11 Eylül'den iki gün önce Afganistan'ın en önemli lideri Şah Mesud intihar saldırısıyla öldürüldü. Rusya ve Hindistan'la iş tutmanın bedeliydi bu. “11 Eylül'ü haber veren suikast”, tarihin akışını değiştirecekti. Mesud'un ölümünü hazırlayan senaryolarda rol alan Benazir Butto altı yıl sonra aynı stratejinin kurbanı oldu. Afganistan bir liderini kurban vermişti. Pakistan da bir liderini kurban veriyordu. Hesap yine aynıydı!
Benazir Butto'dan Refik Hariri'ye, Filistin liderlerinin tasfiyesinden Irak'ta iç savaşı hazırlayan suikastlere kadar, son yedi yılda işlenen karanlık cinayetlerin ilki Afganistan'da çok önemli bir ismin ortadan kaldırılmasıyla başladı. Hep karanlıkta kalan, kalacak olan bu suikastler, işlendiği bölgelere özgü şartların dışında bir büyük iradenin hakim kılınmasına yönelik kapsamı ve sınırı belli olmayan büyük savaşın ve 21. yüzyıl dünyasının şekillenmesiyle birebir bağlantılıydı.
Bu suikast çok şey anlatıyordu. Çünkü iki gün sonra 11 Eylül saldırıları olacaktı. Bu yüzden “11 Eylül'ü haber veren suikast” olarak bilinecekti. Kim yapmıştı? Tabi ki El Kaide! Daha sonraki sayısız ölümlerin, patlamaların, saldırıların arkasında hep o yok muydu? Ama acaba başka şeyler de düşünme zamanımız gelmedi mi?
1997'lerde AB ile (Almanya-Fransa) Rusya, Çin ve İran arasında oluşturulan Berlin'den Moskova'ya ve Basra Körfezi'ne uzanan dayanışma hattı Orta Asya ve Kafkaslar'da ABD-İngiliz-İsrail tezlerine büyük darbe vurdu. ABD eksenindeki Türkiye de bundan nasibini aldı. Amerika'nın dünya liderliğine ilk meydan okuma olan bu gelişme ile söz konusu güçler Taliban'ı devirip Afganistan'ı da ele geçirerek Orta Asya'dan ABD'yi silmeye hazırlanıyorlardı. Taliban'a karşı savaşan Afganistan'ın Tacik direniş liderlerinden Ahmed Şah Mesud, Afganistan Devlet Başkanı Yardımcısı sıfatıyla Avrupa Birliği tarafından Strasbourg'a davet edildi ve en üst düzeyde ilgi gördü. Başta Fransa Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine, Fransa Meclis Başkanı Raymond Forni ve Senato Başkanı Christian Poncelet ve Avrupa Parlamentosu Başkanı Nicole Fontaine olmak üzere, hem Fransız yönetimi hem de AB'nin üst düzey yöneticileriyle bir araya gelen Mesud, Taliban'ın devrilmesi için Avrupa'dan destek istedi. Bunun üzerine Avrupa Birliği Pakistan'a çağrıda bulunarak, Taliban'ı desteklememesini istedi.
AB'den siyasi destek alan, ekonomik ve askeri destek sözü alan Mesud'a aynı zamanda Rusya da askeri yardım yapmaya başladı. Taliban'ı devirmek için Hindistan'ın başkenti Yeni Delhi'de bir toplantı bile yapıldı. 27 Kasım'da öldürülen Benazir Butto da, Şah Mesud'un Hindistan'a yakınlaşmasından rahatsızlık duyuyordu. Ne de olsa Benazir Butto, ABD politikalarına uygun olarak Taliban'ın mimarları arasında yer alıyordu. Mesud'un ölümünü hazırlayan politikalar içinde yer aldı Butto. Kaderin cilvesine bakın ki, aynı politika altı yıl sonra Butto'nun da canını alacaktı! Çünkü Butto'nun öldürülmesi, aynı senaryo için aynı bölgede işlenen ikinci cinayetti. Afganistan bir liderini kurban vermişti. Şimdi Pakistan da bir liderini kurban veriyordu. Hesap aynıydı!
Afganistan'ın en güçlü ismi, ABD-Pakistan destekli Taliban'ın ezemediği güçlü lider Hindistan'la yakınlaşırsa, ki yakınlaşmıştı, Afganistan Hindistan etkisine girebilirdi. Rusya, AB ve Hindistan'la iş tutacak bir Afganistan, ABD ve Pakistan için büyük bir tehdit haline gelebilirdi. Bu satranç, Rusya ve İngiltere'nin Afganistan üzerine kurduğu “Büyük Oyun”un yenilenmesi, Anglo-Amerikan ittifakın devre dışı kalması, enerji projelerinde ağır yara alınması, Asya güçlerinin ABD'nin en büyük oyununu bozması anlamına gelecekti. AB'nin ilgisi, Mesud'a yüklediği misyon olağanüstüydü. AB, Rusya ve Hindistan Mesud üzerinden Afganistan'da yeni bir denklem kuracaktı. Plan başarılı olursa Taliban devrilecekti. Dolayısıyla Pakistan ve ABD de… Suikast bütün bu hesapları sıfırladı.
Ne gariptir ki Mesud, Rusya, İran ve Avrupa gezisinden döner dönmez öldürüldü. Sovyetler'e karşı savaşan, korkunç bir iç savaşı göğüsleyen, sayısız tehlikeler atlatan, her zaman ölümün kenarında yaşayan ama hep üstesinden gelen Mesud, Avrupa'dan döndükten sonra suikaste kurban gitti.
Belçika'dan 2 Arap gazeteci, Tacikistan içlerindeki Hoca Bahuiddin'deki merkezde Mesud'la görüşmek üzere izin aldı. 5 gün bekletildikten sonra, 9 Eylül 2001'de Mesud'la görüştürüldüler. Görüşme odasında kameraman hazırlık yaparken, teçhizat arasına gizlenmiş güçlü bir bomba infilak etti. Kameraman ve muhabirin intihar saldırısında, Mesud göğsüne saplanan şarapnellerle olay yerinde hayatını kaybetti. Saldırıyı El Kaide yapmıştı! Buna inanmak çok kolaydı. Çünkü El Kaide, Taliban'la birlikte Mesud'a karşı savaşıyordu. Onu öldürmek istemesi son derece doğaldı. Ancak, oyunun diğer boyutlarını kimse düşünmedi.
9 Eylül tarihi çok önemliydi. Çünkü bu suikast 11 Eylül saldırılarından sadece iki gün önce gerçekleşmişti. Yani iki gün sonra dünya tarihinin en önemli saldırılarından biri gerçekleşti. İkiz Kuleler ve Pentagon binasına intihar saldırısı gerçekleşti. Ardından tarihin akışı değişti. Tabi ki bu saldırıyı da El Kaide yapmıştı!
Mesud'un, bugün Ortadoğu/Orta Asya'yı ele geçiren ABD-İngiliz/İsrail cephesi tarafından öldürüldüğüne ve suikastin Avrupa-Rusya-İran-Çin dayanışmasına karşı yapıldığına ilişkin iddialar hep gündemde oldu. Çünkü bu suikast AB'yi Kafkaslarda ve Orta Asya'da on yıl geriye götürdü ve süper güç hedefine büyük darbe vurdu. AB'nin bölgeye ilişkin bütün tezleri donduruldu. Mesud öldürülmesiydi ABD bugün Afganistan'da ve Orta Asya'da bu şekilde olamayacaktı. Masud öldürülmeseydi ABD Afganistan'ı bu kadar rahat işgal edip Hamit Karzai gibi birini iktidara taşıyamayacaktı. O korkunç Afganistan işgali gerçekleşmeyecek, toplu mezarlar ve ölüm vagonları olmayacak, on binlerce insan ölmeyecek, en önemlisi de Anglo-Amerikan ittifakın Orta Asya ve Güney Asya'ya yönelik hesapları ağır darbeler alacaktı. Çünkü Mesut ABD ve İngiltere ile değil, AB ve Rusya ile iş tutuyordu. Yıllardır Mesud'u zayıflatıp Taliban'ı güçlendirmeye çalışan ABD, bu suikastle amacına erişti. Ve Bugünkü Afganistan'ı dizayn etti.
En az 11 Eylül saldırıları kadar önemli bir suikastti bu. Hariri'den Butto'ya kadar gelen suikastler zincirinin ilk halkasıydı. Mesud suikastinin şifresi çözüldüğünde bütün pislikler çevreye saçılacak. İnsanlığı rehin alan büyük yalanlar ve küresel savaşın gerçek boyutu ancak o zaman ortaya çıkacak. Ama biliyoruz ki, bu suikastlerin hiç biri çözülemeyecek. Çözülmemesi de gerekiyor. Küresel savaş devam ettiği sürece bu cinayetler hep karanlıkta kalacak.
Bu arada Türkiye'ye gelen Afganistan eski Devlet Başkanı ve Kuzey İttifakı'nın lideri Burhaneddin Rabbani, ilk kez, Mesud'un öldürülmesiyle ABD arasındaki bağlantıyı ortaya koyan ifadeler sarfetti. ABD'nin Mesud'un direnişini kırmak istediğini, kendilerine elçiler gönderdiğini, bunun suikastin nedenlerinden biri olabileceğini, ABD için Mesud'u öldürmenin direnişi bitirmek anlamına geldiğini söyledi. Tam ifade etmese de gerçeğe oldukça yaklaşan sözlerdi bunlar. Kuzey İttifakı ve Batı basınına göre Pakistan istihbaratının (ISI) bu suikastle bağlantısı vardı. Aynı tarihte ISI'nin başındaki kişi Washington'daydı. Bush yönetiminin önde gelen isimleriyle görüşmeler yapıyordu: Colin Powell, Richard Armitage, CIA Başkanı George Tenet ve Senato yetkilileriyle…
Mesud'un öldürülmesi bugünkü Afganistan trajedisinin ilk adımıydı. Hariri'nin öldürülmesi bugünkü Lübnan krizinin ilk adımı oldu. Butto'nun öldürülmesi Pakistan'ı da benzer sona sürükleyebilir. Filistin liderleri de, ABD ve müttefiklerinin “Yeni bir Filistin! Sloganını gerçekleştirmek için öldürüldü. Hepsi aynı sonuçları doğurdu. Kendi bölgelerinde derin kırılmalara yol açtı. Ama aslında hepsi, Kuzey Afrika'dan Asya'nın derinliklerine uzanan, yeryüzünün fay hattını oluşturan “Müslüman ortak kuşak” üzerinde siyasi, askeri ve ekonomik denetimi hedefleyen “Büyük Ortadoğu Projesi”nin alt unsurlarıydı.
Afganistan işgaliyle Orta Asya, Irak işgaliyle Ortadoğu cephesinin açan Anglo-Amerikan ittifak, iki yıldır komada olan Ariel Şaron'la birlikte Filistin'(de yepyeni bir cephe açtı. Filistin için yeni yönetici eliti oluşturmayı ve direnişçi güçlerin tasfiyesini hedefleyen bu cephe ile, Hamas, İslami Cihad ve Hizbullah tasfiye edilerek, Basra Körfezi ile Doğu Akdeniz arasındaki bütün bölgede “Yeni Düzen”e karşı koyacak unsurlar temizlenecekti.
İsrail'in suikast politikalarına destek veren tek ülke olan ABD, aynı zamanda Suriye'ye de etkileyecek süreci başlatarak bölgedeki direnç merkezlerini tasfiye edip Dicle ile Fırat arasına yerleşerek başlattığı istilayı Doğu Akdeniz'e kadar genişletmenin hesaplarını yapıyordu. Plan uygulanabilirse Doğu Akdeniz'den Basra Körfezi'ne uzanan kuşakta İsrail'i ve ABD çıkarlarını tehdit eden hiçbir güç kalmayacaktı. Görünüşte İsrail'in Filistin direnişiyle mücadelesi, İsrail-Filistin sorununun uzantıları, İsrail'in “terör”le hesaplaşma yöntemi olan Filistin suikastleri, daha geniş bakıldığında diğerleriyle birlikte büyük bir resmin parçalarını oluşturuyordu.
Bu çerçevede Filistin liderlerine, Hamas liderlerine yönelik suikastler dönemi başlatıldı. 22 Mart 2004'te Şeyh Ahmed Yasin, 16 Nisan'da da Abdülaziz Rantisi İsrail füzeleriyle şehid ediliyordu. İsrailli Bakanı Gideon Ezra, 'Halid Meşal'in kaderi, Rantisi'nin kaderidir. Operasyon fırsatı yakaladığımız an bunu yapacağız' derken, ABD Dışişleri Sözcüsü Richard Boucher, “Hamas'ı işlemez duruma getirecek kişiler aradıklarını” söylüyordu.
“Terörle savaş” adı altında küresel terör çağını başlatanlar, İslam coğrafyasının her tarafını kana bulayanlar, “devlet terörü”nü meşru bir yöntem olarak dünyaya kabul ettirenler, Yemen'den Irak'a ve Filistin'e kadar insanları sokak ortasında füzelerle katledenler cinayetlerine yenilerini ekliyordu.
67 yaşında, bütün vücudu felç olan, hemen hiç görmeyen ve duyma sorunu çeken, yıllarca İsrail hapishanelerinde işkence gören, tekerlekli sandalyeye mahkum olan Filistin direnişinin sembol öncüsü Şeyh Ahmed Yasin, sabah namazından çıkarken füze saldırısıyla şehid ediliyordu.
Saldırıdan önce Ürdün Kralı Abdullah ile Şaron arasında hiç beklenmedik ve içeriği gizli tutulan bir görüşme yapıldı. Suikastten önce çok tuhaf bir olay gerçekleşti. Ürdün Kralı Abdullah 19 Mart'ta Ariel Şaron'un İsrail'in güneyindeki çiftlik evine giderek gizli bir görüşme yaptı. 22 Mart'ta ise Şeyh Yasin şehid edildi.
Ölüm haberi tam 36 saat gizlendi. Filistin yönetiminin talebi üzerine 11 Kasım 2004'te Türkiye saatiyle sabah saat 04:30'da öldüğü açıklandı. Oysa Filistin o 7 Kasım'da ölmüştü. 20. yüzyılın en büyük mücadele adamlarından biri olan Filistin lideri Yaser Arafat bu dünyadan göçtü. 45 yıldır tüm yaşamını Filistin'in özgürlüğüne ve Kudüs'ün kurtuluşuna adayan Arafat'ın ölümü bütün Filistin'i gözyaşına boğdu. Filistin halkıyla birlikte İslam dünyası ve özgürlüğe değer veren insanlar derin üzüntü içindeydi.
Ölümü iki ülkeyi sevindirdi: İsrail ve Amerika'yı... Onlar sevinçlerini gizleme gereği bile duymadılar. Ona üç yıldır güneş yüzü göstermeyenler de bu iki ülkeydi. Yan odasına kadar gelip en yakın korumalarını kafalarına kurşun sıkıp öldürenler, Filistin halkını toptan imha planları yapanlar, füzelerle çocukları paramparça edenler, evleri içindekilerle birlikte enkaza çevirenler, okul sıralarında oturan ya da evinin bahçesinde oynayan çocukları katledenler, öfkelerini alamayıp küçücük bedenle onlarca kurşun sıkanlar da onlardı.
Resmi olarak 11 Kasım 2004'te Paris'te 75 yaşında öldü. 29 Ekim'de götürüldüğü hastaneden çıkan cenazesi bile çirkin pazarlıklara konu oldu. Nisan ayında başlayan rahatsızlığı 3 Kasım'da komaya dönüştü. Ölümü hakkında 558 sayfalık rapor hazırlandı. Raporun içeriği hala bilinmezken, hastalığına bir teşhis de konulamadı. Sadece “damarlarında yaygın pıhtılaşma” ifadesi kumlanıldı. Otopsisine izin verilmedi. Alelacele toprağa verildi.
25 yıl özel doktorluğunu yapan Dr. Eşref El Kurdi; Arafat'ın zehirlendiğine inanıyor. Kendisiyle yapılan bir söyleşide, ölümün “gizli suikast” olduğunu söyleyen Kurdi, “Eğer bir Müslüman belirsiz bir sebepten ölürse otopsi zorunludur. Bence Arafat ölümcül bir zehirle öldürüldü. Bunun için otopsi yapılmadı.”
Son altı ayında Arafat'a çok sayıda AIDS testi yaptığını, hiçbir testin pozitif çıkmadığını, dudaklarındaki ve ellerindeki titreme dışında hiçbir sağlık problemi olmadığını, iddia edildiği gibi Parkinson hastası da olmadığını söyleyen El Kurdi, Arafat'ı ölümünden 16 gün önce gördüğünü belirterek şunları söylüyordu.
“O an zehirlendiğini anladım. Yüzünde kırmızı parçacıklar vardı ve derisi metalik sarı renge bürünmüştü. Paris'e götürülmeden önce, Amman'da onu son kez canlı gördüğümde, vücut ağırlığının yarısını kaybetmişti. Kızıllıklar bütün yüzünü kaplamıştı ve sapsarıydı. Ramallah'ta zehirlendiğini ve yavaş yavaş öldüğünü söylemişti.”
Bazı kaynaklar, ölüm kararının Şaron'la Bush arasında 2004'te yapılan bir telefon konuşmasında alındığını söylüyor. 11 Eylül saldırılarının yıldönümünde (11 Eylül 2003), ölümünden 14 ay önce, şimdiki İsrail Başbakanı Ehud Olmert şöyle diyordu: “Soru nasıl yapacağımız. Sürgün bir seçenek, öldürmek de bir başka seçenek…”
Cenazesi kalkmadan Filistin'de Arafat sonrası için ABD ve İsrail'in istediği tarzda yeni bir iktidar yapılanmasına başlandı. “Rejim değişikliği” projesi çerçevesinde ABD ve İsrail'in desteğiyle Başbakan yapılan ve Filistin'in Karzaisi olarak gösterilen Mahmud Abbas yine öne çıkarıldı. Sağlığında Abbas üzerinden uygulanan planı boşa çıkaran Arafat, bunu hayatıyla ödedi. Öldürülmesinden sonra plan, kaldığı yerden devam etti.
17 Aralık 2006: El Fetih liderlerinden ve İsrail istihbaratına bağlı Muhammed Dahlan'a ve El Aksa Tugayları'na İsrail kontrolünde silah aktarılıyor. Hamas Gazze'yi kontrol altına alınca Amerikan yapımı silahlar ortaya çıkar: 7,400 M-16, çok sayıda makineli tüfek; 18 adet ABD malı zırhlı araç, yüz binlerce mermi. El Fetih liderleri, komutanları ile Mossad ve CIA arasındaki ilişkileri ortaya koyan sayısız evrak bulunur. Dahası, Hamas liderlerine yönelik suikastlerle ilgili bilgiler elde edilir. Gazze'deki ABD özel timleriyle ilgili bilgilere ulaşılır…. Tam da suikastlerin işlendiği dönemde ABD timlerinin bölgede olduğu ortaya çıkar. Dahası, Arafat'ın zehirlenerek öldürülmesinde Dahlan'ın rolu ortaya çıkar. Hamas'ın sıkıştırdığı Dahlan, ABD yardımı ile İsrailliler tarafından Gazze'den çıkarılır.
Ramallah'ta, Beytüllahim'de, Tulkarim'de, Nablus'ta, Cenin'de yüzlerce insan katledildi, binlerce insan elleri ve gözleri bağlanarak toplama kamplarına götürüldü, binlerce kadın ve çocuk evlerinden kovuldu, genç kızlar ve kadınlar kamplara götürülüp işkence altında tutuldu, yüzlerce ev yerle bir edildi, hastaneler çalışamaz hale getirildi, elektrik ve su kesildi, sokaklarda çürüyen cesetlerin gömülmesine izin verilmedi, kuşatma altındaki binlerce insana ilaç ve yiyecek yardımları engellendi, sokağa çıkan herkese ateş açıldı, evlere baskın yapılıp insanlar kurşunlandı, doğum yapan kadınların hastaneye götürülmesine izin verilmedi, evlerin/hastanelerin bahçelerine toplu mezarlar kazıldı, 14 bin kişinin yaşadığı Cenin üç yüz tank ve binlerce askerle kuşatıldı.
Bir kilometrekarelik mülteci kampına yüzlerce füze atıldı, sadece bir saatte 50 füze fırlatıldı, F-16 savaş uçakları ve Apache helikopterleriyle durmaksızın bombalandı, silahlı-silahsız, kadın-erkek, çocuk-ihtiyar ayırımı yapmadan insanların evleri başlarına yıkıldı, kamptaki evlerin hemen tamamı yıkıldı ve bölge bir toplu mezara dönüştürüldü. Camiler, yollar, dükkanlar, evler, devlet daireleri, Filistin halkının ekonomik değerleri yok edildi. Bunlara ek olarak Filistin halkının doğal liderleri uçaklardan, helikopterlerden atılan füzelerle öldürüldü.
Hamas tasfiye edilecek, Mahmud Abbas üzerinden bir Filistin modeli uygulanacaktı. Hesap buydu. Demokratik seçim sonuçlarının tanınmaması, Filistin'e ambargo kararı ve son olarak da iç savaş bu senaryonun aşamalarıydı. Senaryo suikastlerle başlatılmıştı.