Kanal Türk'teki 'Derin Siyaset' programında yaşanan tartışmanın öncesi ve sonrası...

Ali Murat Güven
00:0012/01/2011, Çarşamba
G: 13/01/2011, Perşembe
Yeni Şafak
Kanal Türk'teki 'Derin Siyaset' programında yaşana
Kanal Türk'teki 'Derin Siyaset' programında yaşana

Birbirleriyle herhangi bir alıp veremedikleri bulunmayan iki iyi niyetli insan, gazeteci Nuh Gönültaş ile yapımcı-yönetmen Mehmet Tanrısever arasında tamamen yanlış bir anlaşılmadan dolayı ortaya çıkan, sonrasında ise büyük ölçüde tatlıya bağlanan bu anlık gerginliği alıp da başka taraflara çekmeye, lüzûmsuz yere dallandırıp budaklandırmaya hiç gerek yok. O akşam "canı burnuna gelmiş" Tanrısever'in karşısında sevgili meslektaşım Gönültaş değil başka bir gazeteci de olsaydı, bu tartışma yine rahatlıkla çıkabilirdi. 15 aydır yıpratıcı bir maddî ve manevî baskının altında "Hür Adam"ı çeken, son bir kaç haftadan beri de hem medyatik hem hukukî açıdan dehşetli bir cenderenin içine alınmaya çalışılan, İslâmî câmiâ tarafından belli ölçüde yalnız bırakılmış bir yönetmene bu kadarcık "daralma hakkı"nı tanımak lütuf değildir!

alimuratg@yahoo.com

İzleme fırsatı bulanların (en azından ekrana yansıyan kısa bir bölümüne) tanık oldukları üzere,
11 Ocak Salı
gecesi
Kanal Türk
'te yayımlanan
“Derin Siyaset”
programında, gazeteci dostumuz
Nuh Gönültaş
ile yapımcı-yönetmen dostumuz
Mehmet Tanrısever
arasında, her iki taraf açısından da yaşanmasını kesinlikle arzu etmediğim sözlü bir tartışma gerçekleşti.
Normal koşullarda, medya sektörünün profesyonelleri olarak, programa verilen 15 dakikalık arada bizler, yani
olayın tarafları ve tanıkları
kendi aramızda konuşarak bu meseleyi noktalamış ve programın ikinci bölümüne çıkıp güzel güzel konuşmalarımızı yapmıştık. Benim de bu konuyu ne daha fazla eşelemeye, ne de üzerine uzun uzun yazıp çizmeye hiç mi hiç niyetim yoktu.
Fakat, Müslümanların kendi aralarında yaptıkları kavgalardan rating/tiraj adına medet uman,
“magazine susamış”
kimi haber portalları ve televizyon kanalları dün sabahtan akşama kadar bu kısa tartışmanın üzerinden cıngar çıkarmaya kalkışınca, olayın merkezindeki tanıklardan biri olarak kamuoyunu aydınlatmam, işin eğrisini de doğrusunu da açıklıkla ortaya koymam farz oldu.

O gece program öncesi ve program sırasında yaşananları sizlere birinci elden aktararak, bu konuda yalan ve yanlışların daha fazla büyümesini engellemek amacındayım.

Programın yapımcı ve sunucusu
Tarık Toros
'un gönderdiği araçlardan biriyle
saat 22.00
sularında, yani programdan
45 dakika
kadar önce
Mecidiyeköy
'deki
Kanal Türk
binasına ulaştım. Sağolsun,
Toros
beni kapıda karşılayarak odasına aldı, odaya girdiğimde değerli meslektaşım
Nuh Gönültaş
'ın daha önceden gelmiş olduğunu gördüm. Kendisiyle selamlaştık ve bir süre hâlleştik. Ardından, programın diğer konuklarından, gazeteci ağabeyimiz
Ahmet Tezcan
geldi. Hep birlikte lezzetli bir sohbete koyulduk. Programın yayınına çok az bir süre kala,
“Hür Adam”
ın yapımcı-yönetmeni
Mehmet Tanrısever
, aynı filmin başrol oyuncusu
Mürşit Ağa Bağ
ve yardımcı oyuncularından
Tarık Tanrısever
de kanala ulaştılar.
Yayına kadarki
son 15-20 dakika
boyunca,
Toros
'un odasında tam kadro hâlinde gayet neşeli ve dostça bir muhabbet yaptık. Bir süre sonra program asistanlarından bir hanım bizleri teker teker makyaj odasına aldı, makyajlarımızdan sonra stüdyonun hemen yanındaki kafeteryada toplanarak, benim fotoğraf makinemle sayfada görmüş olduğunuz
hatıra karelerini
çektirdik.
Bu süreçte kimsenin kimseye ne bir garezi, ne de bir laf sokma çabası söz konusuydu.
Buna karşılık, program saatini beklememiz sırasında gerek ben, gerekse diğer bütün konuklar
Tanrısever
'in son günlerdeki bazı nahoş gelişmelerden dolayı ne kadar gergin olduğunu bizzat müşahade ediyorduk. Zaten, bu durumu salt sezgilerle çözümlemeye de ihtiyaç yoktu;
Tanrısever
, yüzüne çökmüş olan derin mutsuzluk eşliğinde, filmi için
400-500 bin kişilik
bir
"hafta sonu başlangıç rakamı"
hayâl ettiğini, bunun
“Türkiye'de İslâmî duyarlılıklı filmler iş yapmaz”
diye düşünenlere anlamlı bir cevap oluşturacağını, hafta başında önüne yaklaşık
240 bin kişilik
bir izleyici rakamı geldiğinde de şaşırıp üzüldüğünü anlattı. Ayrıca, İslâmî câmiâda bazı kesimlerin, kendisinin ve ekibinin bütün gayretlerine karşın
“Hür Adam”
a rezerv koymaya devam ettiklerini belirtti. Bizler ise (sevgili
Nuh Gönültaş
da dahil) bu başlangıç rakamının aslında hiç fena olmadığını, filmin ilerleyen günlerde
“fısıltı gazetesi”
yoluyla izleyici sayısını katlana katlana artıracağını vurguladık; dostça yaklaşımlarımızla onun moralini yükseltmek için çaba sarfettik.
Kesin olarak söylüyorum ki o gece o stüdyoya gelenler arasında, niyeti kavga çıkarmak, ortalığı bulandırmak olan
bir tek kişi bile yoktu.
Fakat, son iki haftadır neredeyse soluk bile almaksızın radyo-TV programlarına katılan, gazetelere, internet sitelerine demeç veren
Tanrısever
'in, şimdiye kadar kendisinden beklenmeyecek bir başarıyla yürüttüğü
“öfke kontrolü”
nü artık yavaş yavaş kaybetmeye başladığını hissetmedim dersem yalan olur. Çünkü,
Bediüzzaman
'a ve
“Hür Adam”
filmine şiddetle muhalefet eden insanların karşısına haftalardır ardı ardına çıkartılmış, bunların hepsine karşı da (kimi zaman denetlemekte gerçekten zorlandığı) fıtrî hiddetini büyük bir maharetle dizginlemeyi başarmıştı.
Fakat, bütün insanların böylesine ağır baskılara şu ya da bu oranda dayanabilecekleri kritik bir eşik vardır.
O gece orada gördüm ki özünde son derece idealist ve romantik bir İslâmcı olan
Tanrısever
de
"Hür Adam"
hakkında ardı ardına açılan soruşturmalar, filmi hiç bir mantıklı gerekçe olmaksızın göstermeyi reddeden sinema salonları, tartışma programlarında kendisine karşı sarfedilen (bazıları açıkça aşağılama içeren) tahkikkâr sözler, gazeteler ve internet sitelerinde yayımlanan gerek kendisi gerekse eseri hakkındaki alaycı yazılar gibi bir sürü tetikleyici gerekçeden dolayı artık iyice
“dolmuştu.”
Hele hele, çok güvendiği
“câmiâ”
sının, kendisinin ölümüne inandığı ve güvendiği filmine
“Eyyvah Eyvah-2”
gibi tamamen izleyiciyi kıkırdatmaya, kafasını boşaltmaya yönelik bir komedi gösterisi karşısında ("
Beyaz Sinema akımı"
nın önde gelen bir yönetmeni olarak cümle âleme caka satmasını sağlayacak) şöyle esaslı bir başlangıç yaptırmamış olması onu daha da kederlendirmişti.
Dediğim gibi, Hacı ağabeyin bu çökük hâli yalnızca benim değil,
Nuh Gönültaş
ve
Ahmet Tezcan
'ın da dikkatini çekti. Hepimiz ona mücadelesiyle ilgili desteklerimizi ifade eden gönül alıcı sözler söyleyerek girdik programa…
Program öncesi zaten oldukça keyifsiz durumda olan
Tanrısever
, programın bir yerinde
“Fethullah Gülen cemaatinin 'Hür Adam'a onun umduğu düzeyde destek vermediğini”
dile getirince, eski bir
Zaman gazetesi
yazarı olan
Gönültaş
da bu duruma kendine göre bir vefâ yaklaşımı içinde tepki gösterdi. İki adam, aslında rahatlıkla ortak bir paydada buluşabilecek türden
“kafa dengi”
kişiler olmalarına rağmen, saniyeler içinde üst üste binen iğneleyici sözler, küçücük bir kar tanesinin oluşturduğu kocaman çığ misali, stüdyo ortamını maksadı tamamen aşan tatsız tuzsuz bir bir havaya büründürüverdi.
Bunun da kusuru her iki tarafa eşit olarak aittir.
Çünkü
Gönültaş
,
Tanrısever
'i tam olarak dinlemeden, aceleci bir tavırla
Zaman gazetesi savunuculuğuna
soyundu;
Tanrısever
de onun daha önce bu filme ilişkin olarak yazdığı
iltifatkâr yazılardan habersiz
bir biçimde, kendisini
“karşıt kamp”
ta duran bir kalem erbabı olarak görme aceleciliğine kapıldı.
Diğer konuklar olarak bizim ve program sunucusu
Tarık Toros
'un bu noktada tartışmayı alevlenmeden yatıştırmada yeterince atik davranamamamız üzerine de hepimizin canını ziyadesiyle sıkan o
30-40 saniyelik sözlü tartışma
yaşandı.

Sonrasında ne olduğunu ise yine gözlerimle gördüklerime dayanarak anlatayım.

Programın yayınına ara verildiğinde, duygusal insanlar olarak
Tanrısever
de
Gönültaş
da son derece üzüntülü bir durumdaydılar. Önce,
Ahmet ağabey
ile birlikte meslektaşımızın yanına gittik, ona sakin olmasını, iletişim kopması sonucunda üst üste binen cümlelerin burada toplanma amacımızla son derece ilgisiz bir manzara ortaya çıkardığını, aslında her ikisinin de ortak bir derdi dile getirmekte olduğunu söyledik.
Tezcan
'a ve bana,
“Yahu, ben Tanrısever'e kötü bir şey söylemedim ki... Kendisi, yakın tarihlerde yayımlanmış bütün o destek yazılarımdan habersiz anlaşılan, ben bu filmin karşısında değil, yanında olanlardanım, o yüzden beni kendisine karşıt biri gibi algılamasına çok gücendim”
dedi. Bu konuda haklıydı. Fakat, tartışmayı alevlendiren o cümleyi, yani
“Siz bu filmi para kazanmak için çekmişsiniz”
cümlesini sarfederken de aynı oranda haksızdı. Çünkü Türkiye'de
“İslâmî muhtevalı filmler çekerek para kazanmayı hayâl etmek”
, kuş kadar aklı olan bir adamın yapacağı iş değildir. Hele de
30 yıllık
sanayici
Mehmet Tanrısever
'e nasıl para kazanacağını öğretmek daha da yanlış bir tutum olur.
3 milyon biletle yapım masrafı ancak karşılanabilen
bu filmin toplam bütçesi herhangi bir bankada repo edilseydi, hiç kuşkusuz bunca çileye, soruşturmalara, ambargolara, oraya buraya laf yetiştirmelere gerek dahi kalmaksızın, çok daha kolay yoldan para kazanılabilirdi.
Velhasıl,
Gönültaş
'ın ardından
Hacı Ağabey
'in yanına gittik.
Tanrısever
stüdyoyu terk etmeye hazırlanıyordu. Yaşlı gözlerle yüzümüze bakarak,
“Çok doluyum arkadaşlar, moralim tahmin edemeyeceğiniz kadar bozuk”
diyerek girdi söze,
“Her insanın bunalıp sıfırı tükettiği bir an vardır. Bu da benim için böyle bir an oldu. Lütfen hiç kimse kusuruma bakmasın, 58 yaşında bir adam olarak, son haftalarda üzerime binen bunca baskıyı artık taşıyamıyorum. Aynı anda pek çok cephede savaş vermekten gerçekten yorgun düştüm. Bir taraftan inanç ve Bediüzzaman düşmanları saldırıyor, diğer taraftan ise yoldaşlarım dediğim insanlar... Filmimin, haftalardır hayâl ettiğim ölçüde güçlü bir başlangıç yapmaması bana kötü bir darbe vurdu, bu beklenmedik gelişmeden sonra iyice duygusallaştım. Belki de programa hiç gelmemeliydim, fakat gelip de gazeteci arkadaştan bu tür kinayeli sözler duyunca kalbim bir anda sıkıştı. Şu anda da motivasyon açısından sıfırı tüketmiş durumdayım, o yüzden affınıza sığınarak evime gidiyorum!”
Ahmet Tezcan
ile birlikte yaklaşık bir
10-15 dakika
boyunca
Tanrısever
'e
“cephe”
yi böyle bir terk etmenin çok yanlış olacağını anlatmaya çalıştık; üzerindeki maddî-manevî baskının ne denli ağır olduğunu bizlerin de bildiğimizi söyleyerek, bu önemli televizyon programını her ne olursa olsun başarıyla sonlandırmamız gerektiğini anlattık ona…
Bizler konuşurken
Tanrısever
'in üzüntüden gözlerinden yaşlar geliyordu ve tir tir titremekteydi. Kendisine dostça sarıldım,
“Hacı ağabey, adın kadar emin ol ki seni çok seviyoruz ve bugüne kadar beyaz sinema adına yapıp ettiğin bütün o güzellikler için de seninle gurur duyuyoruz”
dedim.
Kırgın sinemacı, yaptığımız bu konuşmalar sonrasında bir parça rahatladı ve her iki oyuncusunu da yanına alarak tekrar yayına girdi. İlerleyen dakikalarda başka herhangi bir tatsızlık yaşanmadan, yayın planına harfiyen uyarak programı sürdürdük, sunucu
Tarık Toros
programı kapatırken de bazı uzlaştırıcı mesajlarla sözlerimizi noktaladık.

Kendimize yapılmasını istemediğimiz bir şeyi başkalarına da revâ görmeyeceğiz. Aynı şekilde, duygusal açıdan kırılgan olduğumuz bir günde rahatlıkla bizim de başına gelebilecek bir hâli, kardeşlerimizin başına geldiğinde, anlayıştan yoksun ve hoyrat tavırlarla, mahalleyi ayağa kaldıran çığlıklarla karşılamaya hiç mi hiç hakkımız yok.

Sinemacılar, alelâde insanlara göre kat be kat daha fazla duygusal kişilerdir. Zaten duyguları ve tasaları olmasa film falan yapamazlar.
Tanrısever
, daha bundan aylar önce, tarafımdan düzenlenen
“Beyaz Sinemanın 40 Yılı Festivali”
ne konuşmacı olarak katıldığında,
“Türkiye'deki mütedeyyin kitleden 'Hür Adam' için dua istiyorum, sevgi istiyorum, destek istiyorum”
diyerek noktalamıştı oradaki konuşmasını… Salonda bulunanlar da bu sözleri ayakta alkışlamıştı.
Sevgili
Nuh Gönültaş
ile o gece orada girdiği tartışma,
Tanrısever
'in bu duygusal çöküş ânının yalnızca bir
bahanesidir.
O gece stüdyoda karşısında
Gönültaş
olmasaydı da yakın bir dost olarak
ben
aynı yönlere doğru çekilebilecek iğneleyici sözler sarfetseydim, rahatlıkla benimle de benzer bir tartışmaya girebilirdi. O yüzden, olgunluklarını iyi bildiğim bu iki yoldaş arasında ilelebet sürüp gidecek bir
“kan dâvâsı”
doğacağına kesinlikle inanmıyorum.
Aksine, herkes şunu iyi bilsin ki bu iki güzel kalpli insanı en kısa zamanda bir acı kahve içip helâlleşmek üzere bir araya getireceğim.
Olay bütünüyle, babam yaşında bir sinemacı olarak
Tanrısever
'in, üzerine haftalardır sistematik bir şekilde binip duran maddî ve manevî yüklere karşı verdiği doğal ve insanca bir tepkiden ibarettir. Türk televizyonculuk tarihinde, daha önce başka canlı yayın konukları arasında da yaşanmadı mı böylesi tartışmalar? Stüdyoyu terk eden, dahası birbirine tekme-tokat girişen şöhretli insanlar olmadı mı? Defalarca yaşandı benzer durumlar. Bundan hareketle o kişilerin edepsiz kişiler olduklarını iddia etmek abesle iştigaldir. Çünkü her ferdin kendi fıtratına göre şekillenen bir duygusal dayanma eşiği var ve o eşik aşıldığında da ne mantık, ne de canlı yayın kalıyor.
Tanrısever
'in
Fethullah Gülen Hocaefendi
'nin medyasına yönelik sitemlerinin altında yatan, üst üste birikmiş bazı gerekçeleri
Gönültaş
dahi tam olarak bilmediği için, saygı duyduğum bir vefâ refleksiyle
“Zaman-STV medya grubunun filme zaten haftalardır çok yoğun bir destek verdiğini”
savundu bu değerli gazeteci dostumuz…

Fakat, onun da süreci tam olarak takip edememekten kaynaklanan bazı önemli bilgi eksiklikleri vardı.

Mehmet Tanrısever
, geçtiğimiz ay, yani
“Hür Adam”
ın kurgusunun tamamlanmasından hemen sonra, henüz dumanı üzerindeki filminin bir
DVD
'sini cebine koyarak doğruca
ABD
'ye gitti. Amacı
Pensilvanya
'da ikâmet eden
Fethullah Gülen Hocaefendi
ile görüşüp filmi izletmek ve ondan bir dua, ahlâkî bir
“olur”
almaktı.
“Hür Adam”
ın yapımcı-yönetmeni,
Hocaefendi
'nin danışmanları tarafından
Pensilvanya
'da tam
4 gün bekletildikten sonra
mübareğin karşısına güç bela çıkabildi. Bu ise onun böylesine önemli bir gelişmeyi haber vermek üzere, cebinde hoş bir müjdeyle oraya giderken hiç de umduğu türden bir yaklaşım değildi. Fakat, sırasını bekleme faslını da çok fazla dert etmedi, bunu
Hocaefendi
'nin yoğun gündemine bağladı ve evde
20-30 kişinin
olduğu bir günde, filmi video projeksiyonla
Gülen
ile ekibine izletti.
Filmin sonunda
Hocaefendi
'nin yorumu iki cümleden ibaretti:
1)
“Hayırlı olsun.”
2)
“Filmin giriş jeneriğinde bulunan, benim adıma yönelik ithafı oradan çıkartın.”
Tanrısever
, kendi alanında kültürel ve sanatsal bir devrim olan bu çalışma için
“mürşid”
inden biraz daha esaslı bir sahiplenme beklerken,
Gülen
'in konuya ancak bu düzeyde ilgi göstermesi onu duygusal açıdan hırpalayan ilk olay oldu.
Yine de
“Bu kadarlık bir destek bile câmiâmız için yeterince anlamlıdır”
diyerek Türkiye'ye mutlu döndü, kendisinin talebine aynen riâyet ederek,
35 mm kopyaları
basılmaya başlanmış olan filmin giriş jeneriğindeki
“Bu film, Fethullah Gülen Hocaefendi ve Nur talebelerine ithaf edilmiştir”
cümlesini oradan çıkarttırarak, yerine yalnızca
“Bu film Nur talebelerine ithaf edilmiştir”
cümlesini koydurdu. Basit gibi görünen bu teknik operasyonun filmin toplam üretim maliyetine katkısı ise neredeyse uzun metrajlı bir belgesel filmin bütçesini bulmaktaydı.
Ardından da filmin kamuoyuna lansman süreci başladı.
Zaman gazetesi
,
STV
ve
Gülen
cemaatinin yönetimindeki diğer medya organları filme ne az ne de çok, orta karar bir sahiplenme içinde yer vermeye başladılar. Oysa,
Tanrısever
bu yapıtın anılan kesim tarafından
“bayraklaştırılacağını”
hayâl etmekteydi. Ancak böyle bir şey olmadı; gerek biçimsel özellikleri gerekse tartışmalı içeriği itibarıyla medyaya zaten bolca malzeme sunan bir film olarak,
“Hür Adam”
, sözgelimi bir
Hürriyet
'ten ya da
Yeni Şafak
'tan daha fazla yer almadı Gülen cemaatinin medya organlarında…
Bu ve burada anlatmaya gerek duymadığım diğer bazı
“iltimas eksiklikleri”
,
Tanrısever
'in de -maddî değilse bile manevî destek anlamında- büyük umutlar bağladığı mâlûm topluluğa adım adım küsmesine yol açtı. Filmin yapım ve gösterim sürecini dikkatle takip eden biri olarak, bütün bu duygusal iniş çıkışları gerek
Hacı Fellini
'ye, gerekse ekip arkadaşlarına açtığım
“Nasıl gidiyor işler? Herşey yolunda mı?”
mealindeki telefonlardan dolayı iyi bilmekteyim.
Şöyle kemiklerini çatırdatırcasına dostça,
“kardeşçe bir sarılma”
isteyen
Tanrısever
, yanağından alınan küçük bir makasla yetinmek zorunda bırakıldığından dolayı üzgün ve kırgın…
Zaman
gazetesinin bu süreçte kendisinin haklılığını kanıtlamak için internet sitelerine ardı ardına dizdiği haberlere diyecek bir sözüm yok. Evet, bu haberler yayınlanmıştır, yayınlanması iyi de olmuştur,
hepsi için Allah kendilerinden razı olsun.
Özellikle
Zaman
'da
Ahmet Turan Alkan
,
Mahmut Nedim Hazar
ve
Hüseyin Gülerce
imzalı çok güzel köşe yazıları çıktı.
Ancak, gazetenin ve grubun bu girişime kurumsal bakışını yansıtan bir tavır ise başından beri –bilinçli ya da bilinçsiz- eksik kaldı.
Öte yandan, ben de kendi gazetemde konuya ilişkin olarak geçen yaz aylarından beri yayımlanan haberleri, röportajları, köşe yazılarını alt alta dizip buraya yapıştırsam, emin olun
Zaman
'ın yayımladığı listeden geride kalmaz, hattâ onu geçer. Dediğim gibi, burada kastedilen şey, cemaati de harekete geçirecek ve kafalardaki bazı son pürüzleri izale edecek türden
“kesin bir destek”
ti.
“Hayırlısı olsun”
dan daha öteye geçen bir destek…
Bütün okurlarım biliyor ki
“Hür Adam”
filmini, çekimlerini duyduğum ilk günden beri son derece önemsiyorum ve onu yeniden güçlü bir
“beyaz sinema”
hareketinin oluşum sürecinde çok değerli bir basamak olarak görüyorum. Dindar bir sinema yazarı olarak, benim konuya en yakın durduğum yer bu… Yoksa, bence gelip geçmiş olan bu basit atışmada ne bütünüyle
Nuh Gönültaş
'ın yanındayım, ne de
Mehmet Tanrısever
'in…
Filme karşı her ikisinden çok daha korumacı bir tavır içindeyim.
Sonuç olarak, her iki dostumuz da içine sürüklendikleri gergin atmosferin etkisiyle, meseleyi lüzûmundan fazla dallandırıp budaklandırdılar. Ki dediğim gibi, eğer ki ben de
Ali Murat Güven
isem, bu sayfalara onların tokalaşırken fotoğraflarını koymasını da bilirim!
Müslüman müslümana eften püften nedenlerle düşman olamaz. Bizler kardeşiz ve aynı yolun yolcusuyuz. Bazen, birimizin gardı düştüğünde, boynumuz büküldüğünde, diğerimiz ona başını dayaması için omuzunu hiç tereddütsüz uzatmak zorundadır.
Hacı Fellini
, 15 aydır sürüp giden bu savaştan dolayı oldukça yorgun… Hem maddî açıdan yorgun, hem de manevî açıdan… Bir yandan
“ne yaparsa yapsın yerin dibine sokmaya and içenler”
e laf yetiştiriyor, diğer yandan da
“kendi mahallem”
dediği bölgedeki bazı çok bilmişlere…
Hayatı boyunca bırakın bir sanat eserine destek olmayı, bir sanat eserini
10 liralık
bilet satın alarak incelemeyi dahi zûl gören bazı adam ve kadınlar, milyonlarca dolarlık yapım ve tanıtım maliyeti olan bu film karşısında atıp tutuyorlar. Oysa, aynı filmin yapım sürecinde onlardan
bin lira
destek istenseydi katiyen vermezlerdi. Nitekim,
Tanrısever
de program sırasında açıkladı,
“100 tane sponsor adayı büyük firma belirlemiştik. İlk 25'ini dolaşıp da bir tek kuruş destek alamayınca bu işten vazgeçtik, tamamen kendi imkânlarımızla yaptık filmi… 'Yahşi Batı'ya milyonlarca dolar dökenler bize zırnık koklatmadılar. O yüzdendir ki 'Ruslarla yapılan savaş' gibi bazı önemli bölümlerde tam olarak arzuladığım planları çekemedim.”
Size bu hüzünlü hikâyeyi yine çok meşhur bir
"Beyaz Sinema"
örneği olan,
Mesut Uçakan
'ın
“Reis Bey”
inden aklımda kalmış iki replikle noktalamak istiyorum:
-
(Reis Bey'den idam mahkûmuna)
“Ağlanacak bir hâldesiniz.”
-
(Mahkûmdan Reis Bey'e)
“Yapmayın Reis Bey, siz ağlamak nedir bilemezsiniz… Eğer ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz.”