Türkiye yeni proaktif güvenlik doktrini ile kendine dönük tehditleri bertaraf ederken muhatap ülkelerin yeniden kendi ayakları üzerinde durmasını mümkün kılacak siyasal projelere katkıda bulunabildiği ölçüde tam anlamıyla güvenliğini sağlayabilecektir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın “sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz” ifadesinde özetlendiği biçimde Türkiye'nin Ortadoğu politikasında yeni bir güvenlik doktrinini öncelendiği döneme giriyoruz. Daha öncesinde Başbakan Yıldırım'ın terörle mücadelede proaktif bir yaklaşımın benimseneceğini belirttiği vurgusuyla ele alındığında, iç ve dış güvenlik politikalarında bütüncül bir söylem dönüşümüyle karşı karşıyayız. Yine de, ortaya konulan bu “yeni” güvenlik yaklaşımı, kökten bir kopuştan ziyade, özünde AK Parti iktidarlarına hakim olan pro-aktif dış politikanın temel ilkeleriyle uyumlu bir dönüşümü gösteriyor.
Dönemsel farklılaşmaların ötesine geçilirse, AK Parti iktidarlarında Türk dış politikasının üzerine oturduğu stratejik kültür, stratejik özerklik arayışı, bunu hayata geçirmeye dönük sergilenen pro-aktif dinamizm ve idealizm ile pragmatizmin mecz edilmesine dayanıyordu. “Merkez ülke” kavramsallaştırmasında karşılığını bulan rol tanımından mülhem bu stratejik özerklik arayışı Türkiye'nin mücavir coğrafyaya dönük ilgisini ve etkileşimini arttırarak küresel ölçekte etkin bir aktör olma çabasını göstermekteydi. Nitekim Türkiye Arap isyanlarıyla başlayan bölgesel kırılmanın fırsat ve meydan okumalarını bu perspektiften okumuş, kendi tercihleriyle uyumlu bir bölgesel düzenin oluşumuna katkıda bulunmak amacıyla demokratik dönüşümü önceleyen bir vizyon benimsemiştir.
Hatırlanacağı üzere, Arap Baharı'nın ifade ettiği demokratik dönüşüm sürecinin tıkanması ve bölgesel düzen ve istikrarın aşınmasıyla derinleşen güvensizlik sarmalı, dış politikada revizyon tartışmalarını da beraberinde getirmişti. Belki de 2013 yılına kadar geri götürülebilecek bu tartışmada sıklıkla ileri sürülen bir teze göre, Irak ve Suriye'de karşılaşılan meydan okumaların derinliği ve Ankara'nın gücünün sınırlarını tecrübe ettiği göz önüne alındığında Türk dış politikasında köklü bir revizyon kaçınılmazdı. Bu revizyonun da çoğunlukla pro-aktif dış politikanın terk edilerek 'geri çekilme'yi önceleyen defansif bir vizyonun benimsenmesini gerektirdiği salık verilmekteydi. AK Parti hükümetleri içeriden ve dışarıdan bu yönde yapılan eleştirilere rağmen kendi stratejik kültürünü ve dış politika ilkelerini korumuş, köklü revizyondan ziyade konjonktürel ayarlamalar hayata geçirmiştir. Zaman zaman eleştirilerin çok şiddetlenmesine rağmen Ankara, sınır-ötesi ilgi ve taahhütlerinden geri çekilmemiş, pro-aktif angajman siyasetini sürdürmüş, ve nihai tahlilde Suriye'ye ve sonrasında Irak krizine farklı enstrümanlarla bir şekilde müdahil olagelmiştir.
Tüm bu süreçlerde Türkiye'nin merkez ülke kavramsallaştırmasına dayalı rol tanımı dış politikasının sabit unsuru olarak devam edegelmiştir. Asıl dönüşüm Türkiye'nin yönelimlerinde ve dış politika enstrümanlarında yaşanmıştır. Bölgedeki krizlerin çözümsüzlüğe evrilmesi bir yandan güvensizlik sarmalını derinleştirirken öte yandan 2015 yazı itibariyle Türkiye'nin kendi içindeki terör sorununu da tetiklemiştir. Bu gelişmeyle, Arap Baharı sürecinin en başında “Suriye bir iç sorunumuzdur” anlayışıyla bu krize müdahil olunmasının dayandığı rasyonalitenin haklılığı geriye dönük acı bir şekilde onanmıştır. Kendisine dönük giderek tırmanan terör ve şiddet kampanyası karşısında Türkiye'nin, bölgesel dönüşüm sürecinin en başında benimsediği angajman siyasetini sürdürmesi, vereceği en doğal tepki idi. Fakat dış ortamdaki risk ve tehditlerin ve bunların içeriye yansımalarının yoğunluğu düşünüldüğünde bölgede Türkiye'nin yeni bir dış politika yönelimiyle hareket etmesi ve zor unsurunu içeren enstrümanları öncelemesi kaçınılmaz idi.
Nitekim Temmuz 2015'den itibaren gerektiğinde sınır-ötesi askeri hareketlilik de olmak üzere Ankara'nın askeri enstrümanları daha geniş bir yelpazede kullanmaya başlaması bu yeni yaklaşımın habercisiydi. Özellikle başından itibaren bir örtülü istihbarat operasyonu ve diplomatik araçlarla yürütülen Suriye siyasetinde doğrudan Türk askeri unsurlarının kullanımına giden süreç bu evrimi göstermiştir. Yine, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın “gerekirse kendi göbeğimizi keseriz” söylemiyle ifadesini bulan bu yaklaşım, bölgede yerleşik dengelerin ve aktörlerin kaydığı bir zeminde geleneksel müttefiklik ilişkilerinin dışına da çıkan ve tek-taraflı adımların önceleneceği bir dönemi açmıştır.
Bütünüyle ele alındığında bu gelişmeler, Türk dış politikasında realist öğrenme eğrisinin devam ettiğini göstermektedir. Arap Baharı öncesi dönemde yumuşak güç söyleminin biraz da abartılı biçimde kullanıldığı dönemin ardından, bölgesel dönüşüm süreci Türk dış politikasında sert güç unsurlarının daha etkin biçimde kullanımı yönündeki sistemik baskıyı arttırmıştır. Özellikle askeri modernizasyon ve milli silah sistemlerinin geliştirilmesine dönük yürütülen çalışmaların getirdiği kapasite artışının da etkisiyle bugün Türkiye, güvenlik politikalarında bu yeni yönelimi hayata geçirebilecek bir imkanlar setine sahiptir.
Bu yeni dış politika yöneliminin iki farklı motivasyona dayandığı görülmektedir ve ilkinin başarısı ancak ikinciyle birlikte ele alındığında mümkündür. Kısa vadeli perspektiften, önleyici müdahale denilebilecek bir refleksin bölgesel kökenli güvenlik risklerine karşı benimsenmesi elzem görülmektedir. Türkiye 1991 Körfez harbinden beri bölgede yaşanan jeopolitik kaymaların ve krizlerin negatif güvenlik dışsallıklarının bedelini ödemek zorunda kalan ülke oldu. Son yıllarda içeride attığı adımlarla Kürt sorununu demokratikleşme paradigmasında çözme girişimi bölgedeki bu jeopolitik depremle ciddi bir tehdit altında. Bunun da ötesinde, Türkiye çok uzun sürebilecek bir radikalleşme ve terör dalgasıyla karşı karşıya. Türkiye bölgede yaşanan istikrarsızlığın ürettiği göç dalgalarının her birini ve dolayısıyla bunların güvenlik risklerini göğüsleyen ilk ülke. Bütün bu risklerin kökenleri de Suriye ve Irak'ta ortaya çıkan güvenlik boşlukları ve meşru otoriteyle yönetilemeyen alanlarda yatmaktadır. Bugün Irak ve Suriye'deki derinliğinden devşirdiği eleman, silah, tecrübe ve imkanlar düşünüldüğünde terör örgütü PKK ve diğer risklerle proaktif bir sınır-ötesi güvenlik politikası olmaksızın baş etmek imkansızdır.
Uzun vadeli perspektiften ise Türkiye'nin dönüştürücü vizyonu yine benzeri bir proaktif yaklaşımı gerekli kılmaktadır. Bölgedeki demokratik dönüşüm vizyonu bazılarının iddia ettiği gibi gerçeklikten kopuk idealist bir proje değildir; bilakis idealizm ve realizmi meczeden ve cari güvenlik sorunlarına cevap veren pratik bir politikadır. Her ne kadar kısa vadede kendi askeri enstrümanları da dahil aktif bir güvenlik politikası gerekli olsa da, bölgedeki derin istikrarsızlık sarmalından çıkışın sağlıklı yolu bölgede çökmüş olan devlet yapılarının yeniden inşasından geçmektedir. Körfez Savaşından beri Türkiye'nin Irak politikasının temelini oluşturan ulusal uzlaşı, toprak bütünlüğü ve siyasi süreçlere katılım ilkelerine dayalı yeniden inşa süreci bugün hem Irak hem Suriye için birinci derecede ihtiyaçlardır. Bu öncelikler özünde Türkiye'nin Arap Baharının başında ortaya koyduğu demokratik dönüşüm vizyonu ile hayata geçirmeye çabaladığı bölgesel düzen tasavvurunun da olmazsa olmazları.
Türkiye yeni proaktif güvenlik doktrini ile kendine dönük tehditleri bertaraf ederken muhatap ülkelerin yeniden kendi ayakları üzerinde durmasını mümkün kılacak siyasal projelere katkıda bulunabildiği ölçüde tam anlamıyla güvenliğini sağlayabilecektir. Aksi takdirde sınır-ötesi askeri angajmanların Türkiye'nin üzerindeki bir yüke dönüşüp, onu da Ortadoğu'daki istikrarsızlık ve güvensizlik sarmalının içine çekmesinin önüne geçmek zor olacaktır. Zira Türk dış politikasının rol tanımını oluşturan merkez ülke kavramının temel tezi hala geçerlidir: Türkiye bölgesini dönüştürebildiği ölçüde, kendi dönüşümünü sağlıklı biçimde sürdürebilecektir.