Avrupa Birliği'ne üye olan hiçbir ülke bölünme eşiğine gitmemiştir. AB üyeliği için mücadele edenler de, en az TSK'nın hassasiyetleri kadar Türkiye'nin üniter yapısı konusunda titizdirler. Üniter yapımızı korumak ve çağdaş demokrasi standartlarına ulaşmamız ise bu tür korkular üzerinden içe kapanmakla değil, dünyadaki değişime açık olmakla mümkün
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un koordinasyon toplantısında yaptığı açıklamaları geçtiğimiz hafta hep beraber izledik. Toplantıya katılan gazeteci arkadaşlarımızın aktardıklarından mealen anladıklarımız:
Öncelikle belirtelim, Sayın Başbuğ'un bu üç temel parametresi ile de söylem olarak paralel doğrultudaki görüşlerin sahibiyim. Ancak her üçünün de yeniden yorumlanması, eski temel varsayım hatalarına düşülmemesi ve bu temel varsayımlardaki hatalardan ötürü yaşanan kafa karışıklıklarının aşılması için önem arz etmektedir.
Evet, bu söylemi çok duyduk ve her seferinde alkışladık. Ancak TSK içinden ya da TSK ile ilişkili olduğu ima edilen öylesine değerlendirmeler ile karşı karşıya geldik ki; karşı çıkmamak buysa, karşı çıkmanın ne olabileceğini hayal bile edemez durumlara düştüğümüz çok oldu. Özellikle askeri kanadın imzasını taşıyan ya da askeri kanada atfedilen bazı raporlar ve açıklamalar, ne yazık ki klasik uluslararası ilişkiler ile, AB'nin kendine özgü (sui generis) yapısını farklılaştırmadığı oranda, hem ifade sahiplerini, hem de onlara referans yapanları bir tür gereksiz sağırlar diyaloguna sürükledi. Bu noktada Sayın Başbuğ'dan ricamız, hiç kuşkusuz kendilerinin de belirttiği ya da daha doğru ifadesi ile ima ettiği gibi, "bugün gelinen durumdan TSK sorumlu tutulamaz..." ibaresini doğrulayacak şekilde ya sessiz kalmayı ya da illa ki bir açıklama ortaya konacak ise hazırlanacak raporların teknik kalitesinde çok titiz davranmayı hedeflemeleridir. Aksi takdirde TSK hiç hak etmediğine kişisel olarak inandığım yapıcı olmayan eleştirilerin muhatabı olmaya devam edecektir.
Hiç kuşkusuz, AB'nin kendisi de bugün gelinen noktada bir ideal son nokta değildir ve yine hiç kuşkusuz insanlık tarihinin evrensel barış ve refah arayışında önemli, ancak yetersiz bir ara kesit olarak değerlendirilebilir. Büyük olasılıkla 21. yüzyıl bu projenin ideal hedeflerine ulaşmasına tanıklık edilecek bir yüzyıl da olmayacaktır.
Ulu önder Atatürk'ün önümüze koyduğu çağdaş medeniyetlerle buluşma hedefi de yine hiç kuşkusuz kendi soyut anlatımı içinde, ulu önderin yaşadığı dönemin algılaması ile sınırlı değildir. Aksi bir yorum, tahmin ederim ki Atatürk'ü anlamamak ve Atatürk'ün idealizmi ile ters düşmek sonucunu doğurur.
1920'li yıllar için yurdun dört bir yanını demiryolları ile kaplamak çağdaşlaşmanın somut bir aracı olarak ifade edilebilirdi. Ya da 15 milyon Türk'ün doğması, nüfus planlaması yerine doğurganlığın desteklenmesi çağdaşlaşma hedeflerine ulaşmak için beşeri kaynağın geliştirilmesi çerçevesinde telakki edilebilirdi. Ama herhalde bugün sadece demir yolları projesi ya da nüfus artış hızını destekleme projesi ile Atatürk'ü özdeşleştirme olanağımız kalmamıştır. Ben kendi adıma en büyük Türk milliyetçiliğinin, en az sınırda nöbet tutan Mehmetçik kadar, Dünya teknoloji kültürüne katkıda bulunan, patent sahibi Mehmetleri yaratmaktan geçtiğine inanıyorum. Bu durumda çağdaşlaşma herkesin kendi dünya görüşü içinde farklı ifadelere bürünebilir olmakla birlikte, hedef konusunda asgari bir müşterekte buluşulması gerekir. Ne yazık ki Türkiye dönem dönem yakalar gibi olsa bile, bu asgari müştereki sürekli olarak ıskalamaktadır.
Bugün AB projesi, Türkiye açısından bu asgari müşterek olarak algılanabilir. Ama anlaşılmasına imkan olmayan şey, 50 yıllık bir devlet politikası olmasına rağmen, hala AB'nin ve bu hedefin ne olduğunun tam olarak algılanamamasıdır.
Hiç kuşkusuz, bugün kime sorsanız "TSK Türkiye'nin en gelişmiş kurumudur" yanıtını alırsınız. Bu yanıtın temelinde de TSK'nın kurumsal kimliği yer almaktadır. Peki, TSK bu kurumsallaşmayı nasıl sağlamıştır? Neden sivil hayatta bir türlü organize olamayan, bir arada hareket edebilme yeteneğini yitirerek birbirine düşen yurdum insanı TSK çatısı altında bir mucizeyi gerçekleştirebilmektedir?
Acaba bu sihirli formülün altında 1950'li yılların başında gerçekleşen NATO maceramızın hiç mi etkisi yoktur? Bazı temel prosedürlere ve standartlara tavizsiz sahip çıkmaya ve uygulamaya mucize adı verilebilir mi?
En azından benim için AB, bir yönüyle, aynen TSK'nın yaşadığı bu kurumsallaşmanın sivil hayata intibak ettirilmesi projesidir. Zira düzensizliğe karşı yaşanan askeri müdahaleler, ne yazık ki Türkiye'yi düzene sokamamış, aksine yeni düzensizliklerin gerekçesini oluşturmuştur. Dolayısı ile AB'nin bir amaç değil, bir araç olduğunu ifade ederken, neyin aracı olduğunu iyi anlamak ve ifade etmek gerekir.
Türkiye'de yapılan bazı AB yorumlarından yola çıkıldığında, AB'nin aslında "Türkiye'yi bölmek için kurulmuş bir yeraltı örgütü olduğu" gibi anlamsız bir sonuca varmaktayız. Bu arada özellikle internet sayfalarında servise sunulan ve resmi çeviri adı altında dolaştırılan sözde AB belgelerini okuyunca her Türk vatandaşı gibi, benim de tüylerim diken diken olmaktadır.
Bunlardan, (eminim sizlerin de "mail" kutularınıza yılda en az dört kez düşmektedir) "...Türkiye ile müzakereler devam ederken, eğer Türkiye bölünürse, AB kurulacak Kürt devleti ile müzakereleri yapmak için Türkiye'den izin almak zorunda değildir..." mealinde bir resmi çeviri(!) en etkili olanıdır. Referans olarak da, Türkiye ile müzakerelere başlanması için siyasi onayın çıktığı 2004 Aralık AB Başkanlık Zirvesi'nin yanlış hatırlamıyorsam, 18 ila 24. paragrafları arasındaki ibarelere referans yapılmaktadır.
Herhalde bu tür bir metni kabul edecek Dışişleri Bakanı'nı, en hafif fiili ile ipte sallandırır, cenazesini mezara bile koymazdık. Ama her türlü insaf ölçülerini aşan bu bilgi kirliliğini yayan kişi ya da kişilere karşı tepkisiz kaldığımız zaman, biz toplumumuzu gerçeklerin ışığında bir demokratik tercihe değil, hurafelere dayalı demokrasi dışı beklentilere yöneltmiş oluruz.
Üniter yapımızla oynayabilecek en son merci, bana kalırsa AB'dir. Zira AB'nin ne olduğu konusunda, bugün AB'nin de bir fikri bulunmamaktadır. AB federal mi, yoksa konfederal midir? AB kendi bünyesinde bulunan hangi ülkeyi bölmüştür? AB'ye giren hangi ülke zayıflamış ve bölünme eşiğine doğru gitmiştir? (Hoş Belçika diyebilirsiniz ama, herhalde Belçika'nın Wallon, Flaman tartışması ile bizim durumumuzu özdeşleştirmek pek mümkün olmasa gerek.)
İnanınız ki, Türkiye'nin AB'ye katılması için mücadele edenler, en az TSK'nın hassasiyetleri kadar Türkiye'nin üniter yapısı konusunda titizdirler.
Ama şunu da eklemeden geçme şansı bulunmamaktadır. Türkiye'nin çağdaş bir demokrasi standardına ulaşması için, sadece iç sınırlarla yeterli bir mantıkta değil, dünyadaki değişime paralel bir bakış açısı ile yeni bir tartışmaya da gereksinim duyduğu açıktır. Özellikle ortaya çıkan küreselleşme paradigması sonucunda, dünyadaki sorunların giderek küreselleştiği ve dolayısı ile Türkiye'nin korkarak değil, cesaretle küresel sorunların çözüm paydaşı rolünü benimsediği ve anlatabildiği oranda özlenen ülke haline dönüşeceği de açıktır. Türkiye üniter yapısını ancak korkularından arınarak ve kendi iç sorunlarının üzerine cesaretle giderek koruyabilir. İşte o zaman Atatürk'ün çizdiği, dünya ile bütünleşen, yurtta ve dünyada barış hedefinin gözeticisi çağdaş ülke sıfatına haiz olabilir. İdealizme giden yollarda sürekli realizmin ördüğü engebeleri asla göz ardı etmemek çağımızın bir zaruretidir.