İran göçmeni Fransız bayan çizer Marjane Satrapi, ortağı Vincent Paronnaud ile üç yıllık zorlu bir çalışma sonucunda hazırladığı otobiyografik yapıtı “Persepolis”te animasyon sinema adına parlak bir başarıya imza atarken, İran devrimi ve sonuçlarını sağduyulu değerlendirme noktasında ise kötü bir sınav veriyor.
“Tahran burjuvazisi”ne mensup bir ailenin tek çocuğu olan Marjane, başkentte “İran İslâm Devrimi”nin ayak sesleri yükselmeye başladığında henüz 10 yaşlarında, çevresindeki her gelişmeyi merak içinde gözlemleyen küçük bir kızdır. Şubat 1979'da ülkedeki Şahlık düzeninin yıkılmasının ardından, sevimli kahramanımız ve ailesi coşku içinde sokaklara dökülürler. Ancak, devrim sonrasında işler umulduğu gibi gitmez. Uzun süren sancılı bir dönemin ardından demokratik bir yönetimin geleceğine inanan İranlı aydınları alabildiğine karanlık bir siyasal düzen beklemektedir. Çok geçmeden, şeriatçı molla sisteminin “sadistik” uygulamalarından toplumun her kesimi gibi Marjane ve yakınları da nasibini almaya başlar. Ve bu gidişe daha fazla dayanamayacağını anlayan genç kızımız, liseyi okumak üzere ebeveynleri tarafından Fransa'ya gönderilir. Ancak, orada da göçmenliğin alabildiğine zalim bir gerçeği, “doğu halklarına yönelik önyargı ve ırkçılık” furyası yakasını bir türlü bırakmaz. Sürekli bir arayış içindeki Marjane, iki kültür arasında bir o yana bir bu yana doğru amaçsızca savurulurken, hayata bakışı da artık yalnızca havalimanlarının bekleme salonlarında renklenen mutsuz ve hasta bir kişiliğe dönüşecektir.
Başlarında, ekip lideri olarak İran göçmeni bayan çizer Marjane Satrapi ve Fransız ortağı Vincent Paronnaud'un bulunduğu 100 kişilik bir çizer ordusunun üç yıllık emeği sonucunda ortaya çıkan otobiyografik “Persepolis”, hem sinema sanatının genel tarihçesi içinde, hem de bu sanatın önemli alt-türlerinden biri olan “animasyon sinema” adına son derece özel ve o ölçüde de dikkate değer bir yapıt. Ancak, bir “siyasal film” olarak ise odak noktasına oturttuğu ülkeye karşı alabildiğine taraflı, saldırgan ve de etik açıdan rahatsız edici bir üslûba sahip.
Neden derseniz; “İran devrimi”, yeryüzünün dört bir köşesinde bu büyük kitle hareketi üzerine inceleme-araştırma yapan siyaset bilimcilere ve sosyologlara, Satrapi'nin -hayranı olduğu “punk” kültürünü rahatça yaşayamamış olmaktan kaynaklanan- o yeniyetme öfkesinin bizlere sunmaya çalıştığından çok daha fazlasını ifade ediyor. En azından, adına “bilim ahlâkı” denilen şey, kendine ve yaptığı işe saygılı araştırmacıların meseleye böyle bir perspektiften bakmasını zorunlu kılmakta…
Bundan 11 yıl kadar önce, Türk hükûmet yetkililerinin yaptıkları resmî bir ziyaret kapsamında, kalabalık bir gazeteci ordusuyla birlikte İran'a gitmiştim. Medya mensupları olarak Tahran'da geçirdiğimiz ilk akşamda, uzun yıllardan beri bu ülkede yaşayan bir Türk yazar dostumuz bizleri bir minibüse topladı ve Âyetullah Humeyni'nin başkentin hemen yakınlarındaki kabrine götürdü.
Hayatımda gördüğüm en ilginç yerlerden biriydi burası… Gece yarısı 02.00 sularında ulaştığımız kabirde, ülkenin dört bir köşesinden akın akın ziyarete gelen bir insan seliyle karşılaştık. Oysa ki rejim, büyük bir bölümü alabildiğine yoksul olan bu taşra insanlarını o mekânı ziyaret etmeye mecbur etmiyordu. Zaten girişteki -aynen bizim camilere benzeyen- kargaşa ve düzensizliğe bakıldığında, burayı kimin ziyaret edip kimin etmediğinin bir kaydını tutmak da kesinlikle mümkün değildi. Buna karşılık, binlerce insanın, yılın her günü ve günün her saati, Devrim'in liderinin kabrine doğru kendi özgür iradeleriyle gelmekte olduğunu şaşkınlık içinde gözlemledim.
Ayakkabılarımızı vestiyer benzeri bir bölümdeki muhafıza bırakıp, topluca içeri girdik. Âdeta kapalı bir spor salonunu andıran, son derece büyükçe bir mekânın ortasında Ayetullah'ın ve oğlu Ali'nin kabirleri yer almaktaydı. Dört tarafı cam bir duvarla çevrili bu kabirlerin çevreleri ise tıka basa kâğıt parayla doldurulmuştu. Mihmandar dostumuza bu para yığınının ne anlama geldiğini sorduğumda, “Onları içeriye, cam muhafazanın arasındaki ince boşluklardan ziyaretçiler atıyor. Amaçları, kesinlikle ölülere saygısızlık etmek değil. Bu, İran kültürüne özgü bir cömertlik ve sevgi gösterisi. Liderlerinin kabrinin hiç bir zaman bakımsız kalmasını istemedikleri için, onca yoksulluklarına karşın, temizlik, bakım ve onarım hizmetlerini yürüten komiteye imkânları ölçüsünde destek olmaya çalışıyorlar.”
Burası, yalnızca iki eski siyasî liderin değil, aynı zamanda hayatta olan dinî liderin de cuma günleri mahşerî bir kitleye namaz kıldırıp haftalık hutbesini okuduğu, artık iyiden iyiye siyasal kimlik kazanmış etkileyici bir toplanma mekânıydı. Devrim'e ve liderine hâlâ bütün içtenlikleriyle bağlı milyonlarca insanı manevî yönden diri tutan bir tür dayanışma ve meditasyon merkezi…
Ortama ilişkin ilk şaşkınlığı üzerimizden atmamızın ardından, Humeyni'nin kabrinin hemen yanıbaşına, halılarla kaplı zemine bağdaş kurup oturduk ve Devrim'den 17 yıl sonrası itibarıyla İran'daki siyasal atmosfer üzerine koyu bir sohbete daldık. Sıra bana geldiğinde, bizlere eşlik eden o yazar dosta ilk -ve en önemli- sorumu bodoslama bir biçimde sordum: “Türkiye'de, İran ile ilgili olarak kulağımıza bir çok dedikodu geliyor. Buradaki son durum nedir? İran halkı batı karşısında çözülüyor mu ya da yakın zamanda bir çözülme tehlikesi var mı?”
O da bana -sonraki günlerde başka gözlemlerle de doğrulayacağım- şu mükemmel saptamayı yaptı:
“Eğer, 1979'da bu Devrim'in temellerini atan inançlı işçileri, memurları ve köylüleri soruyorsan, onlardan yana hiç bir sıkıntı yok. Hepsi demir gibi, dimdik ayaktalar. Çocuklarını bu Devrim'e ve hemen sonrasındaki 8 yıllık Irak Savaşı'na şehit vermiş anaları, Devrim'in ideallerinden öyle kolay kolay vazgeçirmek mümkün değil. Sokaktaki sıradan İranlı için Devrim, ahlâksızca bir düzenin yıkılıp yerine inanca saygılı, gerçek bir cumhuriyet sisteminin gelişidir. İran'da 'derin halk'ı temsil eden milyonlar hâlâ bütün iyi niyetleri ve kararlılıklarıyla İslâmî rejimin yanındalar. Yanında olmanın da ötesinde, ona zarar vermeye kalkacak elleri hiç acımadan parçalarlar.
Ancak, burada bir de madalyonun öteki yüzü durumu söz konusu… Şah döneminde tam anlamıyla tatlı hayat süren sayıca az, ancak paraca güçlü bir burjuvazi sınıfı var ki onlar ilk günden bu yana Devrim'den için için nefret etmekteler. Bu kesim zerre kadar dindar değildir; hattâ aralarında -İran'daki çok kültürlülüğün bir sonucu olarak- ciddi bir gayrımüslim kitle de bulunmaktadır. Çoğu Irak Savaşı'ndan da kaçmış, savaş sırasında ülke içinde ya da dışında yıllarca gözlerden ırak yaşamış tiplerdir bunlar...
İran'ın geçmişteki o sözde laik ve liberal, ABD'nin bölgedeki baş piyonu konumundaki çağdışı yönetim biçimi, burjuvazi mensubu bu mutsuz zenginler kitlesi için artık çok gerilerde kalmış tatlı bir hatıra… O hatırayı yeniden canlandırabilmek için de ellerinde avuçlarında ne varsa harcamaya hazırlar. Bu insanları Tahran'daki beş yıldızlı otellerin lobilerinde kadınıyla erkeğiyle biraraya toplanmış sohbet ederken, sürekli fısır fısır birşeyler konuşurken görebilirsin. Kendi aralarında düzenledikleri gizli alkol, uyuşturucu ve dans partileriyle İslâmî düzen içinde batı tarzı yoz bir yaşam alanı oluşturmak için en ciddi riskleri bile göze alacak kadar gözleri dönmüştür böylelerinin…
İşte, İran'ı yıkmak için içte ve dışta elinden geleni ardına koymayan, muhalif hareketleri cömertçe finanse eden, ülkeyi her fırsatta uluslararası kamuoyunun nazarında iki paralık edebilmek için elinden gelen herşeyi yapanlar da tam olarak bu gruplardır. Onların hayatta tek derdi vardır: Eskisi gibi bir zevk ü safa düzenine geri dönebilmek…”
Marjane Satrapi'nin, İran'dan Fransa'ya uzanan kişisel serüvenini anlatma iddiasındaki animasyon filmi “Persepolis”in -her karesinden anavatanına yönelik kopkoyu bir karamsarlık ve aşağılama süzülen- siyah-beyaz karelerini izlerken, belleğim beni bir anda 1996 yılı yaz aylarında Tahran'a yaptığım bu geziye ve oradaki tanıştığım Türk dostun ülkedeki muhaliflere ilişkin o unutulmaz tahliline geri götürdü.
Satrapi ve mutsuz ailesi, 11 yıl önce Humeyni'nin mezarı başında öykülerini ilgiyle dinlediğim, “Devrim'e içten içe muhalefet eden küçük burjuva insanı” tipolojisine -kelimenin tam anlamıyla- cuk oturmaktaydı. Hani, filmin ve ona kaynaklık eden çizgi romanın bu sohbetten yıllar sonra ortaya çıktığını bilmesem, o gece söylenenlerin ilham kaynağının doğrudan doğruya Satrapi'nin eserleri olduğunu dahi düşünebilirdim doğrusu. Ancak, İran'da uzun yıllar yaşamış ve Devrim'in farklı halk katmanları üzerindeki etkisini dikkatle gözlemlemiş olan yazar dostumuz, elinde imkânı olsa “sistemi bir kaşık suda boğmaya hazır” durumdaki böylelerini çok daha önceden en ayrıntılı biçimde tanımlamıştı.
Filmde, 1969-Tahran doğumlu bayan yazar ve çizer Satrapi (ki bilmeyenler öğrensin, kendileri İran'da 1848-1896 yılları arasında hüküm sürmüş olan Şah Nasır El-Din'in küçük küçük torunudur), aslında özünde böyle bir “sır verme” niyeti olmamasına karşın, batılı izleyiciye “İran gibi alacakaranlık bir ülkede bile ne denli çağdaş değerlerle bezeli bir aileden geldiğini” kanıtlamak istercesine, mensubu olduğu toplumsal çevreyi ve bu çevrenin sahip olduğu ahlâkî değer yargılarını en ince ayrıntısına kadar sunuyor. Kahramanımız, bu cömert çabasıyla da “nefretinin kökleri”ne ilişkin bütün o gizli kodları bizzat deşifre edip zahmetsizce avucumuzun içine koyuyor aslında…
Karşımızda, gündelik hayatlarının hiç bir noktasında İslâm'a ilişkin herhangi bir referans cümle sarfetmeyen, “inanç” ile duygusal ilişkileri bütünüyle kopmuş, her saniyelerini bu dünya için yaşayan, seküler ve dahası neredeyse “ateist” bir aile tablosu var. Ne annenin ne de babanın kaynağını “inanç”tan alan en küçük bir ahlâkî tasası yok; zaten film boyunca verilen ipuçları onların Müslüman bir kültürel kimlikten gelmedikleri yönündeki yargımızı da fazlasıyla destekliyor. Satrapiler'in hayattaki bütün dertleri, rahatça içki içip dans edebildikleri, istedikleri gibi giyinip istedikleri gibi yaşayabildikleri o “eski güzel günlere” ne yapıp edip bir biçimde dönebilmek… Onca bastırılmış özlemlerine karşılık yine de -koşullar gereği- nisbeten durulmuş gibi gözüken anne ve babaya karşılık, ailede bir önceki kuşağı temsil eden “fingirdek” bir babaanne figürü var ki bu hanım tam anlamıyla evlere şenlik. Film boyunca yeni düzene lanetler yağdırmaktan ve henüz daha ergen bile olmamış torununa “Hayat dediğin şey gelip geçici, mutlaka gününü gün et, canın ne istiyorsa onu yap, dünyanın keyfini çıkart” tarzında hedonist mesajlar vermekten öte hiç bir erdem sergilediği yok bu “yaşlı bilge”nin. Nitekim, öykü ilerledikçe babaannenin de gençliğinde -aynen torununa tavsiye ettiği gibi- alabildiğine “hızlı yaşadığını” ve “hayatın tadını sonuna kadar çıkardığını” anlıyoruz.
Ailede bir de Devrim'i, önce -ardından Marksist bir düzen gelecek diye- sevinçle karşılayan, ancak yerine İslâmî bir düzen gelince üzüntüden kahrolan yan akraba figürleri var. Bunlar da derin bir hayâl kırıklığı içinde gelişmeleri izliyor ve yeni rejimin despot muhafızlarının tutuklamaları arasında sırayla yitip gidiyorlar. Marjane de onların tutuklanmaları ya da ölmeleri/öldürülmeleri nedeniyle, küçüklüğünden beri “bulutlar üzerinde oturan ak sakallı bir ihtiyar” olarak hayâl ettiği Tanrı'ya isyan ediyor ve onu hayâl âleminden sonsuza dek kovuyor.
Büyüme çağındaki kızlarının “punk”lara özgü sloganlar taşıyan tişörtler giyip bu türde müzikler dinleme girişimlerine engin bir hoşgörüyle yaklaşan “çağdaş” anne ve babamız, “kültür emperyalizminin etkisi altındaki İran gençliğine çeki düzen verme” yönündeki otoriter girişimlerden sonunda yılıp, kızlarını “özgür ve rahat bir hayat sürmesi”, bu arada da liseyi okuması için Paris'e göndermeye karar veriyorlar. Bu kritik karar, Devrim sonrası İran'ında çok sevdiği punk müzik kasetlerini ancak karaborsadan ve o da korka korka bulabilen; “Devrim'e sıkı sıkıya bağlı” -kötü bakışlı ve kötü suratlı- çarşaflı kadınlar tarafından sokaklarda ikide bir taciz edilen özgür ruhlu Marjane'ye de iyi gelecek ve kahramanımız “uygarlığın merkezi” Paris'te yepyeni bir hayata başlayacaktır. Elbette ki İran'dan gelmiş ürkek bir göçmen için bu hayatın da kendine özgü bazı olumsuzlukları söz konusudur. Ancak tahmin edileceği üzere, Satrapi'nin “ikinci vatanı” konumundaki Fransa'ya yönelik eleştirileri, anavatanına yönelttiklerinin yanında âdeta sinek vızırtısı düzeyinde kalır.
“Persepolis”, ne 2000 yılında bir çizgi roman olarak piyasaya sürüldüğünde, ne de beyazperdeye uyarlanmasına karar verildiğinde bir an için bile finansör sıkıntısı çekmedi. Oysa ki, yapımı üç yıl süren ve dünyanın farklı ülkelerinden gelmiş 100'ü aşkın profesyonel çizerin görev aldığı iddialı bir proje olarak, sıradan bir Fransız filmine göre çok daha yüksek bir bütçe gerektirmekteydi. Fakat, ne gam! Eğer ki amaç İran ve onun gibi İslâmî rejimlere en sert biçimde giydirmek ise Avrupa'da ya da ABD'de böyle bir amaca ulaşmak için para bulmak asla sorun teşkil etmez.
Daha önce hiç sinema filmi yönetmemiş; bırakın film yönetmeyi, bir senaryo dahi yazmamış olan Satrapi de Fransa'nın önde gelen çizerlerinden Vincent Paronnaud'un himayesinde ânında kırk yıllık sinemacı yapıldı ve üç yıla yayılan bitmez tükenmez yapım masrafları, bu “kutsal dâvâ”ya gönül vermiş Fransız yapımcılar tarafından aslanlar gibi karşılandı.
Son Cannes Festivali'nde “jüri özel ödülü” alan film, önümüzdeki Oscar yarışında da “en iyi yabancı film” dalında Fransa'yı temsil edecek. Kibirleriyle ünlü Fransızlar, sinema dünyasının bu en popüler yarışmasında kendilerini 38 yaşındaki bir İranlı göçmen kadının temsil etmesine izin vermekteler. Ne kadar ilginç değil mi?
Ben şimdi bir adım daha ileri gidiyor ve “Persepolis”in gelecek aylarda dağıtılacak olan Oscar'larda “en iyi yabancı film” heykelciliğini alacağını şimdiden cümle âleme iddia ediyorum. Bu satırları da sizlere, eğer o günlerde hâlâ Yeni Şafak'ta sinema yazarlığı yapıyorsam mutlaka hatırlatacağım.
Karşımızda, “Persepolis”le ilgili olarak cevaplandırılması gereken çok basit bir soru duruyor. Bu sorunun cevabını verebildiğimiz takdirde, zaten sözkonusu filmi kare kare eleştirmek de anlamını kaybedecektir.
Kilit sorumuz şu:
Marjane Satrapi, kendisinde varolan o Allah vergisi yazar ve çizer yeteneklerine aynen sahip biri olarak, ailesiyle birlikte “1979 İran Devrimi'ni kalben olumlayan bir sanatçı” kimliği taşısaydı ve siyasî nedenler yerine sırf meslekî gelişimi adına Fransa'ya yerleşseydi; ardından da tıpatıp aynı sinemasal teknikleri kullanarak “İran'ın o karanlık Şah döneminin ardından, Devrim sonrasında ne denli yaşanabilir bir ülke olduğu” yönünde mesajlar veren bir animasyon film yapmaya kalkışsaydı, acaba bugün kendisine sunulan o sınırsız ihsanlardan ne kadarına erişebilirdi?
Sözgelimi, aynı Fransa'da böyle bir proje için sponsor bulabilir miydi? Çektiği alternatif mesajlı film, biçimsel açıdan “Persepolis” ile bütün o benzer yönlerine karşın Cannes'da yine de “jüri özel ödülü” alır mıydı ve Oscar'da Fransa'yı temsil edebilir miydi?
Benim aslında bütün bu çetrefilli sorulardan çok daha yalın, son bir sorum var:
Satrapi, böyle bir siyasî yaklaşım içinde Fransa'ya ayak bassaydı, geçtik film yönetmenliğini falan, acaba bu ülkeden sıradan bir işçi olarak “oturma ve çalışma izni” alabilir miydi?
Doğu sinemasının tarihçesi, yaptıkları filmler aslında beş para etmez olmasına karşın, sırf öykülerine bilinçli bir biçimde yedirdikleri -batılı izleyicileri ve yarışma jürilerini şoke edecek nitelikteki- otantik soslar nedeniyle abartılı bir övgüyle karşılanan “hormonlu yönetmenler”le doludur. Japonya'dan Türkiye'ye, İran'dan Mısır'a dek, çarpık feodal yapıların doğurduğu, benmerkezci batılı izleyiciye alışılmadık -dahası “inanılmaz”- gelen kimi davranış kalıplarını sömürerek hiç de hak etmedikleri övgülere ve ödüllere boğulmuş yığınla sinemacı gelip geçmiştir doğu topraklarından…
Müsamere düzeyini aşamayan senaryo ve oyunculuklarına, ilkel ışık ve kamera performanslarına, bir türlü senkron tutmayan dandik ses kayıtlarına, özensiz kurgu ve banyolarına rağmen, şimdiye kadar sinemanın evrensel kalite ölçülerinin çok uzağında işler çıkarmış bir çok zavallı yönetmen, konjonktürel nedenlerle taltif edilmiştir Batı'nın önde gelen film festivallerinde. Bunların hepsinin ortak paydası ise “ülkelerine muhalif olmaları”dır.
Hatırlayacaksınız, bir dönem bizde de yurt içindeki beğeni ve beklentileri zerre kadar sallamadan sırf uluslararası festivallerin derdine düşerek çekilen “kilimli filmler” modası vardı. Edirne'den Ardahan'a kadar bütün Türkiye'yi Ortaçağ benzeri bir feodalitenin pençesine düşmüş gösteren, neredeyse hiç bir kentli imgeye yer vermeyen bir sürü “kıro hikâyesi”, şimdi dönülüp geriye doğru bakıldığında gerçek sinemaseverlere hiç bir anlam ifade etmeyen tonlarca heykelcik topladı uluslararası yarışmalardan. Daha önce de vurguladığım gibi, bunların hepsinin buluştukları ortak nokta “Türkiye'yi, tarihiyle, inancıyla, gelenekleriyle, devletiyle ve insanıyla, bazen açık bazen de örtülü bir dille yerden yere vurmak”tı.
İşte, Satrapi de “Persepolis”te, adı yine batılı sinema yazarları tarafından konulmuş, “Garpzadecilik” diye bilinen bu kompleks yüklü, aklıselim izleyicilerin artık içini bayan eski moda bir akımın izinden gidiyor. Ancak, eski moda-meski moda… Şan, şöhret, para ve ödül kazanma açısından öylesine garantili bir formül ki bu, kimi doğulu sinemacıların daha uzunca bir süre Cannes'da, Berlin'de, Venedik'te, Los Angeles'ta böyle hastalıklı bir yaklaşımın ekmeğini yemeye devam edecekleri şimdiden aşikâr…
“Persepolis”in bu noktada öncüllerinden ayrılmasını ve bizce de dikkate alınmasını sağlayan belki de en önemli farkı, “kendi ülkesine nefret kusma” işini ilkel bir sinema diliyle değil, aksine son derece özgün bir anlatım ve yüksek bir teknik düzey tutturarak yapıyor oluşu…
O yüzdendir ki büyük emek verilmiş bir film olarak izlemekte ve biçimsel yetkinliğinin hakkını peşinen teslim etmekte yarar var. Ancak, kitlelere pompalamaya çalıştığı kör nefret ve içerdiği denetimsiz kalmış öfkeyi bir kenara not etmeyi unutmadan...