Kanunî Sultan Süleyman, 14 milyon 893 bin kilometrekare toprağı 'neresiyle' yönetiyordu?

Ali Murat Güven
00:0015/01/2011, Cumartesi
G: 17/01/2011, Pazartesi
Yeni Şafak
Kanunî Sultan Süleyman, 14 milyon 893 bin kilometr
Kanunî Sultan Süleyman, 14 milyon 893 bin kilometr

Siz çekin o muhteşem dizinizi... İçine yirmi tane reklâm kuşağı gömerek, binbir tantana eşliğinde de yayımlamaya devam edin... Fakat, bilin ki bizler de gırtlağımız parçalanırcasına bağırmaya devam edeceğiz... Çünkü, doğma büyüme bir İstanbullu olarak, Kanunî'nin büyük usta Sinan'a yaptırdığı Süleymaniye Camii'nin önünden geçip Haliç'i seyretmeye giderken, en azından kendi adıma, böyle bir vefâsızlık gösterisi karşısında yüzümün utançtan artık daha fazla kızarmasını istemiyorum!

alimuratg@yahoo.com

Her iki dünya savaşının kudretli Britanyalı'sı
Sir Winston Churchill
, muhtemelen ikinci büyük savaş sırasında, Alman saldırılarının ülke ekonomisine olumsuz yansımalarıyla ilgili olarak
Lordlar Kamarası
'nda bir bilgilendirme toplantısı yapmaktadır. Konuşmanın bir yerinde, kendisine muhalif üyelerden biri ayağa kalkarak, ona doğru oldukça sert bir tonda çıkışır:
“Bizlere daha fazla masal anlatma Churchill! Britanya ekonomisi hızla çöküyor! Senin gibi bir eşcinselden de ancak bu kadar yöneticilik kabiliyeti beklenebilirdi zaten!”
Gelibolu Çıkarması
'nda yenilgilerin en ağırını tatmış olan deneyimli
Churchill
, bu sözler üzerine elindeki metni okumaya ara verip yaşlı Lord'a döner ve onun tahrik gücü yüksek sataşmasına şu karşılığı verir:
“Beyefendi, belki eşcinselim, belki de değilim… Fakat, böyle dangalakça bir suçlamaya cevap vermek, tartışmayı sizin arzuladığınız arenada kabul etmek olacaktır. Bunun yerine, size ve sizin gibi düşünenlere daha farklı bir cevap vermekle yetineceğim.
Şunu herkes çok iyi bilsin ki ben Britanya İmparatorluğu'nu mâbadımla yönetmiyorum! Devlet işlerini yürütmek için, yaşıma göre hâlâ -tıpkı Big Ben'in saati gibi- kusursuz çalışan beynimi kullanmaktayım. O yüzden, sizlere anlattığım ciddi meselelerin muhterem mâbadımla herhangi bir ilgisi yoktur!”
İki haftadır medyanın bir numaralı gündem maddesini oluşturan
“Muhteşem Yüzyıl”
dizisi, bana ister istemez, uzun yıllar öncesinde bir tarih kitabında okuyup ilk anda bol bol güldüğüm, fakat aynı zamanda da döneminin en kurt politikacısı olan
Churchill
'in zekâsı ve hazır cevaplığına hayran kalmama neden olan bu anekdotu yeniden hatırlattı.

* * *

Türkiye'deki İslâmî hareketin mensupları, cumhuriyet tarihi boyunca, yasaların izin verdiği manevra alanı içinde
Mustafa Kemâl Atatürk
'ün devrimlerine yönelik bir çok eleştiri yaptılar. Kimi cemaat ve fraksiyonların öncelikli eleştiri alanı
“harf devrimi”
ydi, kimisinin ise
Atatürk
'ün
“kılık-kıyafet”
hakkındaki görüşleri…
Bu sancılı süreçte, Cumhuriyet'in kurucusunun
“muasır medeniyet”
tanımına yönelik eleştirilerini sertleştirip yasal barikatın öteki tarafına geçerek, sergilediği
“cüret”
in bedelini ağır hapis cezaları ve sürgünlerle ödeyenler de oldu hiç kuşkusuz…
Ancak, İslâmî hareket,
Atatürk
'e eleştiriler yöneltirken, câmiadâ son derece marjinal pozisyondaki üç-beş kişi ve grubun genel karşılık bulmayan kaba saba çıkışları hariç, tarihinin hiç bir döneminde
“belden aşağı meseleler”
e dalmadı.
Çünkü
“mütedeyyinler mahallesi”
nin en lumpen arka sokaklarında bile, ideolojik açıdan karşı durulan bir kişiye, onun özel hayatı ve mahreminden hareketle eleştiri getirmek, giderek bu eleştirileri
"hakaret"
noktasına vardırmak tarzında bir gelenek yoktur.
Nitekim, Cumhuriyet tarihinin en tartışmalı kişiliklerinden biri olan
Dr. Rıza Nur
'un
“Hayat ve Hatıratım”
adlı otobiyografik kitabı, böylesi banal yaklaşımlar sergilemeye yelteneceklere zahiren bol miktarda malzeme sunmasına rağmen, Türkiye İslâmî hareketinde
Atatürk
'e yönelik fikrî bir eleştiri yapılırken
en az referans gösterilen kaynak
da yine budur. Hattâ, yoldaşlarımıza haksızlık etmeyelim; söz konusu hatırat,
Atatürk
üzerine
“aile içi tartışmalar”
da çoğunlukla görmezden bile gelinir. Şimdiye kadar sayısız İslâmcı düşünür ve yazarın,
Rıza Nur
'un iddiaları söz konusu olduğunda,
“Bırakın o adamı Allah aşkına! Mustafa Kemâl Paşa hakkında atıp tutuyor, fakat asıl kendisi sağlam ayakkabı değil!”
diye hiddetlendiğini görmüşlüğüm vardır.
Velhasıl, bu işler bizim taraflarda öteden beri böyle yürür; zaten böyle de olmalıdır. Çünkü, hangi ulvî değerlere bağlı olduğunu iyi bilen gerçek Müslümanlar, ister ülkesinin tarihine büyük etkiler yapmış bir lider olsun, isterse de yalnızca kapı komşusu pozisyonundaki bir aile reisi, eleştirilerini
kişinin -yalnızca kendisini değil, başkalarını da derinden etkileyen- stratejik kararlarına
yöneltirler. Bu açıdan bakıldığında,
Atatürk
'ün
“içki sofrası”
da
“yatak odası”
da hiç kimseyi ilgilendirmez. Böyle seviyesiz dedikodular üzerinden, bunları kurcalayıp durarak ideolojik vur-kaçlar yapmaya çalışmak en hafif ifadesiyle
“ahlâksızlık”
tır.
Daha önce de vurguladığım gibi, İslâmî kesimde, ideolojik açıdan eleştirilen kişi ve kurumlara karşı sınırları her dönemde itinayla muhafaza edilmiş olan bu ahlâkî geleneği pervasızca ihlâl etmeye kalkışan kimi
sığ muhalifler
ortaya çıkmış, fakat dindar çevreler o kişilerin kullandığı vulgar eleştiri diline hiç bir şekilde itibar etmemiştir. Bizleri
“Atatürk'ün hayatı”
söz konusu olduğunda tartışmaya sevk eden öncelikli mesele, onun devlet yönetimine ilişkin görüşleri ve bu yöndeki uygulamalarıdır; gerisi de
onun Allah ile arasındaki özel kulluk ilişkileri
bağlamında kalan mahrem konulardır.

Ki ben de özel hayatımda eleştiri mekanizmasına aynen böyle bakan biriyim. Bu yaklaşımımın kaynağı ise yine kendi ailemin ahlâkî geleneklerine uzanıyor.

Rahmetli babam, uzun yıllar boyunca büyük ağabeyiyle küs kalmıştı. Fakat, günlerden bir gün, aileden olmayan birinin bir dost meclisinde amcam hakkında ileri geri konuşmaya başladığını görünce, ortamda bulunan herkesi yerinden hoplatan bir çeviklikle ayağa kalkıp, muhatabına,
“Ağabeyimle ilgili olarak bir kelime daha konuşursan, oraya gelir ve senin kafanı kırarım!”
diyerek kükremişti.
Ertesi gün, sinirleri yatıştıktan sonra kendisine
“Baba, neydi yahu o dünkü hiddetin?”
diye sorduğumda, bana verdiği şu cevap sonraki ömrüm boyunca kulağıma küpe olmuştur:
“Sevgili oğlum, bir yabancının diline doladığı o adam, her ne kadar kafalarımız tam olarak uyuşmasa da benim kanım, canım, ağabeyim… Aynı babadan gelmişiz, aynı ananın karnında yatmışız. Ağabeyimi ille de azarlamam gerekiyorsa ben azarlarım, onu çevremizde dolanıp fırsat kollayan akbabalara yem etmem. Eminim ki yarın öbür gün benimle ilgili bir dedikodu yapılsa, o da benzer tepkileri verecektir. Sen de hep böyle davran, kardeşini kurdun kuşun önüne bu kadar kolay sürme, onu canın pahasına savun. Kardeşlik çok özel bir ortaklıktır.”
Sonuçta,
1995
yılında ilk olarak babam öldü. Onunla son nefesine kadar konuşmayan amcamın ise cenazede hiç kimsenin dökmediği kadar gözyaşı döktüğüne tanık olacaktım. İlerleyen aylarda, kardeşiyle ağız tadıyla didişemediği bir hayatı sürdürmekten dolayı canından o kadar bezdi ki kısa bir süre sonra o da Hak'kın rahmetine kavuştu. Şimdi, İstanbul'daki mezarlık dağıtım sisteminde benzeri hiç görülmemiş, kolay kolay da görülemeyecek bir tesadüfle, ölüm tarihleri arasında
üç yıllık bir zaman farkı
olmasına rağmen, Gaziosmanpaşa semtinde
yan yana
yatıyorlar! İlahî adalet onları ölümden sonra yan yana getirip barıştırdı.

Velhasıl, biz Müslümanlar, kendisinden iyilikler gördüğümüz hiç bir insanı ucuz dedikoduya meze etmeyiz.

İşte, bundan dolayıdır ki Türkiye kamuoyunun ekseriyeti son bir kaç haftadır
“Muhteşem Yüzyıl”
adlı diziye ateş püskürüyor.

Ve yine bundan dolayıdır ki söz konusu dizinin yapımcılarının böylesi filmler ve dizilere gösterilen tepkiyi lâyıkıyla anlamaları çok zor…

Çünkü Türkiye'de, kamuoyunun dinsel ve tarihsel değerlere karşı duyarlı olan kesimi, ne din ne de tarih kayıtlarını
“belden aşağı”
bir bakış açısıyla okumuyor. Onlar için tıpkı
Mustafa Kemâl Atatürk
gibi
Kanuni Sultan Süleyman
'ın yatak odasının da
“tarihe mâlolmuş önemli kişiliklerin başarıları ve hatalarını değerlendirme”
bağlamında herhangi bir kıymet-i harbiyesi yok.
Kanunî
, Yüce Allah'ın kendisine bahşettiği ömrü şu ya da bu biçimde yaşamış, bu dünyayı da yüzyıllar önce terk etmiş bir devlet adamımızdır. Onun, günümüz insanlarını ilgilendiren, ciddi tarih sohbetlerine konu olabilecek en ayırdedici yönü ise babası
Yavuz Sultan Selim
'den
1 Ekim 1520
'de
6 milyon 557 bin kilometrekare
olarak teslim aldığı Osmanlı devleti egemenlik alanını, iktidarda kaldığı
46
yılın ardından,
Zigetvar Kalesi
'nin yakınlarında
72
yaşında yeni bir fethe hazırlanırken şehadet getirip vefât ettiği
6 Eylül 1566
günü, oğlu
İkinci Selim
'e
14 milyon 893 bin kilometrekare
olarak bırakmasıdır. Bir de bu toprakları bir
“kanun devleti”
hâline getirmesi…
Diğer taraftan,
Kanunî
'nin, hayatı boyunca hayranlık uyandırıcı bir aşkla bağlı olduğu Rus asıllı sevgili eşi
Hürrem Sultan
ile gönül ilişkileri, Osmanlı devletindeki saray hayatına ilişkin iç gıcıklayıcı dedikodulara, harem hakkındaki erotik masallara pek meraklı olan batılı oryantalistlerin bir numaralı ilgi maddesi olabilir. Bunda herhangi bir anormallik yok. Neden derseniz, oryantalizm, ilgisini yönelttiği bütün Doğu ülkelerine bu perspektiften bakmayı zaten öteden beri güçlü bir gelenek hâline getirmiştir. Doğu uygarlığından almaları gerekeni, o topraklarda asıl görmeleri gerekeni inatla görmeyip akıllarını fikirlerini
“dönemin magazini”
ne yatırdıkları için, İslâm dünyası kültür üretmede kendi zirve noktasına erişirken, onlar henüz
vebâ hastalığı
ve
Engizisyon Mahkemeleri
'yle uğraşmaktaydılar.
Saray hayatını tiyatroda, sinemada, operada, romanda ya da şiirde ele alırken işe
“padişahın yatak odası”
ndan başlamak, anlatmaya değer bir numaralı konu başlığı olarak
“harem kurumu”
nu görmek, bütünüyle bir
“batılı kafa hastalığı”
dır. Özellikle de savaşlardan sonra gönüllü olarak ya da esir alma yöntemiyle saraya getirilen yabancı uyruklu kadınların hikâyelerine pek bir bayılır batılı tarihçi, edebiyatçı ve besteciler… O sarışın ve mavi gözlü kadınların onca esmer tenli doğulu arasında vakitlerini nasıl geçirdikleri üzerine, oturdukları yerden tarih boyunca binlerce fantazi üretmişlerdir. Nitekim,
Wolfgang Amadeus Mozart
'ın
“Saraydan Kız Kaçırma”
operası da saray hayatına ilişkin bu derin merakın en popüler simgesi sayılabilir. Dünyayı altı yüzyıl boyunca parmağında oynatmış, son derece özgün ve karmaşık idarî kurallara sahip bir devlet hakkında opera bestelemeye kalkıştığında,
Mozart
'ın aklına hemen
Selim Paşa
adlı hayalî bir Osmanlı yöneticisi ve onun Akdeniz kıyılarındaki sarayında yaşayan İspanyol güzeli
Konstanze
'nin gelmesi tamamen benzer bir refleksin ürünüydü.
16 Temmuz 1782
'de
Viyana
'da yapılan galasından günümüze kadarki süreçte opera dünyasının en sevilen klasikleri arasına giren bu müzikli oyun, sonrasında, sanatın -sinema dahil- her formunda düzinelerce benzeri üretilecek olan oryantalist bakışın da öncüsü olmuştur aynı zamanda…
Fakat, aynı batı sanatı, Osmanlı'yı yüzyıllar boyunca yönetmiş olan sultanların askerî ve idarî başarılarıyla öyle kolay kolay ilgilenmez. Bu ilgisizliği de son derece bilinçli bir tercihin ürünüdür. Çünkü, Osmanlı sultanlarının
“devlet adamlığı”
karnelerine başarı olarak kaydedilmiş her askerî-siyasal-ekonomik eylem, aynı eylemlere batılıların cephesinden bakıldığında ise kendilerinin bir taraflarını uzun süre sızlatmış olan
“kötü hatıralar”
olarak görülmektedir.
Sırf bu yüzden, batı dillerinin tamamında, tarih yazımı sırasında objektif davranmayı imkânsız hâle getiren iki sözcük var bugün… Aslında bütünüyle eş anlamlı olmalarına rağmen, bir toprağın askerî güçle ele geçirilmesini tanımlarken olayın her iki tarafının -pozisyonlarına göre- özenle seçerek kullandıkları zıt çağrışımlı sözcükler bunlar… Birinci, İngilizce ve ona akraba dillerde
“conquest(er)”
ve yakın türevleriyle karşılanan
“fetih/fatih”
; diğeri ise
“invade(r)”
sözcüğüyle tanımlanan
“işgal/işgalci”
Elin batılı tarihçisi ya da sanatçısı, kendisinden kopartıldığı için zaten yüzlerce yıldır karalar bağladığı
İstanbul
şehri üzerine, hangi empati mantığıyla
Fatih Sultan Mehmet'in fetih serüvenini
anlatacak bir roman yazsın ki?
Aynı şekilde, şiirde, operada, tiyatroda ve nihayet
“bütün kadim sanatların bileşkesi”
konumundaki sinemada
Osmanlı'nın fütuhâtçı yaklaşımını yücelten eserleri
neden ortaya koysun?
Osmanlı'nın doğuşu ve yükselişi, bu görkemli serüvene dünyanın batısından bakıldığında,
“vandal bir kavmin kendisine at koşturma alanı olarak çizilen Orta Asya sınırlarını aşıp, hiç hak etmediği topraklara doğru yaptığı vahşi akınlar”
dan ibarettir. Nitekim,
Rus Çarı Nikola
'nın 19'uncu yüzyılın sonlarında kullandığı ifadeyle de ayan beyan gün ışığına çıktığı üzere, Avrupa sofralarında hiç bir zaman görülmek istenmeyen bu
davetsiz konuğun
, ölümü çok yaklaşmış bir
“hasta adam”
olarak
1918-Mondros Anlaşması
'yla birlikte defteri dürülmeye çalışılmıştır.

Ancak, Çar ve müttefiklerinin ince hesapları tam olarak tutmadı ve elimizdeki toprağın miktarı kuşa dönmekle birlikte bugün hâlâ Avrupa'dayız. Hem de uzun bir fetret döneminin ardından, aynı coğrafyada gerek siyasal, gerek ekonomik, gerekse askerî açıdan yeniden yükselişe geçerek…

Türk toplumu, atalarından kendisine yâdigâr kalan tarihsel hatıralar söz konusu olduğunda, en tutucu mensubuyla bile o atalara peygambervâri bir
“kutsallık”
atfetmemiştir. Hepimiz, hattâ bu konuda en katı olanımız bile, Osmanlı devlet sisteminin saygı ve iltifâta lâyık taraflarını iyi bildiğimiz gibi, eleştirilmeyi hak eden taraflarını da aynı ölçüde bilmekteyiz. Nitekim, tarih kitaplarımız
gurur dolu ifadelerin
yanı sıra azımsanmayacak ölçüde
eleştiriyle
de doludur. Herhangi bir tarih araştırmacısı, Türk toplumunda
İkinci Mehmet
ya da
İkinci Abdülhamit
'e duyulan kitlesel muhabbetin
Birinci İbrahim
ya da
Beşinci Murat
'a duyulan ilgiye denk olduğunu ileri sürebilir mi?
Türkiye'de, kimilerinin işkembe-i kübradan atıp tuttuğu şekilde, Osmanlı hanedanın mensuplarına yönelik şirazesi kaçmış bir
“kutsallaştırma”
geleneği falan
yoktur
; yalnızca Orta Asya steplerinde ezelî düşmanlarından kaçıp duran küçük bir göçmenler topluluğu olmaktan kurtulup dünyanın merkezinde çağın bütün önemli siyasal ve askerî güçlerine meydan okuyan büyük bir devlete dönüşmemize yaptıkları hayatî katkılardan dolayı
“hepsine karşı samimi bir hürmet duyma psikolojisi”
söz konusudur.
Dahası, böyle bir duygusal reaksiyona bizim kültürümüzde kısa ve öz olarak
“vefâ”
denilir.
Seni
Moğolların
talan ettiği bir coğrafyadan çekip alan, kendisinin ve yoldaşlarının kanını gözünü bile kırpmadan fedâ ederek dünyanın göz bebeği bir yarımadaya, o yarımadanın en stratejik şehrinin üzerine taşıyan, sonrasında da sana yedi düvelin gıptayla baktığı, her köşesi sayısız zenginliklerle bezenmiş bir yurt bırakan bu kişiler kim olurlarsa olsunlar,
onlara vefâ duyarsın.
Duymuyorsan da duymayı öğrenmek zorundasın demektir.
Kaldı ki gün gelip aynı şehrin üzerinde kendilerinin yatak odası hikâyelerini anlatan diziler çekmene vesile olan kişiler de yine aynı adamlar ve kadınlardır.

Bu örtbas edilemez vefâ borcu da bazı durumlarda ağzından çıkanı kulağının duymasını, kameranla kaydettiğin görüntüleri asgari düzeyde bir ahlâkî süzgeçten geçirmeni gerektirir.

Genç kuşakların kolektif belleğine
“kadın düşkünlüğünden gözü dönmüş bir zampara”
imajıyla kazımaya çalıştığın o adam ve sülalesi, bütün günah ve sevaplarıyla birlikte, bugün senin üzerinde film setleri kurduğun, akşam çekimlerin bitince de kafayı çekmek üzere en yakınlardaki bir entel barın yolunu tuttuğun paha biçilmez toprakların fâtihidir. Yine, aynı adamlar ve onların tutkuyla sevdikleri kadınlar olmasaydı, şu anda kimbilir hangi Rus ajanı diktatörün yönettiği 3-5 milyon nüfuslu bir Orta Asya Türkî cumhuriyetinde devlet çiftliklerinden birinde
ırgatlık
yapıyor olacaktın!
Öyle ki sana -karşısında ayılıp bayıldığın ve her fırsatta kutsadığın- batı dünyasının kapılarını bile, olağanüstü uygarlık vizyonları, idarî yetenekleri ve askerî cesaretleriyle, bütün hayatlarını
“sıradan bir romantik komedi filminin uçkuruna fazlaca düşkün kahramanları”
düzeyine indirgediğin o adamlar ve kadınlar açmışlardır.
Hiç merak etme, Türk toplumu
Kanunî Sultan Süleyman
'ın da aktif bir cinsel hayatı olduğunu, onun da çocuklarını
“leylekler vasıtasıyla”
değil,
“klasik biyolojik yöntemler yardımıyla"
dünyaya getirdiğini en az senin kadar iyi biliyor.

O yüzden de tartışmaların kaynağı, hitâb ettiğin toplumun bu gibi noktalarda kara cahil ya da aşılmaz tabulara sahip olması değildir.

Türkiye Cumhuriyeti tebâsını oluşturan halk,
Türk
,
Kürt
,
Arap
,
Çerkes
,
Müslim
ya da
Gayrımüslim
, kâhir çoğunluğuyla
vefâlı
bir halktır. İstisnai kişiler ve durumlar da bu genel kuralı bozamaz. Bin yıldır üzerinde yaşadığımız ve adına
“Anadolu”
dediğimiz bu bereketli vatan, ekmeğinden midir suyundan mıdır bilinmez, bizleri zaman içinde vefâlı ve alabildiğine duygusal insanlara dönüştürmüştür.

İşte, bizde olup da sizde olmayan, ya da en azından eksik olan temel erdem bu… Tarihinizi yazanlara karşı bir dirhem vefâ ve duygusallığınız yok.

Bu ülkede tarihle ilgilenen hiç kimseyi, ne
Kanunî
'nin, ne
Fâtih
'in, ne
Atatürk
'ün, ne de
Adnan Menderes
'in aşk hayatı öyle aman aman ilgilendirmiyor. Belki laf arasında geçecek iki-üç cümle kadar, fakat kesinlikle bundan daha fazlasıyla değil. Çünkü, özel hayatlarındaki tutum ve tercihleri, devlet adamlarının idarî tasarruflarını değerlendirmede bir ölçüt oluşturmaz. Yazımın başında atıfta bulunduğum
Churchill
'in tarihe geçmiş cevabı ne güzel de anlatıyor bu durumu…
Zaten, aksi söz konusu olsaydı, komünizme yönelik bütün ideolojik eleştiriler
“Lenin'in eşcinsel olduğu iddiaları”
üzerinden doğar ve yürütülürdü!

Bu basit gerçeğin sokaktaki ayakkabı boyacısı ihtiyar adam bile farkında; fakat kocaman kocaman film yapımcıları olarak sizler henüz farkında değilsiniz. Ya da daha doğrusu farkındasınız da işi saflığa vuruyorsunuz.

Tekrar ediyorum; ortada bir
“tabu”
ya da bir
“kutsal”
yok; sadece sizin, üzerinde yaşadığınız toprağın müsebbibi konumundaki tarihsel kişiliklere yönelik edepsizce bir yaklaşımınız var.
Efendim,
Napoleon Bonaparte
'ın büyük aşkı
Josephine
ile ilgili bir sürü sinema filmi ve televizyon dizisi yapılmış da...
Fransa
'daki kimsecikler onları yapanlara kızmamış da…
Yapılırsa yapılsın! Orası
Fransa
, o adam da
Napoleon Bonaparte
… Biz ise
Müslümanlara özgü
bir vefâ geleneğinden ve
Müslüman-Türk hükümdarlarından
söz ediyoruz. Kaldı ki o filmlerin yapımcıları ölüler âlemini ziyaret edip Napoleon'dan,
“Ey büyük imparator, senin Josephine ile aşk hayatını, onunla yaşadığın en mahrem anları gözler önüne serecek bir film çekiyoruz”
diyerek yazılı izin mi aldılar? Eminim ki
Napoleon
da elinde onlara dur deme imkânı olsa, böylesi bir rezilliğe asla rıza göstermezdi. Aynı şekilde, onu -bizlerin
Kanunî
'nin aziz hatırasını koruduğumuz gibi- tutkuyla koruyan bir tebâsı olsaydı, o tebâ da bu yönde bir yaklaşıma izin vermezdi.
O yüzden,
Amerikalıların
,
İngilizlerin
,
Fransızların
bu gibi konulardaki pervasızca yaklaşımları benim halkımı zerrece bağlamıyor. Biz Fransız değiliz,
“Müslüman”
ız ve
“Türk”
üz. Devlet adamlarımızın mahremi konusunda da mezhebimiz Fransa kadar geniş değil!
Bugün, siyasal sürtüşmeler yaşadığımız batı ülkelerinden herhangi birinde
Mustafa Kemâl Atatürk
ya da ailesinin hatırasına ciddi bir saldırı yapılsa, (yıllardır içinde bulunduğum toplumsal çevreyi iyi tanıdığım içindir ki) ortaya yine ilk olarak
Fatih-Draman
'daki sakallı hacı amcaların fırlayacağına, evlerin zulalarındaki değnekleri herkesten önce dindar gençlerin kapacağına eminim. Çünkü, bizler içeride kendi insanımızla ilgili her ne eleştiri yaparsak yapalım,
“Atatürk”
adının ülke sınırlarından dışarı çıkıldığında, bu topraklara batıdan kem bakışlar fırlatanlar için
“Türklüğü”
,
“Müslümanlığı”
,
“Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti”
ni temsil ettiğinin farkındayız. Yabancıların önünde
Gâzi
'ye de, eşine de, annesine de toz kondurmayız. Katılımcıları arasında bir sürü milliyetçi-muhafazakâr insanın bulunduğu
6-7 Eylül 1956
olayları sırf
Selanik
'ten gelen böyle çirkin bir havadisten,
“Atatürk'ün evi bombalandı”
dedikodusundan dolayı alevlenmemiş miydi?
İşte,
“Muhteşem Yüzyıl”
ın muhteşem yapımcıları; bizde olup da sizde olmayan temel özellik bu… Sizin tarihi yazanlara karşı saygınız yok. Çatışmamız da tam olarak buradan kaynaklanıyor.
Yoksa,
"sanattan anlamayan lumpen bir kitle"
şeklinde algılamaya çok fena alıştığınız Türk halkının, Osmanlı'ya ilişkin her değinmeye şuursuzca tepki gösteren kara cahil bir yobazlar sürüsü olmasından falan değil…
Sizlerden hiç biri,
“kardeş katli fermanı”
nı İslâmî kesime mensup tarihçilerin kendi aralarında tartıştıkları kadar tartışmamıştır.
Aynı şekilde, hiç biriniz,
“Vahdettin hain miydi, vatansever miydi?”
,
“Abdülhamit Han, iktidarının belli bir döneminde aydınlar üzerinde baskı kurarak iyi mi yaptı, kötü mü yaptı?”
tartışmalarına ortalama bir dindarın harcadığı zamanın onda biri kadar kafayı takmamışsınızdır.

Çünkü, hayatınız boyunca böyle vicdanî ve entelektüel tasalarınız olmadı ki…

Bugün de toplumu kışkırtacağı daha ilk gününden apaçık belli olan uyduruk bir tarih dizisi çekip, halkın öfkesini
“rating”
e tahvil etmekten gayrı bir amacınız yok.
İşgal ettiğiniz sektörde, en aşağılardan en tepelere kadar bir sürü farklı pozisyonda yıllarca çalıştığım için, film üretme mantığınızı da çok iyi biliyorum. O nedenle, bu kadar rahat ve fütursuzca suçluyorum sizleri…
“Reklâmın iyisi kötüsü olmaz”
gibi son derece hastalıklı bir Makyavelist mantığı bu topluma yayanlar da yine sizlersiniz, sizinkine paralel işleyen sakat kafalardır. Yoksa, normal koşullarda bizim mahallenin girişinde simit satan küçücük bir çocuk bile yüzüne tükürüldüğünde bunu
“Ya rabbi şükür, yağmur yağdı”
diyerek karşılamaz, kendisine gösterilen tepkiden utanıp sıkılır.
Fakat, aklınız fikriniz, işiniz gücünüz
“rating”
olduğu için, için için hoşunuza gidiyor yaşanan bütün bu tartışmalar, halkın size ve
“eser”
inize karşı sergilediği öfke…
Biliyorum, bizler kızdıkça ellerinizi zevkle sıvazlayarak, kendi aranızda
“İyidir iyidir, bizim dizi bu şekilde daha popüler oluyor”
diye mırıldanıyorsunuz.

Emin olun, yanılıyorsunuz. Daha fazla popüler olduğunuz yok, sadece insanlar sizden her geçen gün biraz daha nefret ediyor.

10-15 bölümlük bir dizi boyunca, siyasal bilinç yoksunu gariban proleteryanın evlerine kurulu bulunan
1000 dolayında
ölçüm makinesinden alacağınız bütün o puanlar, reklâm saniyesi ticareti yapan şirketlerdeki topu topu
8-10 pazarlamacının
yüzünü güldürmeye yarayacak birer
“pirus zaferi”
dir. Yoksa, sinemamıza ve televizyonculuğumuza ne
bugün
, ne de
bundan 25 yıl sonra
saygıyla anılacak herhangi bir katkınızdan söz edilemez.

Siz çekin o muhteşem dizinizi… İçine yirmi tane reklâm kuşağı gömerek, binbir tantana eşliğinde yayımlamaya devam edin.

Fakat, bilin ki bizler de gırtlağımız parçalanırcasına bağırmaya devam edeceğiz. Artık, her kim diğerinin bileğini bükerse!

Çünkü,
doğma büyüme bir İstanbullu
olarak,
Kanunî
'nin büyük usta
Mimar Sinan
'a yaptırdığı
Süleymaniye Camii
'nin önünden geçip
Haliç
'i seyretmeye giderken, en azından kendi adıma, böyle bir vefâsızlık gösterisi karşısında yüzümün utançtan artık daha fazla kızarmasını istemiyorum!