Hukuk skandalları manzumesi
Bu iddianame, hukuken sağlam dayanağı olmayan, çoğu din ve vicdan hürriyeti ve ifade hürriyeti kapsamında değerlendirilen ifadelere dayanan, şiddeti içeren ifade ve eylemlere dayanmayan bir iddianamedir
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın AK Parti hakkında açmış olduğu kapatma davasında, istinad edilen deliller ve gerekçelendirme boyutu yanında, anayasal olarak çok ciddi esaslı hatalar bulunmakta olduğu için, bunların bütününü “hukuki skandallar” olarak niteliyorum. Bu hukuki hataları şu şekilde sıralamamız mümkündür:
İddianameye dayanak alınan ve kapatma davasını haklılaştırma gerekçesi olarak ileri sürülen davranışların bir çoğu, “gerek genel ifade hürriyeti, gerekse din ve vicdan hürriyeti özelinde ifade hürriyeti” kapsamında yer alabilecek ifadelerdir. Burada yapılan en vahim hata, kanuni olarak suç teşkil etmeyen, haklarında hiçbir şekilde hukuki işlem ya da cezai takibat yapılmayan davranış ya da sözlerin, laikliğin ihlali olarak değerlendirilmesidir. Burada, Anayasa'nın 24. maddesi kapsamında teminat altına alınan din ve vicdan hürriyetinin ifade boyutuyla kullanılması, tek başına laikliğin ihlali kapsamına dâhil edilmektedir. Şayet, din ve vicdan hürriyetinin ifade edilmesi, daha başka suç teşkil edici unsurlar bulunmadığı halde, laikliğin ihlali kapsamında değerlendirilebiliyorsa, bunun anlamı: laiklik=din ve vicdan hürriyetinin sadece vicdanlara özgülenmesi; özellikle de siyasiler özelinde ya da onlarla ima yoluyla da olsa ilişkilendirilebilen harice yansıyan her türlü ifadesinin laikliğe aykırı kabul edilmesi demektir. Bu, din ve vicdan hürriyetinin ifade boyutunun, laikliğin karşıt kavram haline getirilmesidir. Bunun, ne “en geniş ifade hürriyetinin siyasiler için ve onlara karşı söz konusu olduğunu” vurgulayan AİHM içtihatları, ne de Anayasa'da öngörülen demokratik, laik hukuk devleti ilkesi, ne de Anayasa'nın 24. maddesi ile bağdaşırlığı bulunmaktadır. Bu anlayışla laiklik otoriter/baskıcı bir anayasal ideoloji haline dönüştürülmüş olmaktadır. Oysa Anayasa'nın öngördüğü laiklik bu değildir; o, her bir hak ve hürriyet gibi, din ve vicdan hürriyetini de, ifade boyutuyla bir bütünlük içinde teminat altına almayı öngörmektedir.
DANIŞTAY DAVASI DA İDDİANAMEDE
Hukukun en temel ilkelerinden birisi de “kişisel sorumluluk”tur. Bu, “kişilerin ya da grupların, sadece kendi fiilinden sorumlu olması” anlamına gelmektedir. Başkasının fiilinden sorumluluk, hem Anayasa'nın (38/7) görmezden gelinmesi, hem de “hukuk devleti”nin inkârı demektir. Bu iddianamede, Ergenekon diye anılan kanun dışı bir suç örgütü ile bağlantısı tespit edilen bir şahıs (Alparslan Arslan), sırf kullandığı ifadelerden dolayı “köktendinci” kabul edilmekte, daha sonra bu şahıs, Başbakan ve milletvekillerinin beyanlarının ertesinde bir gazetede Danıştay kararını veren daire üyelerinin resimlerinin yayınlanmasından kısa bir süre sonra, 17.05.2006 günü Danıştay 2. Dairesi'ne silahlı saldırıda bulunmakta, daha sonra da ilgili şahsın burada kullandığı ifadelerden hareketle, AK Parti hakkında sorumluluk ortaya çıkarılmaktadır. Burada 4 tane davranış söz konusudur. (1) Başbakan ve milletvekillerinin eleştirel ifadeleri, (2) Danıştay kararını veren daire üyelerinin resimlerinin yayınlanması, (3) Danıştay'a yönelik silahlı saldırı, (4) Alparslan Aslan ile diğer sanık Osman Yıldırım'ın köktendinci söylemleridir. Şimdi burada, AK Parti ile hiçbir şekilde alakası olmayan, onların tasvibini almayan bir kişinin gerçekleştirdiği fiilden AK Parti'yi sorumlu tutmak, bir kişi ya da partinin, bir başkasının fiilinden sorumlu tutulması demektir.
YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın kanuni değişiklik yapılmadan üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına ilişkin genelgesi karşısında, MEB Hüseyin Çelik'in “Ben YÖK Başkanı'nın söylediklerinin suç teşkil ettiğini düşünmüyorum. Soruşturmaya izin vermeyeceğim” diye basına açıklamada bulunmasının AK Parti hakkında kapatma davasına dayanak teşkil etmesi de büyük bir skandaldır. O zaman, gerek eski YÖK başkanı, gerekse diğer sicil amirleri, onlarca rektör ya da yüzlerce diğer kişiler hakkında “suç duyurusunda bulunulduğu”, haklarında çok ciddi deliller ileri sürüldüğü halde, hiç birisi hakkında işlem yapılmamasına bir şey demeyip, burada AK Parti'nin sorumluluğuna gitmek, çok ciddi bir çelişki arz etmektedir. Bu, “bazı davranışları birileri yaparsa suç, başka birileri yaparsa suç değildir” şeklindeki hukuk mantığını ortadan kaldıran bir durumdur. Diğer yandan burada Sayın Bakan'ın yaptığı bir idari tasarruftur. Daha başkaları bu yetkiyi kullanıp kullanmamada ne kadar inisiyatif sahibi ise, Sayın Çelik'in de bu yönde bir inisiyatifi vardır. Bu inisiyatifin kullanılmasından dolayı bir siyasi partinin sorumluluğuna gidilmesi, “kanunun öngörmediği bir sebepten dolayı bir partiyi sorumlu tutmak” anlamına gelecektir.
Diğer bir açık hata, bazı kişilerin sözlerinden hareketle, bir partinin suçlanmasıdır. Danıştay saldırısı sanıklarından Alparslan Arslan ile Osman Yıldırım'ın duruşma esnasında sarf ettiği sözlerin, AK Parti hakkında delil olarak kabul edilmesi, siyasi parti hürriyetinin “çok ince pamuk ipliğine bağlı” hale getirilmesi anlamına gelmektedir. Bu durumda, her bir parti hakkında benzer söylemler söylenebilir. Hatta bunlar ilgili parti içine girerek de söylenebilir. Bu durumda, hiçbir araştırma yapmaksızın, partinin o türden beyanları kabul edip etmediğine bakılmaksızın, partilerin sorumluluğuna gitmek, siyasi parti hürriyetinin diken üstüne oturtulması anlamına gelecektir. Bu tutum, “siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsuru” olmasını öngören anayasal hüküm (md. 68/2) yerine, “siyasi parti hürriyetinin demokratik siyasi hayat için çok kolay vazgeçilebilir bir değer(sizlik) olarak kabul edilmesi” anlamına gelir. Bu ise çoğulcu demokrasinin inkârı demektir.
TBMM eski Başkanı Bülent Arınç'ın 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a ithafen, onun gibi “sivil, dindar ve demokrat bir cumhurbaşkanı” seçeceklerini ifade ederek, cumhurbaşkanın seçilme nitelikleri arasına Anayasa'da sayılmayan dindar niteliğini eklemesi de laikliğe aykırı kabul edilmektedir. Demokratik siyasi rejimlerde, kişilerce Başbakan'ın, Cumhurbaşkanı'nın belli niteliklere sahip olması istenebilir, birisi Cumhurbaşkanı'nın seküler düşüncelere sahip olmasını, bir diğeri başka düşünce ya da inanç değerlere sahip olmasını isteyebilir, demokrasilerde bu çok tabiidir. Tabii olmayan, suç teşkil eden bir şeyin istenmesidir. Oysa, Anayasa'nın 24. maddesinde din ve vicdan hürriyeti bir anayasal hak ve hürriyettir. Anayasa'nın teminat altına aldığı bu hak ve hürriyetin icabını yerine getiren birisinin Cumhurbaşkanı olmasını AK Parti için sorumluluk unsuru kabul etmenin, bu hakkı kullananlardan dindar olarak nitelenenlerin (kaldı ki pozitif hukukumuzda dindarlığın yasak olduğuna dair hiçbir hukuki kayıt bulunmamaktadır) Cumhurbaşkanı olamayacağını, hatta olmasının istenemeyeceğini ileri sürmenin, Anayasa hukuku ve insan hakları açısından izahı yoktur. Bu, “yargısal yolla suç ihdas edilmesi” anlamına gelmektedir.
Sayın Başbakan'ın AİHM'nin Leyla Şahin davasında türbana ilişkin verilen kararı eleştirirken “mahkemenin karar vermeden önce konuyu din ulemasına sorması, görüş alması gerektiği”ni beyan eden sözlerinin kapatmaya delil niteliği bulunmamaktadır. Çünkü “başörtüsünün dini bir vecibe olup olmadığı konusunda” yeterli kişiler elbette ki din bilginleridir. Bu konuda bilirkişi olarak onlara değil de kimlere başvurulacaktır? Nitekim 1980 yılında MEB, ilgili Devlet Bakanlığı vasıtasıyla Din İşleri Yüksek Kurulu'ndan görüş istemiş, bu kurum da görüşünü beyan etmiş, AYM de, 1989 yılında verdiği başörtüsü kararında bu görüşe yollama yaparak kararında faydalanmıştır. Şimdi 1980 yönetimi ve AYM yapınca hukuka uygun, AK Parti Genel Başkanı bunun yapılması gerektiğini söyleyince suç teşkil etmektedir. Bu da çok esaslı bir çelişki teşkil etmektedir. Kaldı ki laik bir devlette, bir mahkemenin, bir davranışın dini kural olup olmadığı hakkında karar vermesi, devletin dine müdahale etmesi anlamına gelir ki, asıl bu davranış laikliğin ihlali anlamına gelmektedir.
En büyük skandalı da, Sayın Cumhurbaşkanı'nın AK parti hakkındaki kapatma davasına dayanak alınması, bu kapsamda Sayın Cumhurbaşkanı'nın sorumluluğu yoluna gidilmesidir. Bu, Anayasa'da olmayan bir sorumluluğun icat edilmesi demektir. Bu tutumun ne Anayasa'nın Cumhurbaşkanı'nın sorumsuzluğunu öngören ilgili hükmü ile ne de parlamenter sistemin temel mantığı ile bağdaşırlığı bulunmaktadır.
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ İHLAL EDİLİYOR
“Anayasa değişikliğine ilişkin teklifin gerekçesi ile Anayasa Komisyonu'nun raporu kapsamından ve 2547 Sayılı Yasanın Ek 17. maddesinin değiştirilmesine ilişkin teklif metni ile gerekçesinden; yükseköğretim kurumlarında türban-başörtüsü ile öğretim yapılmasının amaçlandığı açıkça anlaşılmaktadır” denilerek, hem yapılan Anayasa değişikliği, hem de buna istinaden çıkarılmak istene kanuni düzenlemeden dolayı bir parti sorumlu tutulmak istenmektedir. Birinci durumda yasama sorumsuzluğu ortadan kaldırılmakta, ikincisinde de olmayan bir yasama davranışından dolayı sorumluluk öngörülmektedir. Yine Plan ve Bütçe Komisyonu'nda, AK Partili Musa Uzunkaya'nın; 'Atatürk'ün eşi Latife Hanım, Köşk'teki toplantılara başörtüsüyle katılıyordu” şeklinde ifadede bulunmasının sorumluluk kapsamına dahil edilmesi “yasama sorumsuzluğu”nun ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Çünkü Anayasa'nın 83/1. fıkrasında “TBMM üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Meclis'te ileri sürdükleri düşüncelerden, ...sorumlu tutulamazlar” hükmü yer almaktadır. Bu hükme rağmen, hem ilgili partinin sorumluluğuna gitmek, hem de ilgili kişiyi siyasi yönden yasaklamak, bir tür sorumluluktur. Bu, Anayasa'nın ihlali anlamına gelmektedir.
Ayrıca başörtüsünün serbest bırakılması da, din ve vicdan hürriyetinin alanının genişletilmesi anlamına geldiği için, bu yöndeki işlemlerin laiklikle çelişir yönü de bulunmamaktadır. Aksi takdirde “din ve vicdan hürriyetinin sınırlandırılması serbest, fakat bu hürriyetin alanının genişletilmesi yasak” gibi bir çarpık anlayış ortaya çıkacaktır.
Burada sıraladığım hukuki ihlaller hemen akla gelenlerdir. Biraz daha dikkatlice bakınca daha başka hukuki hatalara da rahatlıkla ulaşmamız mümkündür. Kısaca bu iddianame, hukuken sağlam dayanağı olmayan, çoğu din ve vicdan hürriyeti ve ifade hürriyeti kapsamında değerlendirilen ifadelere dayanan, şiddeti içeren ifade ve eylemlere dayanmayan bir iddianamedir. Hukuki temeli tamamen zayıf ve yetersizdir.
* Yrd. Doç. Dr. , Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi