Belgesel sinemanın yalnızca 'caretta carettaların yumurtalarını sahile bırakmasını görüntülemek' olmadığını bütün dünyaya öğreten, her biri sağlam birer şamar kıvamındaki belge-filmleriyle, sinemanın iyiliğe ve doğruluğa hizmet eden cephesinin çağımızdaki en saygıdeğer temsilcilerinden biri o... Amerikan toplumunun yitik vicdanını temsil eden bu şişman, muzip, gösterişsiz ve zaman zaman da öfkeli adam, para babalarının ve onların güdümündeki büyük medya kuruluşlarının aleyhinde kopardıkları sayısız yaygaraya rağmen, yıllardır hak bildiği yolda emin adımlarla ilerliyor.
23 Nisan 1954'de, Michigan eyaletinin Flint kentinde, İrlanda kökenli Katolik bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Doğup büyüdüğü yöre, ömürleri boyunca “Amerikan rüyası”nı görme fırsatını yakalayamamış ezik (ve ağırlıklı olarak da siyah) insanların yaşadığı, henüz hastanesi bile bulunmayan kopkoyu bir yoksulluk diyarıydı. Ki günümüzde, ABD'nin onca gelişmişliğine karşın yine de çok farklı bir durumda değil…
Çevresini kuşatan bütün olumsuz koşullara rağmen üniversiteye gitmeyi başardı Michael Francis Moore… Michigan Üniversitesi'nde gazetecilik eğitimi aldı ve öğrenciliği sırasında da “Michigan Times” adlı okul gazetesinde çalıştı. Üniversiteyi bitirdikten sonraki ilk profesyonel işi ise “Mother Jones” adlı dergide elde ettiği editörlük-köşe yazarlığı görevi olacaktı. Moore'un Amerikan demokratik sol hareketinin bu saygın yayın organındaki kısa süreli çalışma hayatı ve o dönemde yazdığı eleştirel yazılar, sonraki yıllarda tutturacağı politik yolun da bir anlamda habercisiydi aslında…
Kafasında kurguladığı “uyandırıcı filmler”i çekebilmek için yıllar yılı gerek yazılı basın, gerekse televizyon sektöründe bir sürü gelip geçici işte çalışarak sabırla para biriktirdi ve 1989 yılında kendi yapım şirketi “Köpek Köpeği Yer Filmcilik”i (Dog Eat Dog Films) kurdu. Hemen ardından da elinde kalan son sermayeyle ilk belgesel filmi “Roger ve Ben”i (Roger&Me) çekmeyi başardı. Amerikan endüstrisinin devlerinden General Motors şirketinin Moore'un doğup büyüdüğü Flint kentindeki Buick otomobil fabrikasını Meksika'ya taşıması nedeniyle yol açtığı ekonomik krizi ve aralarında kendi babasının da bulunduğu 30 bin kişiyi bir günde işinden ederek bölgeyi nasıl umarsızca yoksullaştırdığını anlatan bu politik belgesel, sanatçıya ülke çapındaki ilk ciddi şöhreti getirecekti. Adını GM şirketinin o günkü patronu Roger Smith'ten alan filmin sonunda perdeye yansıyan şu açıklama yazısı ise Moore'un sonraki her belgeselinde görmeye alışacağımız alaycı tavrının da ilk işaretlerinden biriydi:
İlerleyen yıllarda, onun keskin eleştirilerle bezeli yapımlarını göstermeye cesaret edebilen televizyon kanalları için daha bir çok televizyon programı ve belgesel hazırladı bu iri kıyım, mangal yürekli adam… 1990'lar boyunca ürettiği programlardan en fazla ilgi uyandıranı ise 1999-2000 yılları arasında kablolu kanal Bravo'da yayımlanan “Korkunç Gerçek” (The Awful Truth) olacaktı. Ancak, Moore'un politik ve ekonomik sisteme karşı eleştirilerini kara mizah tadında sıraladığı bu dizi, izleyiciden gördüğü onca rağbete karşın 24 bölüm boyunca ekrana geldikten sonra (aynı programda eleştirilen kişi ve kurumlardan gelen ağır baskılar sonucunda) ansızın yayından kaldırıldı. Ki benzer bir durum Moore'un 1994-95 yılları arasında hazırladığı bir önceki televizyon programı “Televizyon Toplumu”nun da (TV Nation) başına gelmişti.
İzlendikten sonra insanın ağzında acı bir tat bırakan bu yapıtın hafızalara kazınan en etkileyici bölümlerinden biri de Moore'un NRA'nın uzun yıllar boyunca başkanlığını yapmış “Cumhuriyetçi” aktör Charlton Heston'u villasında -ateşli bir silah sempatizanı görünümünde- ziyaret edip, sonrasında ise onu kişisel silahlanmanın zararları üzerine can sıkıcı sorularıyla adım adım köşeye kıstırdığı, nihayetinde de aynı villadan kovulmasıyla sonuçlanan “olay röportaj”dı. Filmlerinde “Hz. Musa” ve “Ben Hur” gibi dinsel kişilikleri canlandırırken özel hayatında ise eline masum gençlerin kanı bulaşan bu kartlamış Hollywood sağcısının öfkeyle masadan kalkıp gittiği sahne, sonradan Moore'un -binbir hile ve desise ile almayı başardığı- NRA üyelik kartının da iptaline neden olacaktı. O ise bunu hiç umursamadığı gibi, kendisine konu hakkında sorular soran gazetecilere, “Evet, NRA'e üye oldum. Çünkü hem Charlton Heston'a ulaşmanın tek yolu buydu, hem de ileride ezkaza derneğin başkanlığına falan yükseltilirsem, o uygarlık düşmanı örgütlenmeyi zaten ânında lağvedecektim” şeklinde muzipçe bir cevap veriyordu.
“İnsanlara çektirdiğin acılar için kendinden utan Bush, bir parça utanma duygun var ise utan!”
2004 yılı ABD başkanlık seçimlerine çok az bir süre kala gösterime giren “Fahrenheit 9/11” gerçi Başkan Bush'u koltuğundan edemedi; ancak ikinci görev dönemine girerken epeyce yıpratmayı da başardı. Öte yandan film, dünya çapında gördüğü olağanüstü ilgiyle, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en fazla gişe yapan belgeseli unvanına da sahip oluyordu.
Türkiye sinemalarına son olarak 2007 yılında, Amerikan sağlık sistemindeki yozlaşmayı ve yürürlükteki bu insanlık dışı sistemi zorla ayakta tutan büyük sigorta şirketlerinin iğrençliklerini anlatan “Hasta” (Sicko) adlı belgeseliyle konuk oldu Michael Moore… Ki mizah tonu biraz daha yükseltilmiş o filmiyle, “zalime laf sokma” noktasında formundan hiç bir şey yitirmediğini de bir kez daha gösterdi bizlere…
Sinema ve televizyon alanında ortaya koyduğu entelektüel kalibresi yüksek çalışmalarla zaman içinde “Amerikan toplumunun vicdanı” konumuna yükselen “oyunbozan” sanatçı, şu sıralarda büyük bir merakla beklenen yeni projesi “Kapitalizm: Bir Aşk Öyküsü”nün teknik hazırlıklarıyla uğraşıyor. 2 Ekim 2009'da önce ABD'de gösterime girecek olan bu film, hemen ardından da dünya çapında dağıtıma çıkacak ve -ülkemizdeki bir dışalımcı ona yatırım yapmayı göze alırsa- bizler de vahşi kapitalist sistemi hedef tahtasının tam orta yerine oturtan yeni Moore serüvenine dahil olabileceğiz.
Yarın öbür gün internet ortamında Moore'u bir takım şaibeli suçlamalarla yerden yere vuran bir yazı ya da aleyhine seviyesiz yorumlarla dolu bir siteyle karşılaşırsanız, adınız kadar emin olun ki bu tür salvoların ardında kendilerinden başka hiç kimseyi sevmemeyi kesin bir hayat tarzına dönüştürmüş olan kırmızı enseli Amerikan ırkçıları vardır. Dahası, ABD medyasındaki bu tür organize saldırıların büyük bir bölümünün Cumhuriyetçi Parti tarafından finanse edildiğini de önemle hatırlatalım. Hoş zaten, dünya kamuoyu da anılan politik hareketin mensuplarının rakipleriyle faullu güreşmelerine Watergate Skandalı'ndan bu yana oldukça alışkın…
Velev ki Moore özel hayatında ve meslekî çalışmalarında irili ufaklı bazı tutarsızlıklar sergilemiş olsun… Pekiyi, bu durum insanlara doğruluk, dürüstlük, barışseverlik ya da adaletin üstünlüğüne inanma gibi kadim değerleri üstüne basa basa hatırlattığı yapıtlarının çapından ne eksiltir?
“Haklı”nın değil “güçlü”nün kazandığı böylesi bir çağda erdem açısından bu noktaya kadar tırmanabilmiş bir sinema anlayışının temsilcisi olmak da az buz şey sayılmamalı doğrusu!
Belgesel sinemanın çağımızdaki bu en değerli ve üretken sanatçısını köşemizde saygıyla selamlarken, onunla ilgili önemli bir bilgi notunu da bitiş cümlesi olarak ekleyelim.
Time dergisi 2005 yılındaki bir araştırmasında Michael Moore'u “Dünyanın En Etkili 100 İnsanı” arasında gösterirken, Amerikan sinema çevrelerinin itibarlı yayın organı Entertainment Weekly dergisi de 2007 yılındaki geleneksel seçkisinde onu “Hollywood'un En Zeki 50 İnsanı” listesine dahil etmiştir.