BEYAZPERDE VE ÖTESİ / Bobby'nin gözlerinin dalıp gittiği o an...

Ali Murat Güven
00:005/07/2009, Pazar
G: 5/07/2009, Pazar
Yeni Şafak
BEYAZPERDE VE ÖTESİ / Bobby'nin gözlerinin dalıp g
BEYAZPERDE VE ÖTESİ / Bobby'nin gözlerinin dalıp g

17 Ağustos 1943 günü, -sonradan pek çok filminde onunla başrolü paylaşacak olan- New York kentinde dünyaya geldi. Adı ve soyadı, İtalyan asıllı sanatçı ebeveynleri tarafından doğum belgesine “Robert Mario De Niro Jr” olarak kaydettirilmişti ki bu gösterişli ad silsilesinin tam ortasındaki “Mario”dan hayranlarının pek çoğu hâlâ habersizdir.

Çocukluk günlerindeki lâkabı “Bobby Milk”di. Sonradan, aralarında -ünlü aktör Robert Michum'un taktığı- “Kid Monroe”nun da bulunduğu pek çok yeni takma ad edindi. Ancak, bunlar arasında, Amerikan argosunda (tıpkı bizdeki “Mustafa-Mıstık” ilişkisi gibi) Robert'in karşılığı olarak kullanılan “Bobby”, Hollywood çevrelerinin kendisinden söz ederken en fazla tercih ettiği lâkabına dönüşecekti.

Gençlik yıllarındaki ilk sinema-tiyatro eğitimini, ABD sinemasının gelmiş geçmiş en büyük oyunculuk öğretmeninin kurduğu Stella Adler Konservatuarı'nda aldı “Bobby” De Niro… “En iyi”den aldığı özel taktiklerin sonucu olarak, sonradan kendisi de sinema, televizyon ve tiyatroda “metot oyunculuğu” adı verilen tarzın gelmiş geçmiş en başarılı uygulayıcısı olacaktı. Öyle ki özellikle 1970 ve 80'li yıllarda oynadığı kimi kült filmlerde “karakterle özdeşleşmek” anlamına gelen bu metodu yalnızca yiyip yutmakla kalmadı, o karakterlere ruh katabilmek için gerektiğinde kendi bedenine bile işkence etti. Kâh, “Taksi Şoförü”nde saçlarını Mohikan yerlisi gibi kazıtmış kara kuru psikopat taksici Travis Bickle oldu, kâh “Kızgın Boğa”da 10-15 dakikalık bir final bölümü için 30 kiloluk gerçek bir göbeği önüne salmış boksör eskisi Jake La Motta'ya dönüştü, kâh “Frankenstein”de çılgın doktor Victor Frankenstein'in ölü parçalarını birleştirerek dünyaya getirdiği hilkat garibesi için -kendisini tanınmaz hâle getirecek kadar- ağır bir makyajın altında boy gösterdi.

Sinema dünyası da yapımcısı ve izleyicisiyle onun bu coşku dolu meslekî çabalarına, rolünün hakkını tam olarak verebilme uğruna kendini helak edişlerine kayıtsız kalmayacaktı hiç kuşkusuz…

Bugün, sanatçının New York'taki evinin kütüphanesinde, ikisi Oscar heykelciği olmak üzere 28 tane birbirinden önemli ödül dizili… Aday gösterildiği ödüller ise aldıklarının en az iki katı ve o sinema sanatına verdiği 40 küsur yıllık emekle bundan çok daha fazlasını hak ediyor aslında…

Doğrudur; artık biraz yaşlı ve yorgun… Üstelik, son yıllarda rol aldığı filmler 1970'ler ve 80'lerdekilere göre daha bir fabrikasyon… Ancak, aktörlük mesleğinin zorlu yollarında ilerlemeye başladığı ilk yıllardan itibaren adının çevresine öylesine sağlam bir temel attı ki hayranları bu saatten sonra artık hiç konuşmadan kameraya baksa bile onu izlemeye peşinen hazır durumdalar! Hele de rol aldığı öykünün herhangi bir yerinde o dillere destan gamzeli gülüşünü ya da aşağılayıcı bakışlarını perdeden dışarı doğru şöyle bir fırlatmışsa zaten herhangi bir sorun da kalmamış demektir; çünkü günümüzde bu ikisi bile Üstad'ı izlemek için başlıbaşına yeterli bir sebep sayılıyor.

De Niro'nun beyazperdede boy gösterdiği ilk film, ünlü Fransız yönetmen Marcel Carné'nin 1965 yılında çektiği “Manhattan'da Üç Oda”ydı. Ki restorandaki sıradan bir müşteriyi canlandırdığı o filmdeki figüranlığı nedeniyle, yapımcılar adını jeneriğe dahi yazmaya gerek görmeyeceklerdi. Kariyerinin 80'inci filmini çekmekte olduğu şu günlerde ise herhangi bir sinemasal öykü yalnızca onun adını taşıyan bir postere bile sahip olsa, gişede bütün yapım masraflarını rahatça çıkartıp, üstüne bir kaç kat da kâra geçebiliyor.

Aynı şekilde, 1969 yılında rol aldığı dördüncü filmi “Düğün Yemeği”ndeki ücreti 50 Dolar'dı. Bu ücret, 1976 yılındaki 13'üncü -ve belki de en ünlü- filmi “Taksi Şoförü”nde 35.000 Dolar'a çıkacaktı. 2004 yılında (2000 tarihli ve benzer temalı “Zor Baba” filminin devamı olan) “Zor Baba ve Dünür” adlı komediden aldığı ücretin ise tamı tamına 20 milyon Dolar olduğunu belirtirsek, sanatçının Hollywood'daki 40 yıllık serüveni boyunca nereden nereye tırmandığı çok daha iyi anlaşılacaktır.

Kabına sığmayan bütün büyük yetenekler gibi De Niro da giderek oyunculukla yetinmemeye başladı ve 1990'lardan itibaren kameranın ardına geçti. Önce 1993'de -ünlü bir dışavurumcu ressam olan babasına ithaf ettiği- “Bir Bronx Masalı”nda; uzun bir aranın ardından da 2006 yılında çektiği “İyi Çoban”da yönetmen koltuğunda gördük onu. Her iki yönetmenlik denemesinde de kendisini sevenleri utandırmayacak ve değme Hollywood ustalarına taş çıkartacak bir performansla bu zor görevin üstesinden gelmeyi başaracaktı.

Yanısıra, 1989'daki “Biz Melek Değiliz”den itibaren, kendisinin oynadığı ya da oynamadığı pek çok önemli filme de yapımcı sıfatıyla destek verdi De Niro…

İçinde yetişip zamanla bir idole dönüştüğü Amerikan sinema endüstrisine olgunluk çağında yaptığı en büyük katkı ise 2002 yılında yapımcı arkadaşı Jane Rosenthal ve onun emlak danışmanı eşi Craig M. Hatkoff ile birlikte kurdukları “Tribeca Film Enstitüsü” olacaktı. Hollywood ana akımının dışında kalan sanatçılar ve onların projelerini desteklemeyi kendisine misyon edinen New York merkezli bu kuruluş, bir yandan bünyesindeki prodüksiyon şirketiyle yeni filmler üretirken, öte yandan da genç sinemacı adaylarına eğitim veren saygın bir kültür-sanat merkezine dönüştürüldü. Tribeca'nın üçüncü faaliyet alanını oluşturan aynı adlı film festivali de yine 2002 yılından başlayarak her yıl istikrarlı bir biçimde geliştirilip zenginleştirildi ve günümüzde Sundance ile birlikte bağımsız sinema alanında yeryüzünün en yüksek prestijli film festivallerinden biri konumuna geldi. Enstitü'nün üç kurucu ortağından biri ve de en ünlüsü olarak, bütün bu istikrarlı gelişim sürecinde De Niro'nun yadsınmaz emekleri söz konusuydu.

Efsanevî aktör, 60 yaşına bastığı 2003 yılında, ressam babası Robert De Niro Sr ile aynı kaderi paylaşarak prostat kanserine yakalandı. Baba De Niro, 1993'de 71 yaşındayken bu hastalıktan hayatını kaybetmesine karşın, oğul De Niro daha şanslı çıktı ve titiz bir tedavinin ardından ölümcül tehlikeyi atlattı. Sinema dünyasının bu simge yüzü, hastalığının nüksetme ihtimaline karşılık halen periyodik tıbbî denetim altında hayatını sürdürüyor.

70'lerine doğru emin adımlarla ilerleyen De Niro, hem oyuncu, hem yapımcı, hem de yönetmen olarak gıpta uyandırıcı bir konuma eriştiği Hollywood'da, an itibarıyla hâlâ nefes nefese bir koşuşturmacanın içinde… Kendisi, zaman zaman Amerikan politik yaşamında da aktivist olarak boy gösteren sıkı bir Demokrat Parti taraftarı. Bu arada, kafasının din konusunda biraz karışık olduğunu söylese de dinsel inançlara sahip ve kendisine “Böylesine göz kamaştırıcı bir kariyerin sırrı nedir” diye soranlara şu cevabı veriyor:

“Çalışırken anarşi ve disiplinin karışımı olan bir yöntem uygularım.”

Sözlerimizi bağlarken, meraklısı için ilginç olacağını düşündüğümüz şu iki bilgiyi de unutmadan notlarımıza ekleyelim: De Niro 1998 yılında turist olarak Türkiye'ye gelmiş ve 2006 yılında New York'taki Carlyle Oteli'nde düzenlenen özel bir toplantıda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'la tanışıp uzun uzun sohbet etmişti.

Evet bayanlar baylar; yaşadığı onca deneyimden sonra ruhu ve bedenine egemen olan yorgunluk, arada sırada ufka doğru dalıp giden hüzünlü bakışlarından belli olsa da, o hâlâ beyazperdenin rakipsiz kralı…

Huzurlarınızda bir kez daha ve bütün kalitesiyle Robert De Niro!


* * *

Robert De Niro'nun biyografisi (Türkçe-Kısa):


Robert De Niro'nun biyografisi (İngilizce-Uzun):


Robert De Niro'nun filmografisi (İngilizce):