Ağırlıklı olarak nekroloji yazılarından oluşan 'Belleğin Kuytularından' zaman zaman tatlı-sert ve ağır eleştirilere rastladığımız bir kitap
Behçet Necatigil, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Doğan Hızlan, Cemil Meriç, Beran Moran, Cemal Süreya, Nuri İyem gibi Türk edebiyat ve sanat dünyasının önemli isimleri Hilmi Yavuz'un belleğinin kuytularından sızdı ve “Susanlara hiçbir şey sormayınız” dizesiyle bir kitapta toplandı: Belleğin Kuytularından… Kitapta yukarıda saydığımız isimlerin yanı sıra III. Selim, Şakir Eczacıbaşı, Yaşar Nuri Öztürk ve bir hakk aşığı olarak Yahya Hikmet Yavuz da var. İsimlerini ve eserlerini çok iyi bildiğimiz bu isimlerin yanı sıra aslına bakarsanız pek ve hatta hiç tanımadığımız isimlere de rastlamak mümkün. Ağırlıklı olarak nekroloji yazılarından oluşan kitapta, zaman zaman tatlı sert ve ağır eleştirilere de rastlamak mümkün. Bunlardan en çok göze çarpan ise şüphesiz Orhan Pamuk. Kitabın sunuş yazısında Hilmi Yavuz, “Portre yazarı tarafsız olamaz; olmamalı da!” diyor ve kitapta yer alan yazılar boyunca bu söze ne kadar sadık kalındığını da görüyor okur. Kitap için bir bakıma 1950 Kuşağı'nın Hilmi Yavuz'un yaşanmışlığındaki yerini ve 1950 Kuşağı'nın yazar da bırakmış olduğu anıları diyebiliriz. Biz sözü daha fazla uzatmadan Hilmi Yavuz'un belleğinin kuytularından sızan anılar ve yaşanmışlıklar doğrultusunda kitabın oluşum sürecini sizinle paylaşalım.
Bu kitap önceden planlamış bir portreler kitabı değildi aslında. Nekroloji yazıları yazıyordum ve bir ara Ercan Arıklı'nın çıkardığı bir dergi için benden portreler yazmamı istemişti. O yazılar toplandı ve ilk olarak Aşina Kitaplığı'ndan yayımlandı, o zaman ismi İzler ve Yüzler idi. Ondan sonra yine nekroloji yazılarıyla sürdü bu çalışmalar. Daha Sonra da Timaş Yayınevi ile benim düzyazılarımı külliyat olarak yayımlama kararı alınca Belleğin Kuytularından adıyla yayımlanma kararı aldık. Ama tabii neredeyse yarısı yeni yazılardan oluşuyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse seçilmiş olanların kimliklerine göre değişiyor. Kitabın geneline bakıldığında kimilerine acımasız, kimilerine çok daha sevecen, kimilerine karşı örseleyici, bazılarına karşı da çok nötr davranmayı benimsedim.
Aslında öyle denk geldiği için, arkadaşlarımın fazlasının erkek olduğu için bu şekilde oldu. Eşlerimi yazabilirdim, annemi yazabilirdim ama tercih etmedim.
Babam öldüğünde ben Londra'daydım. Vasiyet etmiş ben öldükten sonra oğluma haber verin diye ve zaten gömüldükten sonra haberim oldu. Babamın da annemin de benim kimliğimin oluşmasında çok etkisi olmuştu. Hatta Bulanık Defterler'de, “Annem şiirdi benim için babam düzyazı” diyerek bir biçimde onların benim üzerimdeki katkılarına atıfta bulunmuşluğumda vardır. Annemin portresi değil ama onun üzerine hissettiklerimi gerek Geçmiş Yaz Defterleri'nde, gerekse Bulanık Defterler'de vardı.
Babam gerçekten daha çok sözle var olan bir adamdı. Annem ise daha içe kapanık daha munis ve daha yumuşak bir kadındı ve onda Tasavvufun getirdiği incelikler beni çok etkilemiştir.
Özellikle yazılmayı bekleyen, öyle uman ve açıp baktıklarında “Neden ben yokum” diye soranlar oldu, tabii bilerek yazmadıklarım da var…
Evet, kimsenin tanımadığı insanlar da var ama ben onların da bilinmelerini istedim, bu yazıları aslında bir vefa borcu gibi düşündüm.
Ona karşı vefa borcu hissetmiyorum ama ona karşı gıyabi yakınlık hissediyorum.
III. Selim şair ve musikişinastır. Osmanlı sultanları içinde çok haksız ve acımasızlığa uğramış bir kimlik olarak beni çok ilgilendirir. Onun öldürülüşü beni her zaman çok etkilemiştir. Onun yeri bende başkadır.
Evet, maalesef bizde biyografi yazma işinin yetersiz kaldığını düşünüyorum. Büyük yazarlarımızın geniş kapsamlı ve kuşatıcı biyografileri yok. Bu portreler biyografi türünün yerini tutmaz elbette, kalite olarak da nitelik olarak da fark var. Biyografide tarihsel olgulara sadık kalmak zorundasınız, portre yazmak ise subjektif bir şeydir. Biyografi eksikliğinin de bir şekilde karşılanması gerekir.
Özlüyorum ama onun eksikliğini nostalji ile gideriyorum. Hiçbir zaman 1950'li yılların havasının yaratılması mümkün değil. O yıllarda Türkiye'de edebiyat demek şiir demekti. Son 60 yıldır çok fazla değişim ve dönüşümler oldu, çok fark var. O zaman şairlerle edebiyat arasında bir ilişki kuruluyordu, şimdi romancılar ve öykücülerle edebiyat arasında bir ilişki kuruluyor. Şiir çok geriye itildi. Dolayısıyla bugün bir edebiyat matinesi yapılsa bile ilgi görmeyecektir maalesef.
Evet, çok yetenekli olduğuna şüphe yok. Bir yeteneği var tabii… Orhan Pamuk ağırlıklı olarak bir romanın nasıl bir mükemmel kompozisyonla bütünlüklü bir kurgu içinde sunulabileceğini biliyor. Ama romanın her şeyden önce bir meselesi olmak durumundadır ve bu meselenin bu ülkeyle, birinci derecede ülkenin problemleriyle ilgisi olması gerekir. Bu meselelerin insan tipleri üzerinden inşa edilmesi gerekir. Orhan Pamuk da bunların hiçbiri yok sadece kurgu var, çok iyi kurguluyor ama gerisi yok…
Evet, çünkü 1950'li yıllarda çok satmak gibi bir meselemiz yoktu bizim, aklımızdan geçmezdi. Sadece biz şairlerin değil, o dönem romancılarında böyle bir kaygısı yoktu ama şimdi var, görüyorsunuz.
Yakın zamanda felsefe yazılarım olacak. Daha önce yayımlanan felsefe yazılarına birkaç makale ekleyeceğim. Ondan sonra da Avrupa'nın Zihin Tarihi yayımlanacak. Benim bundan 3 yıl önce yine Aşina Kitaplığı'ndan 'Batı Uygarlığına Teorik Bir Giriş' adlı0 kitabım yayımlanmıştı. O kitap verdiğim uygarlık tarihi derslerinin notlarından oluşuyor.
Bu yaz eğer imkân bulursam kendime çalışmak istiyorum. Ben biliyorsunuz şiir konusunda aceleci değilim. Son şiir kitabım 2007 yılında yayımlanmıştı, şimdi yine yeni bir kitap olabilir. Hatta Geçmiş Yaz Defterleri ve Bulanık Defterler'in devamı olan bir defter daha yazmak istiyorum.