Almanya uzun yıllardır tarihin doğal akışının dışına çıkmış bir ülke gibi davranıyordu. Küresel liderlik hırsları olmayan, siyasi ve ekonomik etkinliğini uluslararası kurumların üzerinden meşrulaştıran, çatışmaları yatıştıran ve kendi post-modern cennetini jeopolitik güç mücadelelerine olabildiğince uzak kalarak sürdürmeye çalışan bir Almanya vardı.
Almanya dünyanın en zengin dördüncü ekonomisine sahip ve en fazla dış ticaret fazlası veren ülkeler arasında en başlarda geliyor. Yüz milyondan az nüfusu ve çok da cazip imkânlar sunmayan coğrafi özelliklerine rağmen Almanya yumuşak güç sıralamalarında hep en önlerde yer alıyor. İçinde bulundukları güvenlik riskleri ve hayat sıkıntıları dolayısıyla milyonlarca insanın zorlu bir yolculuğu göze alarak gitmek istedikleri ülkeler arasında Almanya zirvede. Yurt dışına sattığı sanayi ürünleri, yurt dışına gönderdiği turistleri ve başka ülkelere yaptığı doğrudan ve dolaylı ekonomik yatırımları ile Almanya birçok ülkenin kalkınmasında hayati bir rol oynuyor. Almanların çoğu kendilerini güvensiz hissetmiyorlar. Bundan dolayı da kaynaklarını askeri harcamalara ayırmaya soğuk bakıyorlar. Avrupa Birliği politikalarına yön veren ve AB’nin genişleme ve derinleşme stratejilerine en fazla etki eden ülke de Almanya. AB’nin kurumsal çatısının Almanya’nın federal yönetim tarzından esinlenilerek oluşturulduğu akademik çalışmalarda kabul gören bir nokta.
Bütün bu kazanımlara rağmen Alman eliti ve halkı son yıllarda ciddi bir ‘muhasebe’ sürecinin içine girdi. Bu muhasebeyi zorunlu kılan en önemli neden hiç kuşkusuz Alman mucizesini ortaya çıkaran yapısal şartların son yıllarda aşınmaya başlamış olması. İçeride Sosyal Demokratlarla Hıristiyan Demokratlar arasında sağlanan büyük uzlaşma ve dışarıda liberal dünya düzenin sunduğu geniş konfor alanı Almanya’nın hızla refah devletine dönüşmesini kolaylaştırmıştı. Amerika Birleşik Devletleri’nin NATO üzerinden sunduğu güvenlik garantisi ve Avrupa Birliği bütünleşme süreci çerçevesinde Alman-Fransız ilişkilerinin güçlenip derinleşmesi Almanya’nın başarısının iki önemli anahtarı oldu hep.
Bu arka plandan bakıldığında son yıllarda yaşananlar Almanya için endişe verici bir hal almaya başladı. Trump Amerika’sının liberal dünya düzeninin temel felsefesi, kurumları ve pratiklerine yönelttiği saldırılar Almanları ürkütüyor. Almanya’nın ticaret devleti kimliği sürdürülebilir uluslararası barış ve istikrar ortamını gerektiriyor. Bu bağlamda Amerika’nın sunduğu güvenlik garantilerine Almanya’nın bir alışmışlık durumu var. Uluslararası sistem ne kadar öngörülebilir olur ve uluslararası hukuk ve işbirliği mekanizmaları ne kadar etkili çalışırsa Almanya o kadar fazla ticaret fazlası veriyor ve refah devleti olarak kalıyor. Hâlbuki son zamanlarda Trump Amerikası bir yandan uyguladığı ticaret yaptırımları üzerinden Alman ekonomisini tehdit ederken diğer yandan Avrupa Birliği’nin zayıflamaması ve parçalanması için değirmene su taşınmaktan geri durmuyor. AB’yi meşru bir uluslararası aktör olarak görmek yerine Amerika AB üyesi ülkelerle daha çok ikili takılmayı yeğliyor. Trump Amerikası’nın Avrupadaki illiberal ve popülist yönetimlere verdiği destek ve Avrupalı müttefiklerini askeri savunmaya daha fazla kaynak ayırmaları noktasında zorlaması da işin cabası.
Almanya’nın refahını ticaretten elde etmesi ve verdiği ticaret fazlalarının başkaları tarafından tehdit olarak görülmemesi için dünyada çok-taraflı işbirliği kültürü ve mekanizmalarının kabul görmesi önemli. Diğer Avrupa Birliği üyesi ülkelerin Almanya’nın lider konumunu sorgulamamaları ve Almanya’nın sunduğu reçeteleri kabul etmeleri için AB içinde kalmayı kendi zenginlik ve güvenlikleri açısından hayati görmeleri gerekiyor.
İngiltere’nin AB’den ayrılma sürecine girmesiyle AB’nin uluslararası arenada sahip olduğu olumlu algı ve etkinlik kapasitesi zayıflıyor. İngiltere’nin yokluğunda diğer üyeler Almanya-Fransa ikilisine daha kuşkuyla bakıyorlar. Avrupa Parlamentosu üyeleri ve AB üyesi bazı ülkenin ciddi itirazlarına rağmen AB Komisyonu’nun başına bir Almanın gelmesi son kertede Makron-Merkel uzlaşmasıyla mümkün oldu. Brexit sonrası ortamda AB içinde Almanya kuşkuculuğunun tırmanacağı kesin gibi. Almanya’nın başta göçmenler olmak üzere ekonomik krizden çıkış noktasında benimsediği politikalar her geçen gün daha fazla sorgulanıyor.
Diğer taraftan Rusya ve Çin’in dünyanın geri kalanına ihraç etmeye çalıştıkları illiberal otoriter siyasi değerler ve devlet-güdümlü stratejik kalkınma modeli Almanya mucizesini yaratan ortamın ruhuna temelden aykırı. Dış politikada başta askeri olmak üzere diğer sert güç unsurlarını kullanmaktan çekinmeyen ve liberal demokratik ülkeleri içlerinden zayıflatma adına her türlü yola başvurmaktan geri durmayan Rusya ve Çin’e karşı Almanya’nın Amerika’nın desteğini alacağının garantisi de artık yok. Geleneksel müttefikleriyle arayı iyi tutmak şöyle dursun elinden geldiğince onları zayıflatmaya çalışan Trump yönetimi dolaylı yollardan Rusya ve Çin’in ekmeğine yağ sürüyor. Trump’la Merkel’in kimyalarının tutmaması iki ülke ilişkilerini olumsuz etkilerken birçok çevrede Almanya’nın liberal dünya düzeninin savunuculuğunu ve garantörlüğünü yapması gerektiği söyleniyor.
Koltuğundaki günleri sınırlı da olsa Başbakan Merkel’in ve Alman siyasilerin Almanya’nın küresel siyasetteki konumunu ve oynayacağı rolleri tartışmaya başladıklarına artık daha fazla şahit oluyoruz. Uluslararası sistemin sunduğu verimli ortam ve Almanya’nın tarihsel günahlarından arınma çabası uzun yıllardır Almanya’nın sivil güç kimliğini ortay çıkaran en önemli unsurlardı. Almanya uzun yılladır tarihin doğal akışının dışına çıkmış bir ülke gibi davranıyordu. Küresel liderlik hırsları olmayan, siyasi ve ekonomik etkinliğini uluslararası kurumların üzerinden meşrulaştıran, çatışmaları yatıştıran ve kendi post-modern cennetini jeopolitik güç mücadelelerine olabildiğince uzak kalarak sürdürmeye çalışan bir Almanya vardı. Artık Almanya’nın bir şeyler yapma ve inisiyatif alma zamanı geldi gibi. Almanya kendi refahını korumak ve güvenlik çıkarlarını sağlamak için daha fazla topa girmeli. AB’nin geneline sirayet göçmen karşıtlığı ve popülist siyaset Almanya’yı da etkiliyor. İnandığı liberal değerleri her geçen gün daha fazla belirginleşen realist dünyada nasıl yaşanır kılacağı Alman yöneticilerini bekleyen en önemli sınav.