İslam'ı yaşama dini değil tapınma dini haline getirdiğimizi söyleyen Ömer Tuğrul İnançer, “Dini oruca ve namaza indirgerseniz dua dini haline gelir. Tipik örneği de İstinye Park'taki mescidin kapısında dua odası yazmasıdır” diyor.
Son zamanlarda dini görüşlerimizi, ibadetlerimizi daha çok konuşur hale geldik. Kimimiz 'umre'ye gittiğini, namaz kıldığını söylüyor, kimimiz ise tuttuğu orucu ve inancını deşifre etmekten çekinmiyor. Peki bu bir ifade özgürlüğü mü yoksa moda mı? Yaptığımız ibadetler hayatımızın neresinde? İçinde bulunduğumuz kentli yaşam ibadetlerimizi ne kadar ve neye dönüştürdü? Bu hafta Ramazan'a veda ederken, mutasavvıf yazar Ömer Tuğrul İnançer'le Müslümanların bugünkü konumunu, yaşayışını, yanılgılarını konuştuk.
Din hayattan gayrı bir şey değildir, hayatın ta kendisidir. Biz bu yanlışlıkla, 'yaşama sistemi' olan İslam'ı, 'tapınma dini' haline getirmişiz. İslam yaşanacak bir haldir, hayat tarzıdır, tapınma dini değildir. Dini sadece oruca ve namaza indirgememek gerekiyor. Bunun da devamı tapınma dini olmaktan çıkıp dua dini haline gelmesidir. Tipik örneği, İstinye Park'taki dua odasıdır. Kapısında 'mescit' değil, 'dua odası' diye yazıyor.
İbadetler hayatın içinde yapılır. Hayattan kopuk olarak değil. Bunun örneği Hz. Peygamberdir. Efendimiz, bir gün sabah namazını çok kısa ayetlerle kıldırmış. Ashap soruyor tabii: “Hep uzun uzun okurdunuz, yeni bir vahiy mi geldi?” Peygamberimiz: “Hayır, yine uzun okuyacaksınız ama yeni anne olmuş bir genç hanım vardı cemaatte. Aklı yavrusundaydı bir an önce yavrusuna kavuşsun diye kısa kıldırdım” diyor. Namaz böyle bir şeydir.
İbadet, yani tapınma ritüelleri ayetteki ibadetle, ilmihaldeki ibadet birbirinden farklıdır. Ayetteki ibadet, "Sizi (cinleri ve insanları) bana ibadet etsinler diye yarattım" diye tercüme edilince ahali bunu ilmihal kitaplarında anlatılan ibadet sanıyor. Halbuki ayetin manası o değildir. "Ben cinleri ve insanları yaratmazdım, ancak bana kul olsunlar diye yarattım" diyor. Kul olmanın yolu da Hz. Peygamber vasıtasıyla bize öğrettiği yollardan geçer. Aklımızdan, nefsimizden bulamayız ona gidecek yolları. O bize hediye olarak; bana nasıl gelirsiniz ben size öğreteyim diyerek Peygamberler vasıtasıyla bize bilgileri vermiştir.
İsim vermeyeyim, meşhur gazeteci 'umre'ye gitti. “Bundan sonra içki içecek misiniz?” sorusuna “evet” dedi. Onunkinin kabul olmadığı aşikar belli.
Hayır, o sadece bina görmeye gitmiş. “Kâbe, Halil İbrahim Hazretlerinin yaptığı bir binadır” diyor Molla Camii, ama gönül Allah'ın tecelli ettiği yerdir.
Benim şahsi düşüncelerim kimseyi alakadar etmez. Objektif düşünceler önemlidir. Ben kimim ki ne düşüneyim? Aciz bir kulum. Herkes o acizliğinin farkına varıp, objektif olarak ilim ne diyor bunun cevabını vermeye çalışmalı.
Her ben ile başlayan cümle yanlıştır. “Sen kimsin?” diye sorarlarsa ne cevap vereceksin? Elbette bu düşüncenin hürriyetine sınır çizmek değildir. Ama objektif olamamak, kendi subjektivitesinin içine hapsolmak bugünkü insanları hem ilmi açıdan ucuba götürür hem de aklı karıştırır.
Evet. Bunun en basit örneği 1999 depreminden sonraki açık oturumlardır. Sismolog deprem alimleri çıktılar televizyona. Hangisinin söylediği diğerine uydu? Hepsi birbirini inkar etti. Peki, böyle bir ilim olabilir mi? Hala açık oturumlarda dini mevzular dahil, biri başka şey diğeri başka şey söylüyor ve söze “bence” diye başlıyorlar. Sence böyleyse ben senin dinine tabi değilim. Muhammed Mustafa'nın dinine tabiyim.
Ben modernlik diye de bir şey kabul etmem.
Modernlik diye bir şey yoktur. Biz kendi benliğimizden dolayı bizden evvelkileri geri zannediyoruz. Biz şimdi elektrikle aydınlanıyoruz diye gaz lambasıyla, mumla, yağ kandili ile aydınlananları geri zannediyoruz. Hz. Mevlana yağ kandiliyle aydınlanıyordu, sen elektirikle aydınlanıyorsun diye bir satır Mesnevi mi yazabildin? Onun için bu modernlik denen şeyi ben kabul etmiyorum.
İlerilik demek değildir. İlerilik diye yutturulan şeylere dikkat edin. Resmi, ideolojik, eğitimin sunduğu da buna dahil. Sen 200 sene evvel yaşasaydın, arkadaşınla komşu kızlarla beraber çeşme başına su doldurmaya gidecektin. Havayı iyi bulduğun zaman dere başına çamaşır dövecektin. Şimdi ise evine su geliyor. Makinanın düğmesine basıyorsun çamaşır yıkanıyor. Bunun adı modernlik mi? Bu sadece senin bedenini rahat ettirir.
Halbuki dere başında, arkadaşınla, ahbabınla müşterek bir iş yapıyordun ve hayatı paylaşıyordun. Şimdi her işi makineye yaptırıyorsun diye hayatı kimseyle paylaşmıyorsun. Her lafa “ben” diye başlıyorsun. Ama unutulmamalı ki her “ben” diyen yalnızdır.
Kabul etmiyorum. 1969'un Eylül'ünden beridir sabah dokuz akşam beş tarzı işlerde çalıştım. Avukatlık ve müdürlük yaptım… Beş vakit namazımı hep kıldım ve cumaya hep gittim. Kimse bir şey demedi.
İşimden kaytarmadığım, işimi dinimden ayrı görmediğim, rızkımın sebebi olarak değil, vesilesi olarak gördüğüm için. Ama işimin bana emanet olduğunu bilip ona en çok riayet ettiğimden, kimse bana “Neden namaz kılıyorsun?” demedi. Bunun içinde gayri müslim patronlarım da oldu. Namazımı da kıldım, orucumu da tuttum. Kimse böyle bir iddia da bulunamaz.
“Allah ve Resul'ünden korkmayı bırakın, sevmeye bakın” diyorum. Bütün lafın esası budur. Çünkü korkarsan kaçarsın, seversen sığınırsın. Rabb-ul Âlemin kaçınılacak bir şey değildir, sana şah damarından daha yakın, nereye kaçıyorsun? O zaman kaçma. Rabb'inden nefsine sığınma, nefsinden Allah'a sığın. Sen ona ne kadar yakınsın?
Değil. Senin ayaklarına kim dikenli taş attı. Kim başına deve işkembesi geçirdi, kim öldürmek için ok atıp dişini kırdı. Resullullah Efendimizin çektiği sıkıntıların nesini çekiyoruz ki…
Biz Hz. Adem'in çocuğu olduğumuz kadar Habil ve Kabil'in de çocuklarıyız. Hz. Adem'den beri hak ve batıl mücadelesi devam eder. Gençler “Büyüklerimiz bize iyi ortam hazırlasınlar, biz de rahat yaşayalım” istiyorlar. Ben de gençlere diyorum ki, "Siz yavrularınızı böyle bir ortama hazırlayın. Biz bunu yapamadık ama siz yapın". Şahsi ümidime gelince, ben bunu bizden daha iyi yapacağınıza inanıyorum.
Siz bizim gençliğimizi yaşamadınız. 18 sene bu memlekette ezan okunmadı. Babacım Ramazan sahurlarında sofradan daha çok radyonun başında vakit geçirirdi. “Kahire'den belki Kur'an dinleriz” diye.
Yok. Nankörler için her zaman her şey hem kıymetlidir hem de kıymetsizdir. Kıymet bilenler her zaman her şeyin kıymetini bilirler, nankörler her zaman her şeyin kıymetini bilmezler.
Nefsinle baş başa kaldığın zaman. Gayrimüslimin bir lafı vardır. “Müslümanların zalim merhameti bizi böyle yalnız bıraktı” diyor. Müslümanların zalim merhamet ve adalet anlayışı. İnsanlara merhametli, adaletli davranışları bizim taraftarlarımızı azalttı. Adil miyiz? Henüz yeterince değiliz. Alim miyiz? Henüz değiliz. İlahiyat Fakülteleri daha yeni yeni profesörler yetiştiriyor.
Kuru kuruya ilim sahibi olmak, kitap taşıyan eşek olmaktan öteye gitmez. Fiiline intikal ediyor mu? Ben Fransa'da Fransız asıllı bir Amerikalı oryantalist tanıyorum. On bin Hadis-i Şerif'i senedi ve metniyle ezbere biliyor. Ama Müslüman değil. Var mı bir faydası? Ben on bin hadis bilmiyorum.
İlim satıp para kazanıyor. Cambridge Üniversitesi'nde bir profesör, Mesnevi-i Şerifi yalamış yutmuş, Farsça da biliyor. Yani Hz. Mevlana'nın sözlerini naklediyor. Ben çok cahil profesör tanıdım. Çok da alim diplomalı tanıdım. Hem diplomalı hem profesör, onlardan da var çok şükür. Ölçü ilminle alim olmaktır.
İbadet kendi içinde gizli olarak yapılmaz. Ne yazık ki bazı doğruların söylenmesi doğru tarzda olmuyor. Örn: “Cemaatle namaz kılmak münferit namaz kılmaktan yetmiş kat daha feyizlidir.” Doğru ama ifade doğru değil. Namaz zaten cemaatle kılınır. Münferit kılmaya izin verilmiştir.
Sözün doğrusu şudur; “Münferit kılarsan daha az feyiz alırsın” demektir. Evde gizli kılınırsa kim kime nasıl öğretecek? İlim okuyarak öğrenilmez, yaparak öğrenilir. Efendimiz şöyle buyuruyor; “Siz bildiklerinizle amel edin, Allah bilmediklerinizi öğretir.”
Evet. Eskiden alışveriş merkezlerinde namaz kılma yeri yoktu. Şimdi her yerde var. Bunu kim yaptı? O yerin sahipleri değil, namaz kılmak isteyen Müslümanlar yaptı.
Şikayet etmek tembelliğin tezahürlerinden biridir. Akıllı ve çalışkan insanlar, şikayet edecek ortamı kaldırırlar.
Var, cahillik.
Allah bizim hak kazandırma memurumuz değil. "Allah korusun" diyoruz. Allah senin koruyucun da değil. Sen yeterince sığınıyor musun ki O'na, koruyucu tayin ediyorsun O'nu? Biz dua etmesini de bilmiyoruz. Allah şöyle yapsın, böyle yapsın, Allah'a akıl öğretiyoruz. Böyle dua mı olur?
İlim arttıkça toplum dinine inananlar azalır.
Artıyor tabii.
Azalacak daha da azalacak. Azaldı diye hüküm vermek için henüz erken.
Bir günde memleketin bütün kütüphaneleri yok oldu. Ayrıca Çanakkale Muharebesi'nin çok önemli bir yeri vardır. Asrı Saadet'ten sonra hafızlarında bir muharebede 70 tane hafızın şehit olmasından sonra bir karar alındı. Hafızlar muharebeye götürülmeyecekti. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de ayet gayet sahih. "Hayır sulhtedir" diyor. Harp geçici bir şeydir. Ayrıca Efendimizin tarifiyle Cihad-ı ekber ömür boyu devam edecek olan nefisle cihattır. Cihad-ı asgar (küçük cihad) harptir. Ne toptadır, ne tüfektedir ne de senin moral gücündedir. Ama o moral gücü sayesinde Allah'ın yardımını daha çok çağırma imkanı olur.
Sadece topla tüfekle olmaz ama topsuz tüfeksiz hiç olmaz. Bunlar dengesiz oluyor. Harp bittikten sonra gelecek olan nesli yetiştirmek için alim adam lazım. Bu usül Çanakkale'ye kadar devam etti.
Medreseliler ve tekkeliler askere alınmazdı. Her sefere gidildiğinde ordu şeyhi olduğunu dervişlerin gittiğini kitaplarda yazmıyor. Çanakkale de çok büyük bir katliam oldu. Aralarında şeyhler ve müreddisler ve üniversite talebeleri de vardı. Haydarpaşa Tıp Fakültesi; sivil tıbbıye hiç mezun vermemiştir.
Çünkü o mezun olan çocukların hepsi Çanakkale'de şehid oldular. Şeyhler, müderrisler, doktorlar ve matematikçilerden oluşan on bin aydın kadro gitti. 1925 yılında, on sene sonra, ne tekke kaldı ne de medrese. Ama insanın doğumundan ölümüne kadar mutlaka doktora ihtiyacı vardır. Peki, Tıp Fakülte'lerini kapattık ne olacak? Senin bu ihtiyacın bitmediği için sahte doktorlar türeyecek. İşte bununla birlikte sahte alim, müreddis ve şeyhler türedi. Bunu kıyas edecek kimse de olmadığı için sahte olup olmadığını anlayacak şablonun yok.
Gayet tabii. Çünkü ne kadar insan nüfusu varsa o kadar insan sorumlu. Öyle “kenara kaçtım” yok. Sadece Müslümanlar değil, sadece Türkler değil, herkes. İşte tevhid budur. Rasüllullah alemlere rahmettir, sadece Müslümanlara değil. Tevhid budur ama kademe kademe oluşur.
Sistemi kuran kim? Senin jakoben kafayla kurulana “eyvallah” demendir sistem.
Elbette. (bizleri kastederek) Ne zaman çoğunluğa geçeceksiniz? Ben fakültede okurken benim hiç başörtülü arkadaşım yoktu. Şimdi var. Elbette her şey yavaş yavaş olacak. Kur'an-ı Kerim bile bir defada gelmedi. 23 sene peyder pey geldi. Toplum da böyledir. Biz daha yeni başladık. Türkiye'de ezan okunsun diye şehit verildi. Sıkın bakalım biraz daha kendinizi, Hz. Sümeyye'yi örnek alın. Yoksa "Çok iyi bir ortam olsun ben orada yaşayayım" olmaz. O ortamı siz yaratacaksınız. Başkası diye kimse yoktur. Evvela "biz" diyeceğiz. Evvela aynaya bakacağız.
Ayasofya'yı 'kapattılar' diyorsunuz. Sabah namazında on bin kişi, öğle namazında on üç bin kişi, ikindiye sekiz bin kişi, akşama altı bin, yatsıda on bir bin cemaat olsaydı kimse kapatamazdı. Ben şimdiye kadar Sultanahmet'te Ramazan ayları hariç sabah namazında hiçbir saf görmedim. Katiyen “bizim dışımızdakiler kabahatli, biz değiliz” şeklinde konuşmaya hakkımız yok.
Ben inanmıyorum. Ama 1932'de ninen ile deden vardı. Ama buna “eyvallah” dediler. Ölüverselerdi, zaten ölmediler mi? Bu isyan değildir. Ortam temin etmektir.
Ayette, “Namazınızı kıldıktan sonra yeryüzüne dağılın, rızkınızın peşinde koşun” diyor. Cuma günü tatil olması meselesi nereden çıktı? Cuma'nın tatil olması ayete muhaliftir. Cuma Namazı'na Allah için gidersen herkes müsaade eder ama kaytarmak için gidersen o başka… Ayrıca namazını doğru kılıp işini yanlış yaparsan yine olmaz. Dinle dünyayı ayırmamak bu demektir. Bana neden karışmadılar?
Sadece Allah için kıldım da ondan. Cuma suresinin son ayetinde var. “Cuma günü tatil yapın” demiyor.
Doğru. Ama inandığı zaman değil, inancını geleneğiyle karıştırdığı zaman. Köyünün mahallesinin adetini din zannettiği zaman böyle oluyor. Kendi kabahati, çünkü cahil. Allah aptal ve cahil kullarını sevmez. Aptallık doğuştan olan bir şey değildir, tembellikten kaynaklanır. Çünkü okudukça bir şey öğrenmeye çalıştıkça aptallık kalkar. Kabiliyete göredir ayrı mesele.