İslam İnkılabı’nın 1979 yılında zafere ulaşmasından önce, İran, İsrail ile iyi ilişkilere sahip sayılı İslam ülkeleri arasındaydı. Hatta bundan da öte devrik Şah rejimi, Mısır ve Siyonist rejim arasında Camp David Antlaşması’nın imzalanmasına zemin hazırlanmasında etkili bir rol oynamıştı. Bu durum Filistin davasını kendilerine ülkü edinmiş çoğu İranlılar açısından kabul edilebilir sıradan bir olay değildi. Bu yüzden İslam İnkılabı’nın zafere ulaşmasından sonra devrim güçlerinin ilk işi, Filistin bayrağını daha önce İsrailli diplomatların bulunduğu büyükelçilik binasına dikmek olmuştur. İnkılab ve İnkılab’ın önderleri, Filistin davasını sürekli olarak kendilerine ülkü edindikleri için, daha başından itibaren, bu davada hiçbir uzlaşmaya yanaşmamışlar, bu yolda bütün baskıları, ablukaları, hatta vekaleten veya doğrudan yürütülen savaşı bile göze almışlardır. İran İslam Cumhuriyeti Filistin’in derdini, diğer tüm dost ve komşu müslüman dertleri gibi kendi derdi olarak görmekte, onların güvenlik ve özgürlüğünü kendi güvenliği ve özgürlüğü bilmektedir.
Ancak bazıları, Arap dünyasını kendi hesaplaşmalarına ve açgözlü emellerine alet etme çabası içerisindeler. Onların aksine İran İslam Cumhuriyeti, kendi güvenliği ve istikrarını bölgenin bilhassa tüm komşularının güvenliği ve istikrarına bağlı görmektedir. Bu herkesin öncelikli meselesi olmalıdır. Bu bağlamda İran İslam Cumhuriyeti, bölgenin tüm ülkelerin gücünü erozyona uğratan karanlık dehlizden çıkmasında bir başlangıç olması için, diyalog, ortak ilkeler ve güven inşa eden mekanizmalara dayalı ortak bir güvenlik antlaşmasının tesisine ilişkin talebini çeşitli vesilelerle dile getirmiş, iyi komşuluk ilişkileri, güvenlik ve ortak çıkarların korunması adına bütün taraflarla işbirliğine hazır olduğunu defalarca açıklamıştır. Bu aşamada bütün bölge ülkelerine kendi halkları, tarih ve gelecek nesiller önünde sorumluluk düşmektedir. Bu uzun zinciri sonlandırmak için bugün varolan minimum şartlar yarın olmayabilir.
Bölgede etkili olan yabancı güçler, sürekli savaş seçeneğini seçmek ve bölgede art arda savaş çığırtkanlığı yapmak suretiyle kalıcı barışın sağlanmasına fırsat bırakmamışlardır. Onlar bir zamanlar İran ve Kuveyt’e saldırması için Saddam Rejimi’ne destek vermişler daha sonra Saddam’ı devirmek için onunla savaşmışlardır. Afganistan’da El-Kaide ve Taliban’a destek vermişler sonra bu grupları ülkeden çıkarmak için savaş çıkarmışlardır. Yine onlar bu gruplardan başka bir grubu, radikal örgütlerle mücadele bahanesi ile Suriye’yi işgal hazırlığı ve bu ülkeyi yok etme planları için kullanmışlardır. İsrail’in Lübnan aleyhinde giriştiği savaş, Filistin topraklarının illegal bir şekilde işgali, Suriye hava sahasının defalarca ihlali ve bugün - son üç yıl içerisinde batılı silahlarla yapılan katliamlara sahne olan- Yemen’e karşı yürütülen savaş saydığımız bu senaryoların parçalarıdır. Şimdi şu soruyu sormak gerekir ki bölgemiz bütün bu yaşanan ve yaşanacak gelişmelerden ne kazanmıştır ve bunun dünyaya etkisi nasıl olmuştur?
Geçtiğimiz yarım asırı aşkın zaman dilimindeki politikalar, dünyayı kriz olarak niteleyebileceğimiz bir noktaya getirmiştir denebilir. Görünen o ki bugünkü gelinen noktada dünya bir çıkmaza girmiştir. Öyleki uluslararası ilişkilerin temelini oluşturan bilimler ve tarihi kurallar bu ilişkileri yönetmede aciz kalmıştır. Ortadoğu bölgesi de yavaş yavaş etniksel, mezhebi, dini ve kabilevi çeşitli çatışmaların alevlendiği minumum güvenlikten yoksun bir coğrafyaya dönüşürken, bir çok ortak paydalara ve az ihtilaflara sahip milletleri kendinde barındıran bu bölgede güvenlik bulunmaz bir emtia halini almıştır. Unutmayalım ki bölgede yaşayan Araplar, Türkler, Farslar, Kürtler ve diğer milletler tarih boyunca biribirleriyle etkileşim halinde olan ve iç içe geçmiş ortak bir tarihe, aynı kültüre, benzer dillere, gelenek ve göreneklere sahiptirler. Hal böyleyken neden bu ortak paydaları bırakıp cahileye savaşlarının hortlamasına neden olan kin ve nefret duygularının olabildiğince alevlenmesinden ve geride gözü yaşlı anneler bırakmaktan başka sonucu olmayan çatışma mantığını tercih edelim?! Biz yeniden kanlı uzun savaşlar görmek istemiyoruz. Tarihimizde böyle bir tablonun tekrarını görmek istemiyorsak, görüş ayrılıklarımızı karşılıklı oturup masada çözmemiz gerekir, savaş meydanlarında değil!
Tabii bu söylediklerimiz görüş ayrılıklarını unutmak manasına gelmiyor. Bizim istek ve çağrımız görüş ayrılıklarının dostlukları gölgelememesidir. İslam Cumhuriyeti’nin bölgenin yeniden yapılanması önerisinden amacı, görüş ayrılıklarına saygı gösterilmesinin yanı sıra tüm bölge ülkelerinin menfaatlerinin sağlanmasıdır. Çünkü güçlü ülkelerin diğer ülkeler üzerinde egemenlik kurmasının önlenmesi bu yeniden yapılanmanın temelini oluşturmaktadır. Böylece bölgedeki küçük ülkeler sorun ve meselelere katılım hakkını kazanmış olacak ve kendi çıkarlarını koruyabileceklerdir.
Kara ve su sınırımız bulunan komşularımız ile ortak güvenliğimiz, Birleşmiş Milletler senetlerinde belirli egemenlik hakkı, güç kullanma ve tehditten kaçınma, krizlerin barışçıl yollardan çözüme kavuşturulması, devletlerin kendi toprakları ve sınır sahaları üzerindeki egemenlik hakkına saygı gösterilmesi, ülkelerin içişlerine karışmama ve ülkelerin kendi kaderlerini belirleme hakkı gibi ortak usul ve ilkelere bağlı kalmaya dayalıdır. Bununla birlikte söz konusu ortak güvenliğin tesisi, askeri tatbikatların düzenlenmesinde bilgi verilmesi, askeri girişimlerde şeffaflık, silahlanmaya ayrılan bütçelerin düşürülmesi ve karşılıklı askeri ziyaretler gibi güven yaratıcı ciddi adımlar atılmasını gerektirmektedir. Bizler ülkelerimiz arasında turizmi teşvik etmek, nükleer güvenlik alanında ortak yatırımlar ve projeler, çevre kirliliği ile mücadele ve kriz yönetimi gibi daha basit girişimlerle bu yola koyulabiliriz.
İran her zaman olduğu gibi elini bir kez daha sadakatle komşularına uzatmaktadır. Bu, gösterişten ibaret bir davranış değil, İran’ın stratejik bir seçeneğidir. Çünkü İran ortak paydalarımızın, bir takım asılsız kaygılar ve geçici çıkarlardan kaynaklanan ve gelecek yıllarda öncelik oluşturmayacak görüş ayrılıklarından kat kat fazla olduğu inancını taşımaktadır. Bizler barış yolunu seçmezsek gelecek kuşaklar karşılıklı oturup görüşme ve diyalog fırsatını bulamayacaklardır.