni projesi “Kapitalizm: Bir Aşk Öyküsü”nün teknik hazırlıklarıyla uğraşıyor. 2 Ekim 2009'da önce ABD'de gösterime girecek olan bu film, hemen ardından da dünya çapında dağıtıma çıkacak ve -ülkemizdeki bir dışalımcı ona yatırım yapmayı göze alırsa- bizler de vahşi kapitalist sistemi hedef tahtasının tam orta yerine oturtan yeni Moore serüvenine dahil olabileceğiz.

Michael Moore'un belgesel sinema alanındaki yetkinliğini onu hiç tanımayanlara anlatırken şu kadarını söylemek yeterli bizce: Eğer ki “Benim Cici Silahım”ı, “Fahrenheit 9/11”i ya da “Hasta”yı henüz görmemişseniz, şimdiye kadar belgesel filmcilik adına da dişe kovuğa gelir hiç bir şey izlememişsiniz demektir. Tabiî, “belgesel”den tek anladığınız Kenya'daki aslanların birbirlerini yeme görüntüleri değilse!

Yarın öbür gün internet ortamında Moore'u bir takım şaibeli suçlamalarla yerden yere vuran bir yazı ya da aleyhine seviyesiz yorumlarla dolu bir siteyle karşılaşırsanız, adınız kadar emin olun ki bu tür salvoların ardında kendilerinden başka hiç kimseyi sevmemeyi kesin bir hayat tarzına dönüştürmüş olan kırmızı enseli Amerikan ırkçıları vardır. Dahası, ABD medyasındaki bu tür organize saldırıların büyük bir bölümünün Cumhuriyetçi Parti tarafından finanse edildiğini de önemle hatırlatalım. Hoş zaten, dünya kamuoyu da anılan politik hareketin mensuplarının rakipleriyle faullu güreşmelerine Watergate Skandalı'ndan bu yana oldukça alışkın…

Velev ki Moore özel hayatında ve meslekî çalışmalarında irili ufaklı bazı tutarsızlıklar sergilemiş olsun… Pekiyi, bu durum insanlara doğruluk, dürüstlük, barışseverlik ya da adaletin üstünlüğüne inanma gibi kadim değerleri üstüne basa basa hatırlattığı yapıtlarının çapından ne eksiltir?

Ziya Paşa'nın dediği gibi “Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz”… Sonuç olarak, kıyasıya eleştirdiği o politik, ekonomik ve toplumsal sistemin içinde doğup bugünlere kadar gelmiş bir Amerikan vatandaşı olarak Moore'un hayatında da pekâlâ sevimsiz bazı çapaklar yakalanabilir. Başkalarına vaaz ettiği boyutta “arınmış” bir hayat düzleminde yaşamıyor ve yerden yere vurduğu Amerikan sömürü sisteminin -borsa gibi- en tehlikeli kurumlarından şu ya da bu oranda yararlanıyor olabilir sözgelimi… Ancak o, ait olduğu sistemin imkân tanıdığı en üst düzeyde ilkeli bir gazeteci, televizyoncu ve sinemacı olarak, Allah'ın kendisine bahşettiği meslekî fırsatları yine de insanlık yolunda değerlendirmeyi seçmiş ve bütün filmlerinde de kitleleri iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, daha âdil bir dünya idealine doğru yönlendirmeye çabalayan biri. Öyle ki Moore'un şimdiye kadar yapımını üstlendiği herhangi bir filmde şiddete, sahtekârlığa, insanın insanı ezmesine dair en küçük bir övücü mesajla karşılaşmamamız bile onu kendi kulvarında ayrıcalıklı kılmaya yetiyor.

“Haklı”nın değil “güçlü”nün kazandığı böylesi bir çağda erdem açısından bu noktaya kadar tırmanabilmiş bir sinema anlayışının temsilcisi olmak da az buz şey sayılmamalı doğrusu!

Belgesel sinemanın çağımızdaki bu en değerli ve üretken sanatçısını köşemizde saygıyla selamlarken, onunla ilgili önemli bir bilgi notunu da bitiş cümlesi olarak ekleyelim.

Time dergisi 2005 yılındaki bir araştırmasında Michael Moore'u “Dünyanın En Etkili 100 İnsanı” arasında gösterirken, Amerikan sinema çevrelerinin itibarlı yayın organı Entertainment Weekly dergisi de 2007 yılındaki geleneksel seçkisinde onu “Hollywood'un En Zeki 50 İnsanı” listesine dahil etmiştir.


* * *

Michael Moore'un resmî internet sitesi:



Wikipedia'da Michael Moore:




Michael Moore'un film şirketi Dog Eat Dog'un resmî internet sitesi:



Önceki yıllarda Yeni Şafak sinema sayfalarında yayımlanan Michael Moore'a ilişkin iki özel haber: