DTP neyi itiraf etsin?

Hilal Kaplan
00:0021/10/2007, Pazar
G: 20/10/2007, Cumartesi
Yeni Şafak
DTP neyi itiraf etsin?
DTP neyi itiraf etsin?

İtirafa zorlayıcı ya da dışlayıcı bir dil yerine, DTP'yle beraber iş yapılabilir ve teröre karşı daha çok mesafe alınabilir

Türkiye tarihi, yek bir sınıfın icbar ettiği hakikat(ler)e karşı muhtelif cemaatlerin kendi hakikatleri doğrultusunda yükselttikleri itiraz seslerinin toplamı olarak okunabilir. Bu yükselen itiraz seslerinin bu günlerde en gür çıktığı alan şüphesiz Kürt meselesidir. Son seçimlerden sonra üç milyondan fazla vatandaşımızın oylarını alarak temsil vazifesine layık görülen DTP'nin de bu itirazların siyasal alanda dillendirilmesinde başrol oynaması beklenirdi. Fakat üç milyonun desteğini ve kabulünü alması DTP'yi meşru kılmaya yetmedi. Onlardan kendilerini meşrulaştırabilmeleri için “PKK, terör örgütüdür” demeleri de bekleniyordu. Bu itiraf meşruiyetlerinin önşartını oluşturuyordu.

Michel Foucault, Batı'da Ortaçağlardan itibaren hukuktan edebiyata hayatın her alanında itirafın büyük önem, meşruiyet ve hatta gereklilik kazandığından bahseder. Öyle ki son kertede kişileri itirafa zorlayan iktidarın boyun eğdiren gücünün varlığı görünmez olmuştur çünkü kişiler artık kendiliklerinden itiraf etmeye yönelirler. Hatta itiraf etmeye zorlanmanın getirdiği tahdit bir yana böylelikle özgürleştiklerini hissederler. Bu suretle, Focault'ya göre kelimenin ihtiva ettiği her iki anlamda da itiraf eden kişi özneleşmiştir/tebalaşmıştır (Fransızcada özneleşme kelimesi tabi olmak anlamına da gelir): hem bizden itiraf alan iktidar(lar)a tabi olarak hem de itirafın nesnesi haline getirilen kendimizi düşünen özneler olarak kurarak. Bu bağlamda itiraf, her zaman hiyerarşik ve asimetrik bir ilişki biçimi öngörür: Hakime, doktora, öğretmene, psikanaliste, rahibe ve en sonunda Devlete itiraf ederiz. İtiraf etmek bizim muhtelif iktidar biçimlerinin kurdukları söylemsel alanlara girmemizi sağlasa da bu “giriş” hep nesneleşmek pahasına gerçekleşir.

YA İTİRAF ET YA TERKET

Avrupa'nın Türkiye'yi kendi birliğinin özne-devletlerinden biri olarak kabul etmesinin öncesinde “1915 Ermeni olaylarının soykırım olduğunu itiraf et” ısrarıyla mevcut idari iktidar(lar)ın DTP'yi siyasal-söylemsel alanın öznelerinden biri olarak kabul etmenin önşartı olarak “PKK'nin terör örgütü olduğunu itiraf et” ısrarı aslında aynı siyasal ufuk(suzluk)ta birleşmektedir. Ne ironiktir ki Türkiye soykırım kelimesinde kilitlenilmesinden dolayı rahatsızken DTP'ye karşı aynı eşitleyici ve indirgeyici mantığı uygulamakta bir beis görmemektir. Burada ilk sorulması gereken “Peki, PKK terör örgütü değil mi?” sorusundan ziyade “Terör örgütü nedir?” olacaktır. Zira ancak terör örgütü mefhumunun “ne”liği problematize edildikten sonra PKK ve/veya herhangi bir eli silahlı grubun terör örgütü olup olmadığından bahsedebiliriz. Terör örgütü, amaçlarına ulaşmak için terörü kullanan her tür siyasal harekete verilen addır. Bu tanımdaki terörden kasıt ise hukuk-dışı bir biçimde uygulanan her tür şiddet biçimidir. Bu kavramsallaştırmalar göz önüne alındığında “Türkiye'de hukuk-dışı metodlara başvurup, yani devletin hukuk sınırları dahilinde kalmak şartıyla sahip olduğu meşru şiddet tekelini aşarak, siviller üzerinde terör estiren tek siyasi oluşum PKK mıdır” diye sormak bizi DTP'nin sıkıştırılmak istendiği fasit daire hakkında daha sahici cevaplara ulaştırabilir. Bilindiği üzere resmi ideolojiler, devletin kendi söylemini sorgulanamaz hakikatlermiş gibi göstermek suretiyle insanları devletin sarsılmaz doğruluğuna ikna ederek kendi özneleri kılmaya yarar. Bu manada devlet, kendi hakikat rejimini kurarak, söylemsel alanda terör olan ile terör olmayanı birbirinden ayırır. Fakat söylemde bu kadar keskin gibi görünen bu ayrımın ne kadar muğlak olduğuna devletin “iyi çocukları”nın eylemleri vesilesiyle şahit olduk ve anladık ki hukukun dışına çıkmak aslında mutlak olduğu surette en büyük, keyfi olduğu surette de en tehlikeli olan egemenlik biçimine de işaret edebiliyormuş.

Bu noktada, mezkur fasit daireyi oluşturanların amaçlarını da sorgulamak gerekir. İşkence literatüründe çok geçerli olan bir açıklama vardır. Buna göre, işkenceci, acı çektirdiği insandan gerçeği öğrenmek için ona işkence etmez; aksine genelde işkence edilenden öğrenilebilecek her şey zaten biliniyordur. Mesele, işkence edilen üzerinde devlet iktidarını görünür kılmak ve işkence edilen bedeni buna alet etmektir. Aynı türden bir gerilimi DTP ile “itiraf et” buyurganlığı içerisinde olanlar arasında da görebiliriz. DTP'nin PKK ile öyle yada böyle ilişkili olduğu barizken, yani herhangi bir itirafa zaten lüzum yokken, onlardan “itiraf” etmelerini istemek, devlet iktidarını görünür ve hatta kadir-i mutlak kılma çabasından başka ne olabilir ki?

TAKİYYE YAPMAK YA DA YAPMAMAK

Türkiye'de siyasal-söylemsel alana hakim olan şey tam bir takiyye kültürüdür. Bu kültürün itirafla ilişkisi de takiyye üzerinden kendini gerçekleştirmektedir. Katolik inancından türeyen itirafın mantığında kişinin gerçekten işlemiş olduğu bir günahı/suçu itiraf etmesi beklenir ki kişi affedilsin/aklansın ve yoluna meşru/kabul görmüş bir kul olarak devam edebilsin. Ne var ki bu mantık, Türkiye'de siyasal özne olmak isteyenlerden beklenen itiraf mantığıyla taban tabana zıttır: “İnandığını değil, benim senden inanmanı istediğimi söyle”. Yani devletin beklentileri dahilinde resmi ideolojiyi tanıyarak ve dolayısıyla onun disipline edici mekanizmalarından “başarıyla” geçip ona tabi olarak siyasal öznelik pozisyonunun kazanılabildiği bir durumdan bahsediyoruz ki bu özneliğin artık ne kadar “öznel” olduğu da fevkalade tartışmalıdır. Yani itiraf ederek içini dökenin itiraf ettikten sonraki süreçte kendine ait ne kadar “içi” kaldığı da meçhuldür.

Mezkur sorgulanabilir öznellik en güzel örneğini, 2002'de “değiştim” itirafıyla başlayan süreçle beraber kurulan AK Parti'nin “merkez” partisi olma yoluna girmesiyle bulur. Bu manada, dinamiklerini anlatmaya çabaladığım itiraf kültüründen en çok çekmiş olan, itiraf edenin düştüğü nesne pozisyonunun getirdiği acziyetten dolayı tüm itiraflarına rağmen seküler muhataplarını ikna edememiş olan iktidar partisinin, DTP'yi en çok itirafa zorlayan parti olması da manidardır. İktidar partisi sıfatıyla ilk görevi siyasal alanı tüm temsil biçimlerine açık tutarak siyasal müzakere ve münazara ortamını canlı tutmak olan AK Parti'nin “muhatabım değil” yada “sözün bittiği yer” gibi klişeleşmiş söylemlere başvurması kendilerinin de -feyz alacak bir “iç”lerinin kalmaması dolayısıyla- akıntıyla savrularak tutarlı ve adil bir siyaset sergileyememelerinin tezahürleridir. Halbuki bu hamasi söylemlere başvurulmadan da DTP ile beraber iş yapılabilir ve bu suretle teröre karşı daha fazla zemin kazanılabilecekken mezkur itirafa zorlama mekanizması işletilmeyebilirdi.

Sonuç olarak, Türkiye'de siyasal-söylemsel alan takiyye ve itirafın birleştiği bir ufukta kendini kurmaktadır. Söz konusu alana girebilme de bu takiyyeci itiraf kültürüne ne kadar angaje olabildiğiniz ve bu manada kendinizi ne kadar “özneleştirdiğinizle” yakından alakalıdır. Gündelik siyasi amaçlara ulaşmak ve/veya siyasal imajını korumak için DTP'yi baskıcı bir biçimde itirafa zorlayanlar için de esas sorgulanması gereken kendini icbar eden ve münakaşaya hiçbir surette yer bırakmayan bu küstah siyasal ufkun zorbalığı olmalıdır.

* Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi