Aşağıda yapacağım saptamaya, bu ülkenin topraklarında yaşayan akıl ve mantık sahibi bir tek insanın bile karşı çıkacağını sanmıyorum.
Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, ulusal ya da uluslarası boyuttaki herhangi bir politik tartışmada bir takım “kötü, sevimsiz ve nemrut Ermeniler”den öfkeyle söz ederken, hiç bir zaman, yurttaşımız, canımız, kanımız, yoldaşımız, okul, askerlik ve iş arkadaşımız konumundaki 100 bin dolayında “Türkiye Cumhuriyeti Ermenisi”ni kastetmeyiz. Onlar, bugüne kadar yapılmış, yapılan ve yapılacak her türlü tartışmanın dışında tutulurlar. Çünkü onları asla bu türden hoyrat bir kavganın tarafı olarak görmeyiz, üzerlerine toz kondurmayız. Onlar ilelebet bizim insanımızdır; çalışkanlıklarıyla, dürüstlükleriyle ve insanî kaliteleriyle de bu ülkenin yüz akıdırlar.
Allah aşkına, İslâm aşkına ve hattâ dileyenler için Hıristiyanlık aşkına, söyleyin bana;
Bu ülkede yaşayıp da Ermeni asıllı rahmetli sinema oyuncuları Nubar Terziyan ve Kenan Pars'ı sevmeyen biri var mıdır?
Bu ülkede yaşayıp da bir dönemin ortalığı kırıp geçirmiş popüler müzik sanatçısı Asu Maralman'ı ve onun unutulmaz melodilerini dinlemeyen var mıdır?
Bu ülkede fotoğraf sanatını sevip de Ara Güler'in önünde ceketini iliklemeyen biri var mıdır?
Bu ülkede, efsanevî cildiye hekimi Kolsuz Agop'un hastası olma bahtiyarlığına erişmiş ve onu derin bir hürmetle yâdetmeyen biri var mıdır?
Bu liste, ünlü ya da ünsüz bir kaç yüz bin kişiye kadar uzar gider.
Sadece benim ilgi ve uzmanlık alanım olan sinemada bile, Türk sinemasının yaklaşık bir asırlık tarihinden, adları sarsılmaz bir saygı hâlesiyle çevrili olarak yâdedilen düzinelerce oyuncu, senarist, görüntü yönetmeni, yapımcı ve yönetmen sayılabilir.
Biz Türkiyeli Ermeni kardeşlerimizi severiz, sayarız ve onların -iş hayatında çalışkanlık, dürüstlük ve güleryüzlülük, ikili ilişkilerde iyi niyet, özel hayatta da halisâne bir dindarlık gibi- fıtratlarından gelen bir sürü olumlu özelliklerine onlarca yıldır hayranlıkla bakarız.
Türk halkının gündelik konuşmalarında, “Ermeni ve Yahudi işadamları gibi dürüst ve işinin ehli olmak” şeklinde çok anlamlı bir benzetme vardır.
An itibarıyla, İstanbul kenti başta olmak üzere, Türkiye topraklarının dört bir tarafında varlıklı ailelere çocuk bakıcılığı yapan, onların evlerine temizliğe giden ya da inşaatlarda çalışan 50 bin dolayında Ermenistan vatandaşı insan yaşıyor. Ve bunların pek çoğunun resmî çalışma izinleri yok; ülkemize “turist vizesi”yle girip vizelerinin süresini çoktan geçirmiş durumdalar. Türkiye Cumhuriyeti Yabancılar Polisi ise bunların kaçak işçi olduklarını gayet iyi bilmesine rağmen, hepsini sabırla idare ediyor. Neden? Ülkelerinde koyu bir yoksulluk yaşandığı için, vizelerinin süresi geçmesine rağmen hiç bir adlî sorun çıkarmadıkları, yasalara saygılı oldukları için, memleketlerindeki yavrularına üç kuruş harçlık gönderebilsinler diye…
California ve Kanada'daki o çok bilmiş hıyarlar, aramızdaki bu tarihsel dayanışma hukukunu, hiç bir acı olayla kesilmeyen bu duygusal ilişkiyi asla anlayamazlar.
Bizim bütün öfkemiz, hayatında bir saat bile Türkiye'de yaşamadığı hâlde, çevrelerine toplaştıkları, onları maddî-manevî her açıdan suistimal edip duran bilumum derneklerin, vakıfların, kanaat önderi konumundaki kötü niyetli morukların gazıyla Türkiye'ye akla hayâle gelebilecek her platformda saydırıp duran Diaspora Ermenileri'nedir. Büyük bir bölümü California ve Kanada'da kümelenmiş bulunan, Ermeni ırkının o dillere destan munisliği, sükûneti ve vakarıyla -soyadındaki “yan” takısından başka- uzak ya da yakın hiç bir ilişkisi kalmamış olan o soğuk tipleredir.
Bunlar, bizim Türkiye'de her gün sabahtan akşama kadar, gördüğümüz her sokak başında Ermenileri evire çevire dövdüğümüzü, onların kapılarına yağlıboya fırçasıyla -Nazilerin Yahudi uygulamalarına benzer bir biçimde- “gamalı haç” ya da “Davut yıldızı” işareti (belki de haç ya da hilâl!) çizdiğimizi zannederler.
Böyle modelleri de epeyce yakından tanırım ben… Hem bazılarıyla dış görevlerde bire bir görüşmüşlüğüm vardır; hem de zaman zaman “ebay” gibi uluslararası alışveriş sitelerinde karşıma çıkar ve akılları sıra laf sokuştururlar.
Geçen yıl, sinemacılıkla ilgili olarak bazı malzemeler satın aldığım bir tanesine, “Mumcuyan” şeklindeki soyadını görünce, “Muhterem biraderim, galiba Anadolu kökenlisin” diye dostça bir mesaj atmıştım. Muhatabım hemen mal bulmuş mağribi gibi mevzuya atlayıp cevap yetiştirdi:
“Evet, Anadolu kökenliyim, soykırım kurbanıyım ve burada sürgünüm. İstanbullu bir Türk olarak, 1915'te neler olduğunu sen daha iyi bilirsin!”
Bu cevabı yazan herif daha henüz 32 yaşındaydı, Los Angeles'ta doğmuştu, orada yaşayıp sinema sektöründe çalışıyordu ve hayatı boyunca Türkiye'ye adımını atmamıştı. Ben de alışverişimiz tamamlandığında kendisine kinayeli bir cevap yazdım: “Yok bilmiyorum, 1915'te ne olmuş ki?”
1915'te bir şeyler oldu elbette; son derece acı bir şeyler oldu. Ve bu olanları topyekün inkâr edecek kadar vicdan duygumuzu yitirip köpekleşmedik hiç birimiz…
1915'de de olan bir şeyler var, onun ta 20-25 yıl öncesinde, Sultan 2'nci Abdülhamid döneminden başlayarak olup biten başka bazı şeyler de var Osmanlı'nın doğu topraklarında…
Her iki tarafın da dünya sahnesinde artistlik yapmayı bırakarak şapkasını masaya koyup, üzerinde uzun uzadıya düşünmesi ve itiraf etmesi gereken kötü şeyler bunlar…
Sözgelimi, ben Azerî kökenli biri olarak, bunların bir kısmını çok iyi bilirim. Çocukluğum büyüklerimden bu acıyla bezeli hatıraları dinlemekle geçmiştir.
Daha bundan bir ay önce, Bakü'nün “Şehitler Meydanı”nda, Ermeniler tarafından 1992 yılında Karabağ'da katledilmiş 1500 dolayındaki Müslüman Azerî'nin mezarına çiçek koydum. Sonrasında ise şehitliğin hemen yanıbaşında bulunan, Enver Paşa'nın kardeşi, Kafkas Ordusu Başkomutanı Nuri Paşa'nın anısına dikilmiş anıta geçtim ve orada da bizimkiler için bir Fatiha okudum. Anıtın dibinde, aynı günlerde Bakü'yü ziyaret etmiş olan Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un çelengi henüz dipdiri, çiçekleri solmamış bir vaziyette duruyordu.
Nuri Paşa'yı artık bu topraklarda yaşayan hiç kimse hatırlamıyor. Çünkü balık hafızalı bir toplumuz biz. Halbuki o, 1918 yılı sonbaharında, Azerbaycan topraklarında İngilizler ve Ermeniler tarafından ortaklaşa katledilen Azerîleri kurtarmak için bölgeye -inanılmaz koşullarda- bir sefer düzenlemiş, bu seferde de her rütbeden 1500'e yakın askerini şehit vermiş yiğit bir Osmanlı paşasıdır. Ve Bakü'yü kısa süre içinde düşman işgalinden kurtarmıştır da…
Bugün bu kardeş cumhuriyetin başkentinin en güzel yerinde, ona ve şehit askerlerine adanmış bir anıt var. Yanıbaşında da Türk ve Azerî bayrakları yan yana dalgalanıyor.
Bilip bilmeden konuşmak kadar kolay bir şey yoktur.
Ermeniler, 1870'lerden başlayarak tebâsı oldukları Osmanlılara başkaldırdılar ve bağımsızlık hayâlleri içinde Ruslarla işbirliği yaparak, Doğu eyaletlerinde yüzbinlerce Müslüman Türk ve Kürdü öldürdüler. Bir günde değil elbette, o dönemin eylem karakteristiğine uygun bir biçimde köy basmalar, yol kesmeler ve diğer türlü tedhiş hareketleriyle…
Bu saldırılardan geriye kalan, alınları baltayla ikiye ayrılmış Müslüman kafataslarını yakından incelemek isteyenler, başta Van olmak üzere, doğudaki çeşitli müzelere gidebilirler. Ben gittim. Kaldı ki gitmeme bile gerek yoktu, bugüne kadar memleketim Iğdır ve yöresinde kaç tane Müslüman toplu mezarı ortaya çıkarıldığını biliyorum çünkü...
O dönemin -asla hepsi değil, yalnızca ayrılıkçılık özlemi içindeki- fanatik Ermeni grupları iğrençleştikçe, İstanbul'un askerî ve idarî bürokrasisindeki sabırlar da zaman içinde doldu, doldu, doldu ve en sonunda büyük bir gürültüyle taştı. Talat Paşa, bu “taşma”nın simgesidir ve döneminin en kudretli İttihat-Terakkicilerinden biri olarak “Ermeni zorunlu göç hareketi”ndeki bütün inisiyatif ondadır.
İlk 20-25 yıl peyderpey onlar masum insanları öldürdü; sonrasında da onları yıldırıp durdurabilmek için peyderpey biz onları öldürdük. Bazen Kürt kökenli Hamidiye Alayları'nın karşı saldırılarında, bazen yollarda bilerek aç ve açıkta bırakarak, bazen de yargılayıp idam ederek…
O dönemde yaşananlar, her iki taraf için de tartışılmaz bir trajedidir.
Ancak, asla ve kat'a “soykırım” değil…
Bir kez gerçek anlamda “soykırım” yapmaya karar vermiş olan bir siyasî irade, Erzurum'da Taşnak Partisi üyesi Ermeni'yi yargılayıp kurşuna dizerken, İstanbul'da, Saray'ın dibinde Devlet'e borç veren Ermeni'yi de bırakmaz, donuna kadar her şeyini alıp sülalesiyle birlikte canına okurdu.
Türk tarihinin o döneminde çarklar böyle işlememiştir.
Benim çocuklarım ve Ermenilerin çocukları, elbette ki bu meselenin hesabının karşılıklı olarak görüldüğü ve nihai barışa ulaşılmış güzel günlere kavuşacaklardır. Bundan adım kadar eminim. Oğlum yok; fakat olsaydı onu cici bir Ermeni kızıyla evlendirmeyi hayâl edebilecek kadar eminim.
Ancak, bu hesaplaşma ve özür, öyle damdan düşer gibi, ülkenin 80 yıllık iç ve dış politik mücadelesini ve onca şehidi hiçe sayarak, internette 10 dolarlık bir alan adı satın alıp millete iki satırlık bir form üzerinden ezbere özür diletmekle olmaz. Hele de özür dileyenleri “cesaret timsali aydınlar”, dilemeyenleri ise “statükocu faşistler” olarak görmek ve göstermekle hiç olmaz. Özür dileyenlerin listesine üstünkörü bir baktığımda, yüzde 70'inin adını zaten Türkiye karşıtı diğer pek çok eylemlerde de sık sık gördüğümü fark ediyorum.
Bir zamanlar TRT'de “Kartallar Yüksek Uçar” adlı bir dizi vardı ve o dizinin -rahmetli Sadri Alışık tarafından canlandırılan- “Banazlı İsmail” lâkaplı baş kahramanı, muhataplarının aceleci davranışlar sergilediği durumlar karşısında sık sık şöyle derdi: “Usuletle ve suhuletle…”
O yüzden, Sayın Başbakan'ın bugüne kadar attığı bütün adımlar doğru ve isabetlidir.
Aynı şekilde, Sayın Cumhurbaşkanı'nın Ermenistan'ı ulusal futbol karşılaşması münasebetiyle ziyaret edişi de…
Bunlar bizim “karşılıklı hesap görme” noktasındaki iyi niyetimizi ve kararlılığımızı bütün dünyaya göstermiş, her cepheden son derece olumlu puanlar toplamamıza yol açmıştır.
Uluslararası kamuoyu son bir kaç aydır sürekli Ermenistan'ı sıkıştırıyor, “Hadi, Türkiye masaya bir dostluk kartı attı, siz de şu inadınızı bırakıp somut bir şeyler yapın” diyor.
Bu süreç böyle işler ve böyle de işlemelidir.
Yoksa, bu ülkenin İçişleri, Dışişleri, Milli Savunma Bakanlıkları'nı, MİT'ini, ordusunu, şehit diplomatlarının aziz hatırasını ve onların hayatı yıllardır zehir olmuş ailelerini hiçe sayarak, zart diye bir “Özür diliyorum” kampanyası başlatmakla değil…
Türkiye dışındaki Ermenilerle günü geldiğinde karşılıklı halay çekip oynayacağız ve Ermenistan bizim bölgedeki en güçlü müttefiklerimizden biri olacaktır. Başka şansları yok çünkü…
Bizim bu dünyada palazlanmak ve dünyanın en önde gelen askerî, politik, ekonomik güçlerinden birine dönüşmek için daha en az bin tane ittifak seçeneğimiz var, onların ise Kafkasya'nın ortasındaki bu yoksulluk ve ateş çemberi içinde kendilerini koruyup kollayacak ve zenginleştirecek tek ağabeyleri yine bizleriz. Los Angeles ve Toronto'da tam bir batılı bencilliği içinde yaşayıp, sadece kör bir nefretten beslenen, dünyanın gerçeklerinden habersiz o Amerikan kırması şovenler değil…
Tekrar ediyorum, bu söylediklerimi ileride hatırlayıp tebessüm etmek için şimdiden bir kenara yazın lütfen. Ermenistan ile diplomatik ve insanî ilişkilerimiz, görülebilir bir gelecekte tıpkı Suriye ile şu anda olduğu gibi olacak. Hattâ, belki de daha iyi bir düzeyde… Çünkü, bunun ilkesel kararları bazı önemli kafalarda ve kapalı kapılar ardında çoktan alınmış durumdadır. Acılara son vermek için atılması gereken ahlâkî adımlar sırasıyla ve “karşılıklı olarak” atılıp, iki ulus arasında yeniden çok sıkı bir işbirliği ortamı oluşacak. 1998'de bunu Suriye için söylediğinizde insanlar size ağızlarıyla değil, başka bir taraflarıyla gülerlerdi. Fakat, Ankara ile Şam arasında şimdiki muhabbet ortada…
O yüzden, diplomaside “imkânsız” diye bir şey yoktur.
1945'de birbirlerinin topraklarını bombalayıp işgal eden Almanlar, Fransızlar ve İngilizler, günümüzde Brüksel'de AB çatısının altında kebap yapıyor, Toulusse'daki fabrikalarda ortak bir Avrupa zekâsının ürünü olarak görkemli Airbus uçakları imâl ediyorlar.
Biz de Ermenistan ile aynen böyle olacağız.
Fakat, devletin, her biri kılı kırk yararak atılan soğukkanlı adımlarının önüne geçerek, onları pervasızca çiğneyerek değil…
Özetle, yanlış yaptınız hanımlar, beyler… Nefsinize ağır gelecek olsa da bu böyle.
13 küsur bin imzaya ulaştıktan -ki bu da Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun yüzde 0, 0002'si bile değil- sonra, artık nedendir ve kimdendir bilinmez, “Sitemizde teknik bir arıza oldu, en kısa zamanda yeniden yayında olacağız” diyerek çark etmeniz de söz konusu gerçeği değiştirmiyor maalesef…
Keşke Diaspora Ermenileri kadar akıllı ve sakin olmayı başarabilseydiniz.
(*) Haber 7 sitesi için özel olarak yazılan bu makale, 19 Aralık 2008 Cuma günü anılan sitede yayınlanmış ve o günün en çok okunan, aynı zamanda da en çok okur yorumu alan köşe yazısı olmuştur.
Yazının içeriğindeki görüşler, yazarın çalıştığı yayın organının kurumsal görüşlerini değil, yalnızca kendisinin kişisel görüşlerini yansıtmaktadır.
Bir grup yurtsever aydının söz konusu imza kampanyasına alternatif olarak oluşturduğu tepki sitesini ziyaret etmek isteyenler için:
Konuyla ilgili olarak geçmiş yıllarda Yeni Şafak'ta hazırladığımız bazı önemli araştırma-haberler: