TRT'nin ilk kuruluşundan 1990'ların ortalarına kadarki süreçte yapım ve yayınına öncülük ettiği, her biri anılara bir daha silinmemecesine kazınmış durumdaki onlarca eğitici-öğretici çocuk programıyla, bugün 40'lı yaşlarını sürmekte olan kuşağın “normal insanlar gibi” yetişmesinde çok önemli katkıları olmuş bir televizyon duayenidir Dr. Tekin Özertem... Biz de kendisini TRT'den emekli oluşundan yıllar sonra, halen danışmanlığını yürüttüğü Umut Sanat Ürünleri Filmcilik Şirketi'nde bulduk ve “Uykudan Önce”den “23 Nisan Uluslararası Çocuk Şenlikleri”ne kadar düzinelerce unutulmaz programın mimarı olan bu büyük ustaya, Türk televizyonculuğunda çocuk yayınlarının günümüzdeki görünümünü sorduk...
- Öncelikle, ülkemizdeki çocuk yayınlarını sorgulayan bu anlamlı söyleşi ve beni onurlandıran güzel sözleriniz için hem size, hem de gazetenize çok teşekkür ediyorum.
Ancak, sözlerimin en başında şunu önemle ifade etmek isterim ki, 1969 yılında göreve başladığım, 1977 yılından 1989 yılına kadar da yöneticiliğini üslendiğim Ankara Televizyonu Çocuk ve Gençlik Programları Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen -sizin anılarınızda da yer etmiş- bütün o programlarda, yalnızca benim değil, yıllarca birlikte çalıştığım özverili bir kadronun da yoğun emekleri vardır. Hiç bir mesai arkadaşımın o dönemdeki yapıcı katkılarını atlamak istemem.
1968 yılında TRT Ankara Televizyonu'nda başlayan çocuk ve gençlik programcılığı geleneği, 1980'li yıllardan itibaren İstanbul ve İzmir Televizyonları bünyesinde gerçekleştirilen programlarla daha da güçlendi; 1968 öncesinde -Ankara, İstanbul ve İzmir Radyoları'nın çocuk yayınları dışında- bu alanda hiç bir birikimi olmayan ülkemizde çok kısa zamanda önemli bir gelişim gösterdi.
Bu tarihî sürecin değeri ve önemi, uzun yıllar boyunca ülkemizi temsilen katıldığım “Avrupa Yayın Birliği (EBU) Çocuk ve Gençlik Programları Çalışma Grubu”nun toplantılarında yabancı televizyoncular tarafından da defalarca teslim edilmiştir.
Bugün geriye dönüp baktığımda, TRT ailesi olarak çocuk yayıncılığına gerçekten de çok güzel eserler armağan ettiğimizi görüyor ve yıllar yılı omuz omuza çalıştığım bütün o güzel insanlarla gurur duyuyorum.
Buna karşılık, 1990'ların başlarından itibaren ardarda kurulan özel televizyonların hiç bir zaman içtenlikli bir çocuk eğitimi politikaları olmadı. 1997 yılında bu konuda çok önemli bir adım atan ve çocuk programları yayıncılığını bünyesinde kurumsallaştırma yönünde ciddi bir yol katettikten sonra, 2007 yılında söz konusu projeden ansızın vazgeçen Kanal D de -ne yazık ki- buna dahil... Sanırım, onlar da stratejik bir alan olan çocuk ve gençlik yayıncılığını kısa vâdede kârlı bir yatırım olarak görmedikleri için bırakmış durumdalar. Ki aslında gelişmekte olan bir ülke için en kârlı yayıncılık yatırımıdır çocuk ve gençlik programcılığı…
Ülkemizdeki çocuk yayınlarını değerlendirmek ve eleştirmek, sektörel çevrelerde yanlış anlaşılabileceğim endişesiyle, bana pek de doğru gelmiyor aslında. Bu konuda yalnızca, meslektaşlarımın kendilerine sağlanan imkânlar ölçüsünde iyi niyetli ve gayretli bir biçimde çalıştıklarını söyleyebilirim. Sizin arzu ettiğiniz türden çok geniş çaplı bir değerlendirme ise ancak, 1979 yılında TRT'nin çocuk yayınlarıyla ilgili olarak yaptığımız “çalışma grubu toplantısı”na benzeyen bir buluşmayla yapılabilir. Söz konusu değerlendirmenin üzerinden neredeyse otuz yıl geçmiş durumda ki o dönemden bu döneme köprünün altından çok sular aktı. Bu kez Türkiye'de çocuklara yönelik olarak, özel sektöre ve kamu kuruluşlarına ait bütün televizyon programlarının bilimsel olarak irdeleneceği bir ya da üst üste bir kaç toplantı düzenlenmeli. Devlet, tarafları tez elden bir masanın çevresine toplamalı ve bu alandaki başıboşluğa mutlaka neşter vurmalıdır.
Böyle bir adım atılana kadar yalnızca şunu söylemekle yetinebilirim ki, özel televizyonların günümüzde çocuk yayıncılığı noktasında uzun vâdeli herhangi bir politikası ve vizyonu yok. Bu durum da bence ülkemizin geleceği adına tüyler ürpertici bir eğitim-öğretim zaafiyetinin habercisi…
Ülkemizdeki ulusal, bölgesel ve yerel televizyonlarda yılda yaklaşık 20 bin saat boyunca yabancı kaynaklı çizgi film yayınlanmasının, çocuklarımızın bütünüyle yabancı kültürlerin hegemonyasına terkedilmiş olmasının nedeni de işte bu boşvermişlik ve kısa vâdeli kazanç hırsıdır. Sorunun çözümü için yasal yaptırımlar elbette ki bir yöntem olabilir. Fakat, bence bundan daha zor ve doğru olanı başarmak; başta televizyon kuruluşlarının sahipleri, genel yayın yönetmenleri, yapımcıları, öğretmenler, annelere-babalar olmak üzere, ülkemiz kamuoyunun bütün unsurlarına televizyondaki çocuk yayınlarının bir ülkenin bugünü ve geleceği için ne kadar önemli olduğunu sabırla anlatmak zorundayız. Bindiğimiz dalı kesiyoruz, fakat ne kadar acıdır ki bundan hâlâ haberimiz yok.
- Bu soru ile bana bir anlamda, “Yumurta mı tavuktan çıktı, yoksa tavuk mu yumurtadan” diye sormuş oluyorsunuz aslında. Ben, bu gibi ürkütücü sorunların ülkemizdeki ekonomik, toplumsal eşitsizlik ve eğitimsizlikten kaynaklandığını düşünüyorum. Televizyon dizileri ile söz konusu sorunları pazarlayan programların üreticileri ise çıkış noktası olarak toplumun giderek yozlaşmasından ilham aldıklarını söylüyorlar. Ancak, buna bir de toplumsal yozlaşma örneklerini pek önemsemeyip sıradanlaştıran, onların karşısında etik önermeler getirmeyen bir yayıncılık anlayışı eklenince, iş bütünüyle çığırından çıkıyor. Televizyonlardaki bu tür içeriğe sahip programlar böylesi davranışların kanıksanıp, hayatın doğal bir parçası gibi algılanarak yaygınlaşmasında kuşkusuz çok önemli bir rol üstlenmekte…
Sanat, insanlığın başlangıcından bu yana insan hayatında ve toplumda “var olan” ile “var olması gereken”i sorgulamış; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin olanı ortaya koyarak insanın ve insanlığın gelişimine büyük katkı sağlamıştır.
Giderek unutulan bu gerçekleri yeniden hatırlamak, televizyon dizi ve programlarının içeriklerini bu anlayışla oluşturmak, gitgide olumsuz sinyaller vermeye başlayan bir toplumsal düzende bence hayatî bir önem taşıyor. Elbette, toplumda var olan her şey televizyon dizilerinde ve programlarında da yer almalıdır; ancak vurgulamaya çalıştığım ilkeler ışığında…
“Kötülüğü” kitlelere sergilemek, hem sanatta hem de yayıncılıkta “normal” ve daha da ötesi “gerekli” bir tutumdur. Fakat, “kötü”yü ballandıra ballandıra anlatarak değil, kendi doğasıyla birlikte, yani “kötü gibi” sergilemek kaydıyla…
Aynı şey “iyilik” ve “doğruluk” için de geçerli. İyiliği, doğruluğu ve dürüstlüğü “enayilik” olarak sergileyen bir yayıncılık yaklaşımına asla geçit verilmemelidir.
- TRT'nin televizyon yayınlarına başladığı yıllarda ülkemizde yerli dizi üretecek ciddi bir sektörel oluşum yoktu, o yüzden yayın saatlerini zenginleştirmek adına zorunlu olarak yabancı dizilere ağırlık verilmekteydi. “Aşk-ı Memnu”, TRT'nin bu ihtiyacı karşılamak üzere giriştiği çabaların ilk ürünüdür ve bir Türk roman klasiğinden uyarlamadır. O dönemdeki genel müdür, rahmetli İsmail Cem'in açtığı bu yolun önüne ne yazık ki zaman içinde bir çok engel konuldu ve Türk televizyonculuğu uzun yıllar boyunca yabancı dizilerin hâkimiyetine terk edildi. Fakat, sonunda toplumsal içgüdü tekrar galip geldi ve bizler de ağırlıklı olarak kendi dizilerimizi izleme imkânına kavuştuk.
Ben, her iki evresine de tanık olduğum bu sürecin daha ziyade olumlu yönlerini görmeyi tercih ediyorum. O yüzden, sizin deyiminizle “televizyonlardaki Türk dizileri furyasından” öyle çok da fazla şikayetçi değilim. Fakat, bu iyi niyetli bakış açım, ekrana yansıyan bütün dizilerin mükemmel olduğu ya da hepsini olumladığım anlamına da gelmiyor elbette...
Sanırım, bu konudaki sıkıntıların aşılamamış olması, sağlıklı bir eleştiri ortamının henüz oluşmamış olmasından kaynaklanıyor. Bir kaç televizyon eleştirmeninin dışında, hem dizilerin, hem de yayınların genel içeriğini gerçek anlamda önemseyip irdeleyen fazlaca medya mensubumuz yok. Aslında, ülkemizde son yıllarda bu gibi konularda ciddi eleştiri ve değerlendirmeler yapmak isteyen çok sayıda uzman kalem yetişti. Temel sorun ise bunların gözlemlerini çekincesizce dile getirecekleri gazete, dergi ya da programlar bulamamaları. Çünkü kartelleşmiş bir yapı içindeki bütün bu dergi, gazete ve televizyonlar, aynı yöne doğru ilerleyen bir geminin yolcuları gibi. Arşivlerde bulunan, sadece TRT yayınlarının olduğu günlere ait gazete ve dergilere şöyle yeniden dönüp bir bakacak olursanız, o günlerde yaptığımız yayın ve programların nasıl kıyasıya eleştirildiğini siz de görebilirsiniz. Programların ilan edilen saatten bir-iki dakika daha gecikmeli yayına girmesi bile ertesi gün büyük ulusal bir felakete dönüştürülürdü. Günümüzde ise önceden yayımlanacağı ilan edilen filmler hiç bir gerekçe gösterilmeden akıştan kaldırıldığı, programlar ilan edilen zamandan saatler sonra yayınlandığı hâlde, bazı kalem erbaplarından “tıs” çıkmıyor. Neden? Vaktiyle bizleri yerden yere vuran o kıdemli eleştirmenler neredeler?
Bu konu çok önemli olduğu için bir kaç şey daha söylemek istiyorum. Kendi diline ve kültürüne hızla yabancılaşan, başka dillere ve kültürlere hayranlık duyup onlara öykünen melez bir topluma dönüşmekteyiz. Kendi öz değerlerine bu denli yabancılaş(tırıl)mış bir toplumdan da öyle umut verici bir gelecek projeksiyonu çıkmaz. Daha anaokulundan başlayarak yabancı dilde eğitim yapılan, böylesi yüz kızartıcı bir müfredatın istisnasız her eğitim kurumunda özlenip yüceltildiği, ulusal eğitim seferberliği adına olmazsa olmaz bir kalite gösterisi olarak algılandığı, sömürge düzeninde yaşayan ülkelerin dışında başkaca bağımsız bir ülke var mıdır şu yaşadığımız dünyada?
Biz henüz “yabancı dil öğrenme” ile “yabancı dilde eğitim yapma”nın arasındaki farkı fark edememiş bir ülkeyiz. Eğitimin yalnızca “bilgilenmek” olmadığı gerçeğini kavrayamadık. Daha da ötesi, bir “ulus” olmanın temel kriterlerini bile lâyıkıyla algılayamadık. Çünkü bunları algılamamızı istemeyen iç ve dış güçler var. Bir ulusun genç bireyleri, emperyalizme yakalarını önce “dil”den kaptırırlar; sonra da zaten gerisi çorap söküğü gibi gelir.
Bu gibi sorunların farkına varıp onları tek tek çözmeye başladığımızda, inanıyorum ki televizyon yayınlarımız da televizyon dizilerimiz de toplumsal düzeyimiz de çok farklı bir noktada olacak. Böyle bir “uyandırma” evresinde de ülkemizdeki televizyon yayınlarının yürütücülerine, ekrana çıkan her türlü dizi ve programın yapımcılarına stratejik görevler düşüyor.
- Eğer RTÜK ilgili alanda herhangi bir yaptırım uygulayamıyorsa, o zaman bu işte bir yanlışlık var demektir. RTÜK'ün görevi, ülkemizdeki radyo ve televizyon yayınlarının düzenlenmesini, yasalar ve yönetmeliklere uygun olarak yapılmasını sağlamak… Bildiğiniz gibi, geçtiğimiz ay, Kültür ve Turizm Bakanlığı da sinema filmlerinin işaretlenmesi ile ilgili yeni bir düzenleme yaptı. Daha önceki dar kapsamlı işaretleme sistemi yeniden düzenlenip daha da geliştirildi. Sinemalar bu işaretlerle belirlenmiş olan yaş gruplarının altındaki izleyicileri salonlarına alırlarsa cezai işleme tâbi tutuluyor, ağır para cezaları ödüyorlar.
Pekiyi, sinema salonları “özel sektör” değil midir? Salon işletmecilerine bu konuda yasal bir yaptırım uygulanabiliyor ve ceza kesilebiliyorsa, o hâlde neden milyonlarca izleyiciye ulaşan özel televizyonlara böyle bir yaptırım uygulanamasın ki?
Bence burada devleti ilgilendiren yaman bir çelişki var. Sinema işletmecilerini kolay lokma olarak görüyor, fakat televizyon yayıncılarına dokunmaya korkuyorlar. Sorunun çözümünde yasal düzenleme ve yaptırımlar kadar, özel televizyon sahiplerinin, genel yayın yönetmenlerinin, yayın sorumlularının ve kamuoyunun bu konuda bilinçlendirilmesi de çok önemli. Daha önce de vurguladığım gibi, uygulanması en zor, fakat en doğru çözüm yolu bu. Toplumun geleceğini günübirlik çıkarlarımıza fedâ etmemeyi hep birlikte öğrenmek zorundayız.
- Rating ölçümleri, bir çok ülkede bizde uygulanan teknik yöntemlerle yapılıyor. Kent ve denek sayısının artırılması, tartışmaları belki bir parça daha azaltabilir. Fakat, bu ölçümlerin RTÜK ya da devlet tarafından bugünkü yapı ve anlayış içinde yürütülmesinin, ülkemiz yararına çok da farklı bir sonuç doğurmayacağına inanıyorum. Eğer iddia edildiği gibi mevcut uygulamada bir yanlışlık ya da kayırma varsa, bu durum yeni yapılanmada da aynen devam edecek, sadece “kayıranlar” ve “kayırılanlar” değişmiş olacaktır.
Mevcut kuşkular, söz konusu görev ancak gerçek anlamda özerk bir kuruluş tarafından yerine getirilirse ortadan kalkabilir. Buna karşılık, ülkemizin özerklik karnesi hiç de iyi değil. Yürürlükteki Anayasa'ya göre özerk çalışması gereken bir kurum olan TRT bile gerekli yasal düzenlemeler yıllardır yapılmadığı için hâlâ tam anlamıyla bağımsız bir yapıya kavuşamadı. Aynı şekilde, siyasî partilerin atadığı temsilciler tarafından yönetilen RTÜK'ün özerkliğinden de söz etmek mümkün değil.
Sonuç olarak, rating ölçümü işine, hiç kimsenin siyasî, idarî ya da ekonomik baskısından korkmadan yalnızca işini yapacak olan bambaşka bir üst otorite gerekli…
- Ben, emekli olduktan sonra bile TRT'yi hiç bir zaman “eski kurumum” olarak görmedim. Daha TRT kurulmamışken, 1957 yılında İzmir Radyosu Çocuk Saati'nde başlayan bir serüvendir benimkisi. Bugün TRT ile aramda aktif bir meslekî ilişki kalmamış olması, bu kuruma yönelik gönül bağımı asla zayıflatmaz. Benim gibi TRT'ye yıllarını verip büyük bir coşku ile bağlanmış bir çok arkadaşım da benzer duygular içindedir.
Ancak, doğrusunu söylemek gerekirse, ne ülkemizde, ne de diğer ülkelerde tematik çocuk kanallarının genç kuşaklar için uzun vâdede somut bir yararı olacağına inanmıyorum. Hele hele, bizim gibi televizyon izleme bilincinin yerleşmediği bir ülkede çocuklara yapılacak en büyük kötülük, onları ekran karşısına saatlerce bağlamaktır. Program içeriklerinin düzeyli ve yararlı olması da bu kanaatimi değiştiremez. Çünkü, çocukların günlük hayat içinde televizyon izlemek dışında yapmaları gereken daha bir çok işleri var. Oyun oynamak, okumak, ders çalışmak, yemek yemek, uyumak, kardeşleriyle, arkadaşlarıyla ve anne-babalarıyla sohbet etmek gibi. Oysa böyle kanallar, biri bitip ânında bir diğeri başlayan iştah açıcı programlarıyla çocuğa ekran başından kalkma fırsatı tanımıyorlar.
TRT yetkililerinin yeni çocuk kanalını yayına başlatırken bana danışıp danışmadıkları sorunuza gelince… Hayır, böyle bir danışma, istişare ya da başvuru olmadı.
- Günümüzde hiç kimsenin bu düşüncelerimle beni bir özel televizyonun yöneticisi olarak istihdam edeceğini sanmıyorum, fakat yine de söyleyeyim: Günde ortalama iki saat ve o da gün batımından önce…
- Bence bu uygulama tamamen arz ve talep ile ilgili… Eğer gerçekten izleyeni varsa, elbette kesintisiz yayıncılık da yapılabilir. Fakat, bu saatlerdeki yayınların ülkemizde -gece bekçileri dışında- ciddi bir izleyici potansiyeli olduğunu düşünmüyorum doğrusu…
Bence 24 saat yayın yapmanın ülkemiz açısından en büyük sakıncası, önemli konu ve sorunların tartışıldığı programların çok geç saatlere sarkmasına meydan vermesidir. Bu da ertesi gün işbaşı yapacak olan kalabalık bir işçi ve memur kesiminin o yayınların cazibesine kapılıp sabaha karşı yatmasına, böylelikle ülkemiz genelindeki iş gücünün olumsuz etkilenmesine yol açıyor. Dünyada belli bir saatte yayın açan, mâkûl bir saatte de yayınını sonlandıran çok sayıda televizyon kanalı var. Bunlar yalnızca cuma ve cumartesi geceleri yayınlarını daha geç saatlere uzatırlar.
Aslında, bu önemli konuya, Türkiye'de televizyon izleme kültürünün ne denli olgunlaştığı noktasından bakılmalı. Ülkemizde kişi başına günlük televizyon izleme oranlarını incelediğimizde durumun vahametini daha net görebiliriz. Bu konuda dünya rekortmeni ülkelerden biriyiz biz. Televizyon karşısında hipnotize olan insanlarımız giderek derin bir iletişimsizliğe doğru sürükleniyor ve bu durum da özellikle çekirdek ailelerde büyük sorunlara yol açıyor. Gerek yayıncılıkla ilgili kurallar koyan devlet otoriteleri, gerekse kamu yayıncısı ya da özel kanalların yöneticileri ülkemizde sağlıklı bir televizyon izleme kültürü oluşması için samimiyetle çalışmak zorundalar…
Ben TRT'de çocuk programları hazırlarken, yapımcılığını üstlendiğim eğitici-öğretici programları izleyen kendi çocuklarıma bile, aradan en fazla bir-bir buçuk saat geçtikten sonra, “Haydi bakalım, kalkın artık” derdim, “Gidin oynayın, aranızda sohbet edin, ders çalışın ya da sokağa çıkın. Fakat, daha fazla televizyon izlemeyin!”
Şimdi ise zamane annelerinin canına minnet böyle bir manzara. Çocukları ekran başından bütün gün hiç kalkmasalar, yine de razı durumda pek çoğu. Yeter ki rahatları bozulmasın!
- En fazla bir saat… Peşpeşe en yararlı programlar yayınlanıyor olsa bile bir saat…
Bunu basit bir örnekle açıklamaya çalışayım. Süt, çocuklar için çok yararlı bir besindir. Ama bir çocuğa her gün bir bardak değil de beş bardak süt içirmek ona kesinlikle zarar verir. Yarar ve zarar, bir besinin değeri kadar, o besinin kararında tüketilmesiyle de ilgili bir durumdur. Televizyon programları da aynen böyle ve bana göre bu kural aslında yetişkinler için de geçerli…
Bu sorunuzdan güç alarak, ben de anne ve babalara aynı konuda son bir uyarıda bulunmak istiyorum. Lütfen çocuklarınızın televizyonda ne izlediğini dikkatle denetleyin. Onları ekran karşısında savunmasız bırakmayın. Erken yatmalarını sağlayarak, yaşlarına ve algılarına uygun olmayan programlar izlemelerini engelleyin. Gerekiyorsa çocuklarınızın yarınları için siz de özveride bulunup, televizyonlarınızı erken kapatın.
Tekin Özertem, 1 Temmuz 1947'de İzmir'de doğdu.
1965-1969 yılları arasında Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro Kürsüsü Klasik Diller ve Edebiyat bölümünde “psikoloji” yüksek öğrenimi gördü.
1970 yılından itibaren aynı fakültede “çocuk tiyatrosu” üzerine doktora eğitimine başladı ve 1976 yılında da bu alanda “doktor” unvanını kazandı.
Çalışma hayatına ise henüz 10 yaşındayken, İzmir Radyosu Çocuk Kulübü'nde oyuncu olarak atıldı. 1960'dan itibaren hem radyoda, hem de İzmir Devlet Tiyatrosu'nun “çocuk oyunları” bölümünde görev yapmaya başladı; 1964'de bütünüyle İDT'ye transfer oldu.
1969 yılında, o sıralarda yeni kurulan TRT'ye memur olarak girdi ve 9 yıl süreyle bu kurumun Çocuk ve Gençlik Programları Müdürlüğü'nde yapımcılık, yönetmenlik, sunuculuk, program-senaryo yazarlığı gibi görevler yürüttü.
Sonraki yıllarda “ABC Müzikli Alfabe” adıyla derleyeceği özgün çocuk şarkıları koleksiyonuna ilişkin ilk güfte ve beste çalışmalarını, 1972-73 yılında “Bizim Sokak” programında sanatçı Doğan Canku ile birlikte gerçekleştirdi. Bir çok programda Canku ve grubu Modern Folk Üçlüsü ile birlikte çalıştı.
1975 yılında, TRT yetkililerine, Türk televizyonculuk tarihinin ilk drama dizisi olan “Aşk-ı Memnu”nun (Yasak Aşk) yapım projesini teklif etti. Projenin yetkililerce kabul görmesi üzerine, Halit Ziya Uşaklıgil'in ilk kez 1898 yılında yayımlanan bu ünlü romanını, o dönemin en popüler yönetmenlerinden Halit Refiğ'in yorumuyla 4 bölüm olarak beyazcama uyarladı. 35 mm ve siyah-beyaz olarak çekilen dizi izleyiciden olağanüstü bir ilgi gördü ve sonraki yıllarda adı Türk televizyonculuğunun ölümsüz klasikleri arasında anılmaya başlandı.
1978'de Çocuk ve Gençlik Programları Bölümü müdürlüğüne atanan Özertem, 1989 yılına kadar bu görevi büyük bir başarıyla yürüterek ulusal televizyonculuk tarihimizin en popüler, aynı zamanda da pedagojik açıdan en özenli biçimde hazırlanmış çocuk ve gençlik programlarına imza attı. Bu yıllarda senarist, yapımcı, yönetmen ya da sunucu olarak yapımında görev aldığı, her biri o dönemin çocuk izleyicilerinin belleğinde unutulmaz izler bırakan programlardan bazıları şöyledir:
“Çocukların Televizyonu”, “Zaman Zaman İçinde”, “Elif'in Düşleri”, “İncik İle Boncuk”, “Bizim Sokak”, “Küçük Ülkü ve Devrimler”, “Çocuklarla Baş Başa”, “Aliş İle Zeynep”, “Uykudan Önce”, “Karagöz'ün Maceraları”, “Karagöz”, “Boğaç Han”, “Deli Dumrul”.
1978-1989 yılları arasında Avrupa Yayın Birliği (EBU) Çocuk ve Gençlik Programları Çalışma Grubu'nda TRT temsilcisi olarak görev yapan ünlü televizyoncu, aynı dönemde TRT Çocuk Korosu ve Çocuk Halk Dansları Topluluğu'nun kurulmasında da öncülük etti.
1970 ve 80'lerde, çocuk programcılığına yönelik çalışmalarının yanısıra, “Anadolu Türk Halk Resim Sanatı” (Yapımcı-Yönetmen), “Boğaz İçinde Zaman” (Yönetmen), “Kısmet” (Yönetmen) ve “Gençlik Forum” (Program Koordinatörü-Sunucu) gibi yapımlarda da çeşitli görevler üstlendi.
Özertem, 1980'lerde meslek hayatının en anlamlı projelerinden birini hayata geçirerek, “TRT 23 Nisan Uluslararası Çocuk Şenliği”ni tasarlayıp gerçekleştirdi ve dünyanın dört bir köşesinden çocukların katıldığı bu muhteşem gösteride 12 yıl boyunca “Organizasyon Komitesi Başkanı” olarak çalıştı.
1989-1991 yılları arasında TRT Ankara Televizyonu Müdürlüğü yaptı. Aynı zaman diliminde, (1990-1994) TRT Televizyon Daire Başkan Yardımcılığı görevinde de bulundu.
1994-1997 yılları arasında, TRT yapımlarını izleyerek içlerinde yer alabilecek zararlı unsurları belirleyen ve bu yapımları ilgili birimlere yeniden düzenleten Yayın Denetleme Kurulu'nda üye olarak yer aldı.
1997 yılında, TRT'den emekli olmasını takiben, Kanal D'de çocuk programları danışmanlığı ve program yazarlığı yapmaya başladı. Aynı yıl, Genel Müdür Faruk Bayhan'ın isteği üzerine “Kanal D Çocuk Kulübü”nü kurdu ve danışmanlığını üstlendi. Bu kanalda yayımlanan “Çocuk Kulübü” ve “Kurabiye” adlı programların da senaryo yazarlığını gerçekleştirdi.
Yine aynı süreçte, ülkemizde seçkin yerli ve yabancı filmlerin dağıtımını üslenen Umut Sanat Ürünleri Filmcilik Şirketi'nde de genel koordinatörlük görevini yürütmeye başladı. 2000 yılında, bu şirketin yapımcılığını gerçekleştirdiği ikinci uzun metrajlı sinema filmi olan “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”da (Yönetmen: Serdar Akar) dramaturg olarak çalıştı.
Kanal D'nin çocuklara yönelik özel programcılık bölümünü 2007 yılında lağvetmesinin ardından, kuruluşuna öncülük ettiği bu oluşumdan ayrıldı.
Halen Umut Sanat'taki koordinatörlük görevini sürdürmekte ve çocuk yayıncılığına ilişkin nitelikli çalışmalar yürüten kişi, kurum ve kuruluşlara danışmanlık hizmeti vermektedir.
Kendisinin, bunların yanı sıra, “Karagözüm İki Gözüm” ve “Oyun İçinde Oyun” adlı çocuk oyunları, “Memduh Mutlu'nun Mutsuz Sonu” adlı bir oyunu, “Çocuk Tiyatrosu” ve “Türkiye'de Çocuk Tiyatrosu” adlı iki araştırma eseri, “Hep Tellere Takıldı Uçurtmalarım” adlı bir şiir kitabı, yanı sıra da halen yayın hazırlıkları süren “Sen de Boya Dünyayı” adlı bir çocuk şiirleri kitabı bulunmaktadır.
Özertem, çocuklar için televizyon ve çocuk tiyatrosu alanında gerçekleştirdiği çalışmalar nedeniyle UNICEF Türkiye Millî Komitesi tarafından iki kez ödüle lâyık görülmüştür.
Dr. Tekin Özertem'in elektronik posta adresi: