Özel Burç Anadolu İletişim Meslek Lisesi öğrencilerinin, 2009-2010 eğitim-öğretim döneminde kendilerine iki ayrı meslekî derste öğretmenlik de yapmış olan Yeni Şafak sinema yazarı Ali Murat Güven ile okulun yayımladığı aylık gazete "Objektif" için gerçekleştirdikleri söyleşinin tam metni...
Ben, ilk gençlik yıllarımda, günümüzde artık örnekleri pek az bulunabilen bir insan türünün, “ayakta kalabilmek için on parmağına on marifet takması gereken gazeteci modeli"nin bir mensubuydum. Ekonomik açıdan çok güçlü ve arkası sağlam bir aileden gelmiyordum. Aslında, lise yıllarına kadar aile olarak durumumuz pek fena sayılmazdı. Fakat, o dönemde yaşadığımız bir maddî yıkımla birlikte bütün düzenimiz çöktü ve ben de hem okuyabilmek, hem oldukça zor koşullarda girdiğim medya sektöründe tutunabilmek için hemcinslerimden iki-üç kat daha fazla çalışan, hiç üfleyip püflemeden hayata sıkıca asılmak zorunda olan bir gence dönüştüm. Zengin bir adamın oğlu ya da kızı için güle oynaya yürütülecek bir üniversite eğitimi yeterli gelebilirdi elbette. Fakat, benim için, üniversite eğitimi bittiğinde romantik kep fırlatma törenleri ve kapıda çiçeklerle bekleyenler falan olmayacaktı. O yüzden, daha İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'ndeki ilk yılımdan itibaren, “Oğlum, bu iş zor, hele bu ülkede yoksul bir ailenin mensubu olarak çok daha zor. Deliler gibi çalışmalısın, bir dakikanı bile ziyan etmeyip öğrenebileceğin her şeyi en kestirme yoldan öğrenmelisin. Eğer ki bu 4 yılı üniversite kantinlerinde geyik yaparak geçirirsen, mezun olduğunda da seni iç karartıcı bir işsizlik bekliyor olacak” deyip kolları sıvadım. Hemen ikinci sömestrenin başında aylık yayımlanan bir kültür-sanat dergisine çırak olarak girdim ve giriş o giriş… Önce muhabirlerin, editörlerin çaylarını taşımalar, büroda ayak işlerini yapmalar… Sonra ufak ufak röportajlara gitmeler… Ardından da derginin haberlerini yazmalar, sayfalarını düzenlemeler… En sonunda da aradan 3 yıl geçtiğinde bir dergiyi A'dan Z'ye tek başına hazırlayıp çıkartabilecek maharette bir editöre dönüşmüştüm. Ve bu bilgi birikimini kazandığımda da henüz 20 yaşındaydım.
Şunu hiç unutmamalısınız, saçınızın tek teline bile zarar gelmemesi için hayatlarını vermeye hazır olan o anneleriniz-babalarınız sonsuza dek yanınızda olmayacaklar. Gençler deliler gibi çalışmalı, öğrenmeye aç ve âşık olmalı, çok değerli vakitlerini ve enerjilerini Facebook başında ya da chat yaparak ziyan etmemeli… Fakat, çoğu genç bu basit gerçeği ne yazık ki göremiyor.
Şu anda Türkiye'nin kendi alanında sözü en çok geçen sinema yazarlarından biri sayılabilirim. Dört kıtada 50'yi aşkın ülkede görev yaptım, kimselerin gitmediği uzak diyarlara gittim, bin bir türlü meslekî serüvenler yaşadım, evimdeki kütüphanede (bir tanesini sizin okulunuzun verdiği) 30'un üzerinde ödül ve takdir plaketim var. Fakat, bu olgunlaşma sürecinin ardında, kendimi bildiğim ilk günden bu yana hiç kesintisiz sürüp giden son derece zorlu bir mücadele yatıyor. Günde 18 saate yakın çalışıyorum ve çoğu kez yatağa sabaha karşı başım zonklayarak giriyorum. “Artık nasıl olsa çok ünlüyüm, herkes beni tanıyor, iyi bir işim var” demeyip, her günü, her saati en iyi şekilde değerlendirerek meslekî kalitemi ve kapasitemi sürekli artırmaya çalışıyorum.
Medyada yıldız olmak da sizlerin elinde, o sistemin içinde tutunamayıp geri püskürtülmek de… Özellikle girdikten sonraki ilk beş yıl çok önemli… Az uyuyup, az konuşup, az yiyip, az kazanıp, az şikayet edip çok çalışacaksınız. Hattâ, çok ne kelime, deliler gibi! Yoksa asla olmaz. Neden derseniz, her yıl iletişim okulları binlerce mezun veriyor, sistemin ihtiyacı olan toplam personel sayısı ise topu topu 100-150. Bu sınırlı grubun içine girebilmek için en çalışkan, en heyecanlı, en bilgili, en istekli kişiler arasında yer almalısınız.
Belki şaşıracaksınız, fakat hiç de olumlu görmüyorum. Kültür Bakanlığı'nın son yıllarda genç yönetmenlere verdiği yapım destekleri var. Desteklenmeye değer bulunmuş projelere verilen 200-300 bin lira tutarındaki yapım kredileri film üretimini hareketlendirdi, sayıları kabarttı, fakat kalite çıtasını kesinlikle yükseltmedi. Yıllardır reklâm ve tanıtım filmleri piyasasında olduğum için bu süre zarfında düzinelerce kameraman, ışıkçı, kurgucu, oyuncu, animasyon tasarımcısı tanıdım. Bunların bazıları spesifik olarak kendi iş kollarında çok başarılı olmakla birlikte, ne entelektüel birikimleri, ne de yaradılıştan gelen kapasiteleri itibarıyla yönetmenlik gibi çok daha iddialı bir pozisyonun ağırlığını taşıyabilecek kişiler değillerdi. Fakat, son on yıldır sektörde kafamı her nereye çevirsem karşıma bir “yönetmen adayı” çarpıyor. Sanırım, dünya üzerinde en fazla yönetmen heveslisine sahip ülke biziz. Eskiden bu ülkedeki herkes çok usta birer “hakem” pozlarındaydı; şimdi ise gençlerin yeni hobisi “film yönetmenliği”… Bu konuda herkes kendi çapında birer allame kesilmiş durumda…
Tanıdığım o kişilerin arasında, sanat tarihi, estetik, sinema tarihi, sinema teknolojileri, dramatik anlatımın Eski Yunan'dan günümüze kadarki tarihçesi gibi meslekî açıdan olmazsa olmaz konularda tek kelimelik bir bilgi birikimi taşımayanlar var; fakat bu çocuklar “Kurguculuk, kameramanlık, ışıkçılık, senaristlik ölü birer iş kolu, bunların Türkiye'de yeterince havası yok, ben setteki güzel kızlara asıl yönetmen olunca hava basabilirim” diye düşünüp en kestirme yollardan yönetmen olmaya soyunuyorlar.
Önce Bakanlığı iknâ edip 250 bin lira oradan alıyorsun. Sonra, “İlerleyen günlerde nasıl olsa bir-iki sponsor bulurum” diye hayâller kurarak borç-harç filmine başlıyorsun. Bu arada filminin daha çekilmeden Digitürk'e peşin peşin satılmasından dolayı bir 30-40 bin lira daha geliyor. Çekimler, yetmeyeceği daha ilk günden belli olan bir bütçeyle kıra-döke ilerlerken, vaziyetin iyice sarpa sarması üzerine, “Bu olay benim için bir onur meselesi, ne olur bana yardım edin” falan diye ağlanarak ananı-babanı iknâ ediyor ve onlara 50 yıldır oturdukları evi ipotek ettiriyorsun. Sonra da filmin uçan kuşa borç takmış bir hâlde bitiyor. Çevrende aç kurt gibi para bekleyen herkese, “Merak etmeyin, gişe rekorları kıracağız, herkes gişe gelirinden parasını fazlasıyla alacak, yeter ki gösterime çıkışımızı sabırla bekleyin” diyerek birer sus payı daha veriyorsun. Sonra film 50-60 salonda gösterime giriyor, kimsenin umursamadığı bir yönetmen ve kimsenin umursamadığı bir küçük film olarak ülke çapında toplam 1500-2000 kişi izliyor ve ertesi hafta da hemen gösterimden kaldırılıyor. Ondan sonraki hayatını da çekim sürecinde kırdığın kalpleri tamir etmeye çalışarak; parasını ödeyemediğin oyuncuların, teknik elemanların, stüdyo ve laboratuarların öfkeli telefonlarından kaçarak geçiriyorsun.
Dijital kameralarla film çekmeye izin veren teknoloji, sinema sanatını tek kelimeyle ayağa düşürdü. Bu yeni teknolojinin bana göre faydası bir birimse, zararı ise tam on birimdir. İki tane kısa film çekmiş, üç tane reklâm senaryosu yazmış, bir haftalığına ödünç HD kamera bulabilen her kim varsa 24 yaşlarında “aşmış yönetmen” edâlarında ortalıklarda dolaşıyor.
Sadece bir tek örnek vereceğim bu konuda… Bir bakın bakalım dünya sinema tarihine, hayran olduğumuz filmlerini 40'larından, 50'lerinden önce çekmiş kaç tane dünya çapında yönetmen var? Girin büyük ustaların filmografilerine ve meslekteki yükseliş serüvenlerini adım adım inceleyin lütfen… Orson Welles haricinde -ki o istisnai bir dâhidir- kabını ağzına kadar bal ile doldurmadan, onu çevresine cömertçe ikram etmeye kalkışan tek bir kişi bile bulamazsınız. Yönetmen olacak adam, senarist olacak kadın önce hayatının birinci döneminde dünyayı inceden inceye gözleyecek, insanlığın hâlleri üzerine özgün bazı kanaatler oluşturacak, acılar çekecek, zaferler yaşayacak, kalbi zaman zaman yoğun hüzünlerle kaplanacak… Ancak ondan sonradır ki göklerden sihirli bir değnek gelecek ve o kişiyi dürterek “Hadi, kalk bakalım” diyecek, “Artık hikmetli sözler söyleme vaktin geldi!”
Bizde ise yönetmen olmanın şartı Kültür Bakanlığı komisyonunda projene torpil yapacak adam ayarlama kabiliyetine sahip olmak ve “Red” marka bir HD kamerayı bir ay boyunca düşük bedelle kirayabilecek kadar sektörel çevre edinmek… Senaristin ve yönetmenin çekecekleri filmde ne dediklerinin ise hiç bir önemi yok!
Bana göre, 2000'lerde Türk sinemasına Çağan Irmak, Semih Kaplanoğlu, Nuri Bilge Ceylan, Mahsun Kırmızıgül ve diğer bir-iki genç yönetmenin kısmen başarılı işleri haricinde ne yeni bir isim, ne de eser olarak gerçek anlamda çığır açıcı bir örnek gelmiştir. Bakın izleyicide saygı uyandıran ve ses getiren işlere; yine neler oluyorsa Yavuz Turgul gibi kıdemli ustalar sayesinde oluyor… Sinema arşivlerinin rafları genç yönetmen adaylarının sinemasal eskizleriyle doldu. Her yıl 30-40 film yapıyor bu erken konuşan yönetmenler, fakat ortada gönülleri fethedecek düzeyde başyapıtlar falan yok. Çoğunun adlarını gösterimleri bittikten iki hafta sonra hatırlayamıyoruz bile…
Özetle, yönetmenlik, tıpkı eski zamanlarda olduğu gibi uzun bir çıraklık devresinden sonra ulaşılan, bugünkünden çok daha yukarılarda bir pozisyona dönüşmeli. Anlatacak şeyleri henüz birikmemiş olanlar, sırf gevelenmek ve ego tatmini yapmak adına film çekmemeliler!
Eskiden kısa filmlerde bomboş bir bekâr odasında bol bol sigara içip kendi kendine bunalan üniversiteli karakterler izlerdik; şimdi ise çevrelerine buhran saçan bu hastalıklı karakterler uzun metrajlı ticarî filmlere sıçradılar. Bakıyorsun, bir odanın içinde üç kişiyle çekilmiş 250.000 TL bütçeli bir bireysel bunalım filminin jeneriğinde dört tane “yönetmen yardımcısı”nın ismi geçiyor. Yahu, bu nasıl da karmaşık bir öyküymüş ki dört yardımcıyla altından ancak kalkabilmişsin be birader?
Sinema, onu üreten kişi ya da kurumun huyuna suyuna, vizyonuna, dünyayı algılayış biçimine bağlı olarak bazen en ileri derecede şeytanî bir yapıya bürünüp, “bütün kötülüklerin anası”na dönüşebilen büyüleyici bir gösteridir. Öte yandan, yine, bu gösteriyi bir iyilik hareketinin taşıyıcısı olarak yorumlayan başka bir kişi ya da kurumun ellerinde de son derece rahmanî, yeryüzünde güzelliklerin çoğalıp yayılmasına vesile olan yüksek bir sanat hareketine dönüşebilir. Kamera her iki süreçte de tamamen suçsuzdur ve hiç bir iradesi yoktur. Bütün mesele onu kullanan eller ve gözlerin niyetinde…
Özetle, çağımızın ve bütün çağların hem topluma en yararlı, hem de aynı zamanda toplum açısından en tehlikeli yığınsal iletim aracıdır sinema… İnsanlığın çoğunluğu onun şeytanî düşünceye başarıyla hizmet edebilmesi için istemli ya da istemsiz katkılarda bulunurken, benim gibi az sayıdaki sinema yazarı ise fıtraten kötülüğe meyyal olan bu sanatı hayırlı bir mesajın enstrümanına dönüştürebilmek için inatla başka taraflara çekiştiriyor. Yani, bu konuda sert bir savaşın içindeyiz.
“Testere” serisinin herhangi bir bölümü üzerinden öğreneceğiniz tek şey, alabileceğiniz yegâne mesaj, estetize edilmiş kanlı bir vahşettir. “Babam ve Oğlum”u izlediğinizde ise aile bağlarının insan hayatında ne kadar önemli olduğunu yeniden hatırlarsınız. İşte, bu gibi filmler de sinemanın şeytanî ve rahmanî cephelerini oluşturuyor.
Bu konuda herkesin farklı bir görüşü olabilir elbette… Benim ustalarım, benim bakış açıma göre en iyilerdir, başkaları benim tercihlerime katılmayabilir. Klasik Türk sinemasından en büyük favorilerim Metin Erksan, Yücel Çakmaklı, Lütfi Ömer Akad ve Ömer Kavur… Çağdaş Türk sinemasında ise Çağan Irmak, Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu'nu seviyorum. Bir de bazı filmlerinde yükselip bazılarında ise başarı grafiği düşen genç sinemacılar var ki onları favori ilan etmek için henüz çok erken. Hele biraz daha pişip ortaya yeni eserler koysunlar, sonrasında gereğini tekrar düşünürüz. Bir yönetmene henüz ilk filmindeki kısmî başarıları nedeniyle hemencecik "usta" sıfatını yakıştırmak bana göre biraz fazla hovardaca bir yaklaşım... Sinema yapan herkesin cebinde rahatlıkla bir atımlık barut bulunabilir; önemli olan gerisi geliyor mu onu gözlemlemek...
Alexander Payne'in 2002 yapımı “Schmidt Hakkında”sı (About Schmidt), 2000'li yıllardaki favori filmlerimden biridir. Aynı şekilde Ethan ve Joel Coen Kardeşler'in 2008 yapımı “İhtiyarlara Yer Yok”unu da (No Country for Old Men) çok beğeniyorum. Bir belgeselci olmasına karşılık belgesel sinemanın en az kurmaca sinema kadar ciddiye alınmasına, kitlesel ilgi görüp ödüllendirilmesine vesile olan Amerikalı yönetmen Michael Moore da batıdaki favori yönetmenlerim arasındadır. Moore'un istisnasız bütün yapıtlarını çok beğeniyor ve gençlere şiddetle tavsiye ediyorum.
Yıl henüz bitmediği için, çekilen ve gösterim sırasını bekleyen bütün filmler üzerinden bir görüş bildirmem zor… Fakat, şu ana kadar gösterime girenler arasından Mahsun Kırmızıgül'ün “New York'ta Beş Minare”sini, John Curran'ın “Şantaj”ını, Yann Samuel'in “Aşka Fırsat Ver”ini ve Baltasar Kormakur'un “Nefes Nefese”sini beğendim. Bunların tamamını gençlere rahatlıkla önerebilirim. Hepsi de değerli mesajları olan, insana ve insanlığa yararlı filmlerdi.
Sinemaya gitmek, bırakın film izlenilen anları, film izlemeye gidiş ve geriye dönüş süreciyle bile insanı geliştirip zenginleştiren önemli bir sosyal etkinliktir. Bu etkinliğin yerini ne evde DVD izlemek tutar, ne TV'den film izlemek, ne de internetten korsan film indirip o küçücük bilgisayar ekranından izlemek…
Sinemaya gitmek için, önce “sinemaya gitme psikolojisi”ne girersiniz. Yıkanır, paklanır, güzel elbiseler giyer, kokular sürer ve neşe içinde, pozitif bir ruh hâliyle yola koyulursunuz. Sinemalar rengârenk yerlerdir, yol boyunca eğlenirsiniz, salona geldiğinizde de başka insanlar ve durumlar görür, bol bol gözlem yaparsınız. Sinema, dostlarla ve aile üyeleriyle sıkıcı konular dışında daha pozitif muhabbetler yapmak için de ideal mekânlardır, aile üyeleri ve dostlar arasındaki ilişkileri tazeler böyle yerlere birlikte gitmek…
Ardından, filmi izler, kâh güler, kâh ağlar, kâh heyecanlanır, kâh sinirlenir, fakat her hâlukârda bir sürü duygusal deneyim yaşarsınız. Sonra da belleğinizde o filmin bıraktığı lezzetle, sizde uyandırdığı yepyeni düşüncelerle yine eğlene eğlene evin yolunu tutarsınız. Sinema eşsiz bir deneyimdir, gerçek bir şenliktir. Bunun da başka hiç bir eğlence türünde karşılığı yoktur. Sinemaya gitmek ancak sinemaya gitmekle karşılanabilecek ruhsal bir ihtiyaçtır. Çevrenize bir göz atın ve hiç sinemaya-tiyatroya gitmeyen insanları tespit edin. Emin olun, bu kişiler hemen hemen hiç gazete de okumuyorlardır. Aynı şekilde müziği de sevmezler. Ev ile işyeri arasında monotonluğun destanını yazan bir hayatın içinde sıkışıp kalmış kişilerdir ve bunun farkında bile olmadan ölüp giderler. Sinema insanı büyütür, kılığından kıyafetinden konuşmasına, merhamet duygusundan duygusal ilişkilerine kadar her konuda gizli bir öğretmen gibi insanı adım adım biçimlendirir. Fakat, tekrar ediyorum ki filmine göre… Bazen kötü niyetli bir öğretmen olarak, bazen de olanca iyi niyetiyle yapar bunu. Öğretmenlerinizi bizzat ve özenle seçmeniz gereken karmaşık bir dünyadır sinema…
Kırk yıla yakın bir zamandır film izliyorum ve bugünkü ben olmamda sinemanın payı en az ilkokul öğretmenim kadar güçlüdür.
Sinemaseverliği, internetten film indirmek ya da sokak işportacılarından korsan DVD almak zanneden kişilerle aram hiç bir zaman iyi olmadı; bundan sonra da iyi olmayacaktır. Korsan DVD'ler ya da internet sitelerindeki filmlerin seslerinin, görüntülerinin ve altyazılarının çoğu kez berbat olması, sinema gibi göz kamaştırıcı bir gösterinin 30 santime 20 santim boyutlarında bir ekrandan izlenmesinin zevksizliği gibi teknik hususlar bir tarafa, korsan film ve müzik tüketmek başlıbaşına bir günahtır, kul hakkı ihlâlidir. Bu eylemin, siz bir hafta deliler gibi çalıştıktan sonra hiç çalışmamış bir arkadaşınızın sınav sırasında sizin kâğıdınıza doğru eğilerek bütün cevapları sinsice kendi kâğıdına aktarmasından herhangi bir farkı yoktur. Bunu fark ettiğinizde o kişiye bozulmaz mısınız?
İşte, siz kendi emeğinize ne kadar kıymet veriyorsanız, sinemacılar da o kadar veriyor. Hakkınız var mı James Cameron'un hayatının 4-5 yılını verdiği ve 250 milyon dolar para harcadığı “Avatar”ını işportadan 3-4 liraya alıp (hem de berbat bir ses ve görüntüyle) izlemeye! Siz yapımcı ve yönetmen olsanız ve aynı şeyi size yapsalar öfkeden çıldırmaz mısınız? Adam bu filmi insanlar kaliteli bir sinema salonuna gidip, biletlerini alıp, dev perdede normal koşullarda izlesinler diye yapmış. Korsan film üretimi yapan Çinlinin birinin perdeden el kamerasıyla gizlice çektiği silik bir görüntüyle ve beleşe izlesinler diye değil!
Halt etmiş o gençler böyle düşünmekle! Türkler, günümüzde yeryüzünde sinema alanında en başarılı, en yetenekli, en üretken uluslardan biridir. Türk sineması, her yıl bir sürü kötü ve içi boş filmin yanı sıra, kendi alanında seçkin örnekler de ortaya koyuyor. Bir ülkenin ürettiği bütün filmler yüksek sanat eseri olacak diye bir kural yok. Aralarında ticarî filmler de olacak, sanat filmleri de… Seçerek tüketmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Hele hele, “Türklerin filmleri izlenmez” diyenlerin bence sinema salonlarına dahi kabul edilmemeleri gerekiyor. Nasıl ki çirkin tezahürat yapıp ortalığı karıştıran hooligan futbol tiryakilerine stada girme yasağı konuluyorsa, ülkesi ve sineması hakkında bu kadar önyargılı olanlara da film izleme yasağı getirilmeli. Çünkü, bana göre sinema alanında ortaya konulan güzellikleri kesinlikle hak etmiyorlar.
Sinema ve tiyatro… Bunların her ikisi de birbirinden çok farklı birer performans alanı… Bir yönüyle, yani rol yapma tarafıyla benzerlik gösterirken, diğer yönleriyle, yani zamanı kullanma biçimleriyle ise tamamen ayrışmaktalar. Tiyatro, gerçek zamanlı akan bir gösteri, bütün yeteneklerinizi o iki saatte canlı olarak ortaya koyuyorsunuz ve her gösteri de sıfırdan başlayan bir süreç…
Sinema ise oyuncunun en iyi hazırlandığı gün kayda girilen, bir kez kaydedilen, fakat o kaydın da mevcutların en iyisi olması için çok uğraşılan, bu yönüyle “zamanı durdurma” yeteneğine sahip bir makine… O açıdan, kıyaslanmaları pek doğru değil bu iki sanatın, çünkü çok farklı lezzetler sunuyorlar takipçilerine…
Hemen hemen mükemmel buldum. Son derece şık bir filmdi, çok da insancıl bir mesajı vardı. Ödüllerini de o yoğun seyirci ilgisini de sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum. Bize hem muhteşem görüntüleriyle, hem de hüzünlü öyküsüyle çok güzel anlar yaşattı.
Bu konu üzerine şimdiye kadar çok konuştum, çok yazdım. Doğrusunu söylemek gerekirse, argo üzerine kurulu filmler hakkında konuşmak bile ruhumu yoruyor. Bilenler bilir, sinemada abartılı argonun en kararlı düşmanlarından biriyim ben. Doğrudur, argo diyaloglar hayatın ayrılmaz bir parçası, hayatımızda böyle bir taraf da var, bunu reddetmek imkânsız.
Tamam da hayatın böyle bir tarafı var diye ille hayatın her türlü pis yönünü de filmlere bol bol katmak mı gerekiyor? Ona bakarsanız, hayatımızda tuvalete gitmek de var, istifra etmek de var, filmlerde gerçekçi olmak adına dakika başı tuvalete giden kişiler mi göstermeli?
Sözgelimi, rahmetli sanatçımız Kemâl Sunal oynadığı komedi filmlerinde argoya sıklıkla başvururdu. Fakat, son derece ayarında giderdi, toplumun değerlerini zorlamamaya çalışırdı. 2000'lerle birlikte gelişen yeni Türk sinemasının ise çok ciddi bir argo ayarı sorunu var.
Öte yandan, dikkat ediyorum, eleştirilerimiz genç yönetmenler üzerinde giderek daha fazla etkili olmaya başladı. Aktör Şafak Sezer, “Kutsal Damacana” filmlerinin üçüncüsünde “Benim çocuğum büyüdü, artık böyle filmlerde oynamak istemiyorum” diyerek teklif edilen rolü reddetmiş örneğin. Sanırım Recep İvedik adlı karakterin de yeni macerasında onu epeyce bir yontacaklar. Bu tür filmleri yapanlar da ağzı bozuk karakterlerin kabak tadı verdiğinin farkına vardılar artık… Sinemamızda argoya başvurma alışkanlığının önümüzdeki yıllarda daha mâkûl bir düzeye ineceğine inanıyorum.
“Eşrefpaşalılar”ı izleme fırsatım olmadı. O yüzden de hiç bir fikrim yok. Olumlu mesajlar verdiğini biliyorum yalnızca. Her hâlukârda böyle filmlerin çekilmesi iyidir.
Türk televizyonlarında yayımlanan dizilerden tek kelimeyle nefret ediyorum. Hele de bunların akşam saatlerinde başlayıp gece yarılarına kadar 3 saat, 4 saat sürmeleri beni resmen hasta ediyor. Dünyanın hiç bir yerinde böyle bir rezillik yok. Dizi dediğin hikâyenin bir bölümü 45-50 dakika sürer, içinde de bir, hadi bilemedin iki kuşak reklâm yayınlanır ve bir saat tamamlandığında da o bölüm biter gider. Ben 42 yıllık hayatımda hep böyle gördüm, bu işin okulunda da böyle öğrendim. Dünyanın en uzun sinema filminden bile daha uzun süren dizi bölümleri yapılıyor bu ülkede. Hele, son yıllarda bir de “bölüm uzunluğunda özet” vermeler çıktı ki o tam bir komedi…
Burada iş yine gençlere düşüyor. Kötülüğü ve kalitesizliği beslemeyin, kötülüğü ve kalitesizliği desteklemeyin, kötülüğün ve yozluğun göz kara birer hayranı olmaktan vazgeçin.
Size yararı olmadığını hissettiğiniz, sizi sömürdüğünü fark ettiğiniz her şeyi elinizin tersiyle itmesini bilin. Bu alkol olabilir, sigara olabilir, Facebook ya da Twitter olabilir, kötü bir arkadaş olabilir, kötü bir televizyon programı olabilir… Özgür insanlarsınız, size lâyık olmayan her şeyi rahatlıkla reddetme hakkınız var. Hiç bir kalitesizliğin müptelası olmayın, böyle şeyleri izlemeyin, tüketmeyin, onlarla ilgilenmeyin. Siz böyle kararlı davrandığınız sürece, bu ülkenin halkına inatla sunulan birbirinden yozlaştırıcı televizyon ve sinema yapımları da gitgide azalacaktır. Çünkü alıcısı olmayan hiç bir mal uzun süre üretilmez. Bakacaklar, sizden onlara herhangi bir fayda yok, mecburen daha eli yüzü düzgün işler üretmeye başlayacaklar.
Koleji bitirirken üniversiteye girmek için dehşetli bir mücadele vereceksiniz. Sonra da üniversite yılları yoğun bir çalışmayla geçecek ve en sonunda diplomalarınızı alıp hayata doğru yelken açacaksınız.
Emin olun, hiç kimse sizi elinde altın bir tepside portakal suyuyla beklemiyor, hiç kimse “Ah ne güzel, medya sektörüne yeni bir arkadaş daha gelmiş” diyerek kapılarda karşılamayacak. Karanlık ve ürkütücü bir ormana dalıp, orada yıllarca ayakta kalma mücadelesi vereceksiniz. Başaramayanlar da hiç gözünün yaşına bakılmaksızın ânında sistemin dışına itilecekler.
O yüzden çok çalışın. Güzel Türkçe konuşun ve güzel Türkçe yazın, cahil-cühela Türkçesiyle yazıp çizmekten, internette o berbat kısaltmalarla yazışmaktan kendinizi bir an önce kurtarın.
Mesleğiniz üzerine çok kitap okuyun, eğitici-öğretici filmler izleyin. Mümkünse ikinci, hattâ üçüncü bir dil öğrenin. En azından, gazetecilik faaliyetlerinizi yürütebilecek kadar İngilizce, yanında da ikinci bir dili öğrenmek zorundasınız.
Bundan 5-6 yıl sonra, ya meslekte umut veren bir gazeteci-televizyoncu, ya da hiç bir şeyi başaramayıp evinde kös kös oturan bir işsiz olacaksınız. Her şey sizin iradenize ve çabanıza bağlı. Siz çok çalışırsanız Allah ödülünüzü mutlaka verir; fakat gençliğinizin en verimli yıllarını internette geyik yaparak, önemsiz yazı ve görüntüleri paylaşarak geçirirseniz, aynı Allah da sizden desteğini çekecektir.
Sözün özü, hayatınızın patronu sizsiniz.