Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, yeni yazısında Prof. Dan Ariely’nin dört ana başlıkta insanın neden yanlış inanışlara meyilli olduğunu anlattığı 'Yanlış İnanışlar' kitabını ele aldı.
Bu yazımızın konusu çok yeni raflara çıkan Prof. Dan Ariely’nin yazdığı “Yanlış İnanışlar” (*) kitabından yola çıkarak günlük hayattaki yanlış inançlarımızı ve sonuçlarını sorgulamak. Hem de herkesin kendi inandığını gerçek sandığı bir çağda. Emin olun son dönemlerde kafamı kurcalayan en önemli konu bu.
'Yanlış insanlar endişelendiriyor'
Dan Ariely Duke Üniversitesi’nde önemli başarılara imza atmış profesörlere verilen James B. Duke Professor unvanına sahip, psikoloji profesörü ve davranışsal ekonomist. Bu alanda çalışan en önemli akademisyenlerden de biridir. Türkiye’de de ilk önemli kitabı “Akıldışı Ama Öngörülebilir” (Predictably Irrational) ile başlanarak çok sayıda kitabı dilimize çevrildi.
Ariely kitabında kendi yaşadığı olaylardan ve tanıdığı kişilerden esinlenerek, yanlış inanışlarımızı sorguluyor ve onları derinlemesine inceliyor. Ayrıca kendimizi test edebileceğiniz ölçekler ve öneriler de sunmuş. Kitabın yazılma hikayesini ise giriş kısmında “Şeytanlaştırma” başlığı ile anlatmış. Genellikle girişleri atlayan biriyseniz bile okumanızı özellikle tavsiye ediyor.
İçinde bulunduğu toplumu anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken yazar hocamız kitapta okuyucusuna bazı öneriler sunuyor.
- Duygusal Unsurlar
- Bilişsel Unsurlar
- Kişilikle İlgili Unsurlar
- Sosyal Unsurlar
Kitap, bu dört ana başlıkta insanın neden yanlış inanışlara meyilli olduğu konusunu inceliyor.
Yanlış inanışlar politik fikirlerden, ideolojilerden bağımsız olmasa da, her fikirden ve ideolojiden insanın içinde bulunabileceği bir durum, belirli bir gerçek hakkında gerçek olmayan bilgiyi kabul etme halidir.
İnsan zaten yaradılış icabı inanmak ihtiyacı duyar. Bu bir din ise dogmatiktir. İlahi bir mesajla ulaşmıştır. Bir fikir ve ideoloji de olabilir, dogmatik değildir, ispata muhtaç bir teoridir. İleride güncellendiğinde inatçı takipçileri için bir yanlış inanış haline gelir. Filozofların asırlar boyunca birbiri ile çatışır gözüken genellikle bir yönüyle hayata bakan düşünceleri de böyledir. Zaten hayat tüm bu felsefi düşüncelerdeki hakikat kırıntılarının tamamının renkli bir bileşkesi değil midir? Konu akla kısa çok soru getiriyor, o zaman buyurun birlikte öğrenmeye…
Onları mantıklı bulduğumuz için,
İman ettiğimiz dogmalar oldukları için,
Güncellendiğinde değişmiş felsefe veya teori/idea olup artık kısmen veya tamamen geçersiz de olsa sadık/inatçı bendeleri olduğumuz için…
Halbuki konumuz bu değil, sadece günlük hayatta maruz kaldığımız iletişim ve kolay erişilen dijital bilgi depolarının hiçbir gözetime tabi olmayan, toplumsal kural dışı sunumlarının sebep olduğu “yanlış inanışlar”. Mesela; C-19 virüsünün şekli, nasıl bulaştığı… UFO’ların olup olmadığı, YZ’nın işimizi elimizden alıp bizi idare edeceği… Son peygamberden sonra da bazı insanlara ilahi mesaj geldiği, ölülerden medet ummak, kahin ve büyücülere inanmak gibi.
Yazar Dan Ariely “Yanlış İnanışlar” kitabında (*) bu tip inanışlara kapılma eğilimimizi Duygusal Unsurlar, Bilişsel Unsurlar, Kişilikle İlgili Unsurlar, Sosyal Unsurlar gibi dört unsur olarak ele alıyor. Bu unsurlar münferit olsalar bile, aynı zamanda birbirlerinden etkilenir ve yanlış inanışa düşme ihtimalini hızla artırabilirler, bunlar dört farklı aşama değil, bir de çarpan etkisi var. Bu unsurların bilhassa toplumdaki hızlı gelişmeye ayak uyduramayan her yaşta ergenler arasında neredeyse toplumsal huzur ve ahlakı bozacak şekilde etkili olduğunu unutmayalım.
1- Duygusal Unsurlar
Hepimiz, hayatlarımızda öngörülebilir ve öngörülemeyen stresler yaşarız. Bu anlamda, yazara göre her stres aynı değildir. Öngörülebilir strese örnek olarak her ay tamamlanması gereken raporlar veya ödemeniz gereken bir borç düşünülebilir. Öngörülemeyen stres ise aniden ortaya çıkan bir sağlık sorunu, bir doğal afet, aniden işinden olmak, sevdiğiniz birinin ani ölümü gibi durumlar olarak düşünülebilir. Bu tip bir stres beklenmedik olduğu gibi başa çıkması da oldukça zordur. Böyle bir durumda kontrolü kaybettiğimiz hissine kapılabiliriz. Bu da öğrenilmiş çaresizliktir.
Pek çok araştırma sonucunda kontrol edilemeyen bir stresi tekraren yaşadığında, kişi harekete geçmeye daha az istekli oluyor ve çözüm üretme becerileri azalıyor, kendini kötü hissediyor. Bu nedenle öğrenilmiş çaresizlik, artan depresyon riskiyle ilişkilendiriliyor.
Stres, doğası gereği birikimlidir ve bilişsel işlevleri ve karar verme sürecini olumsuz etkiler. Yazara göre kişi, stres gibi bütün diğer duyguları da yanlış anlamlandırma eğilimindedir.
Hocamızın önerisi ise, ki çok yerinde buldum, sizin duyguları yeniden ilişkilendirmeyi denemeniz. Stresi ve hayatta karşılaştığınız değişiklikleri, yıkıcı ve beklenmedik olaylar olarak değil, özgürce kendini gerçekleştirebilme fırsatları olarak görebilmeniz. Gerçekten de doğru. Düşünce sistemimiz bunu yapmaya muktedir.
Kitapta ayrıca dayanıklılık (resilience) kavramından bahsediliyor. Dayanıklılık toplum desteğiyle artıyor, ekonomik eşitsizlikte zayıflıyor. Bu “güvenli bağlanma” denilen çok önemli bir psikolojik olguyla ilişkilendirilmiş. Güvenli bağlılık çocuklukta ebeveynlerimizle kurduğumuz ilişkiyle başlar. Ebeveynlerin çocuklarına güvendiklerini hissettirmeleri onların dayanıklılıklarını artırır. Yetişkinlikte ise kurulan ilişkiler, stresle baş etme konusunda yardımcı olmalı, yani güvenilir ve derin ilişkiler kurmak duygusal dayanıklılığımızı artırır.
Stres altında, kişiler kendini zorda hisseder, sorular sormaya ve cevaplar aramaya başlar. Kontrolü yeniden ele almaya çalışır.
Suçlayacak bir “kötü adam” bulduğunda ise stres altındaki kişi geçici bir rahatlama ve kontrol hissi yaşar. Yazar bu durumu bir takıntı hastasının el yıkama gibi takıntılı davranışlarından duyduğu rahatlamaya benzetmiştir. Stres altındaki kişi, suçlayabileceği kötü adamın videolarını izlediğinde, geçici bir rahatlama yaşar, ancak uzun vadede kendini daha kötü hisseder.
Yanlış inanışlıların inandığı hikâyeler, komplo teorileri, son derece karmaşık olabilir. Bu, içerik oluşturanlar için daha fazla içerik üretebilmek anlamına gelir ve hikaye ne kadar detaylı ise, cevap arayan stres altındaki kişiler için o denli mantıklı argümanlar sunar gibi görünür. “Orantılılık önyargısı” gereğince, büyük veya önemli bir sorunun büyük nedenleri olması gerektiği düşünülür. Karmaşık hikâyeler benzersiz bilgi arzusunu tatmin ederek yanlış inanışlıların kendilerini daha güçlü hissetmesini sağlar.
Dan Ariely’e göre bu gibi yanlışa sevk eden hikayeler genellikle nefreti körüklemek üzere kurgulananlardır. Bunlar pekala beşinci kol (casusluk, sabotaj ve istihbarat) faaliyetleri olabilir. Karşılaştığınız her bilgiyi analizden önce şüphe ve ihtiyatla yaklaşmalısınız.
2- Bilişsel Unsurlar
Stres bizi aşağıya çektiğinde; cevaplar bulmaya ve suçlayacak bir kötü adam aramaya başlarız ve bu bilişsel unsurlar bizi yanlış inanışın derinliklerine götürür. İnsan bilinci, inanışlarımızı ve fikirlerimizi her zaman sorgulayamaz, güvendiğimiz uzmanları seçer ve güvendiğimiz kaynakları kullanırız, görüşlerimizi her zaman yeniden sorgulamayız. Bugün akşamlarımızın bedava eğlencesi olan TV dizileri, toplumu eğlendirmekten öte yanlış inanışların yayıldığı, yanlış davranışların genellendiği bir mecra olmuştur. Hatta tüm bunların bir gizli maksadı olduğu, toplumsal üst akla vehmetmeler, “büyük abi”ler gerçek sanılır olmuştur.
Doğru bilgiyi ararken, kişi doğrulama önyargısı ile şüpheyi çürütmek yerine doğrulayan şeyleri aramaya yönelir ve bir şeye inandığında, onun doğruluğuna kendini ikna etmek için çabalar. Sorunlara yönelik olası çözümlere karşı duyduğumuz korku, sorunların kendisini inkar etmemize yol açar ve kişi çözümden kaçar.
Komplo teorileri bilişsel önyargılardan faydalanmak üzere tasarlanmıştır. Böylece yanlış düşündüğümüzde veya anlayışımıza aşırı güven duyduğumuzda, durum daha kötü hale gelir. Mesela internette arama motorunda bilgi ararken, kanıtlamaya çalıştığımız şeyi yazma eğiliminde oluruz. Örneğin aşıların otizme neden olduğuna inanan biri, “Aşılar otizme neden olur” başlığıyla sorgulama yapar. Yani inanışımızı doğrulayan bilgiyi aramış oluruz. Elde ettiğimiz sonuçlar konu hakkındaki önyargımızı teyit eder.
Bundan kaçınmak için inandığınız şeyin tam tersini yazmayı deneyin. Her iki şekilde tarama yapmak daha detaylı ve kapsamlı sonuçlar ve doğrulama önyargısına karşı koruma sağlayacaktır.
Dünya karmaşık olsa da insan genellikle basit açıklamalarla tatmin olur. Kişi genellikle bilgiyi derinlemesine değil sadece anladığını hissetmekle yetinir. Bu yanlış inanışların oluşmasına katkıda bulunur.
3- Kişilik Unsurları
Kişilik, geniş anlamda bireysel farklılıklar olarak tanımlanıyor. Bazı kişilerin yanlış inanışlara diğerlerinden daha yatkın olduğu bulunmuş. Kişi her zaman tutarlı değildir, çoğu zaman bilinen kişiliği ile çelişen şekilde davranabilir. Bu “kişilik durumu”, belirli koşullarda ortaya çıkan ve bizi kısa süre için önemsiz derecede değiştiren “geçici kişilik değişikliği” olarak adlandırılır. Örneğin, trafikteki kişinin öfkelenmesi… İş hayatıma ciddi olarak ilk başladığım şehir olan Cidde, inkişaf halindeki alt yapısı ve yolları ile modern bir Amerikan şehrini andırırdı. Ama halktan bazıları, belki de çoğu, daha yeni çölden şehre, deveden arabaya binmişlerdi. Bundan Batılıların sık kullandığı bir atasözü doğmuştu: Bir Arap iyi insandır; ama araba kullanırken değil! :)) Düşünsenize bizler de araba kullanırken yaya olarak asla yapmayacağımız birçok şey yapıyoruz!
Biz kişiliği yorumlarken kişinin baskın bir özelliğe sahip olduğu görüldüğünde her durum ve koşulda aynı şekilde davranacağı ön kabulünden yola çıkarız. Cömert biri, fırsat bulduğu her yerde cömert olacaktır, yaratıcı biri, her faaliyetinde yaratıcı olacaktır. Narsist biri ise her yerde kendini önceleyen bir tavırda olacaktır. Ancak bu yanlıştır. Bilim diyor ki kişilik büyük bir nehirdeki küçük yan akıntı gibidir, yalnızca resmin parçalarından biridir. Yani, tek bir kişilik özelliği kişiyi yanlış inanışa meyilli hale getirmeye yeterli olmayacaktır.
Yazarın gözlemlediği bazı ortak kişilik özellikleri:
Kontrol eksikliği
Birçok deneyde sonuçlar, zihnin her zaman örüntüleri (pattern) arayan bir anlamlandırma çabası olduğunu ortaya koymuştur. Ancak iradi kontrolümüz azaldığında, zihnimiz uydurma bile olsa dünyayı anlamlandırmamıza yardım eder ve örüntüler kurar.
Sezgisel yöntemler
Bunlar herkesin kullandığı karar verme kısayolları olsa da ayrıca bir kişilik özelliği olarak tanımlanmıştır, ancak sezgilere aşırı güvenmek yanlış inanışlara sahip olmaya neden olabilir.
Entelektüel Alçakgönüllülük
Genel olarak entelektüel alçakgönüllülük puanı yüksek olan kişiler inanışlarının yanlış olabileceğine inanmaya daha meyillilerdir. Sunulan kanıtların gücüne daha çok itimat eder, insanların neden onunla aynı fikirde olmadığına daha fazla dikkat eder ve karşıt görüşlere de önem verir ve zaman ayırırlar. Entelektüel alçakgönüllülük düzeyi yüksek olan kişilerin komplo teorilerine, yanlış bilgiye inanma olasılığı daha düşüktür. Ancak tabii yanlış inanışa sahip kişiler de alçakgönüllüymüşler gibi konuşabilirler.
Hayali korelasyon
Çevremizde pek çok şey değişir ve bu şeylerin birlikte değiştiklerini gözlemlediğimizde, doğal olarak birbirleriyle bağlantılı olduklarını düşünme eğilimindeyizdir. Ancak bazen öyle de değildir. Bu hayali korelasyondur. Örneğin vitamin aldıktan sonra daha enerjik olduğunu düşünenler vardır, bu doğru olduğu için değil, vitamin aldığımızda dikkatimiz değişir ve farklı beklentilere sahip olduğumuz için de olabilir.
Geriye dönük önyargı
İsminden anlaşılabileceği gibi, başından beri biliyormuş gibi hissetmek denir buna! Hani olan bitenden sonra zaten olmuş olaylardan seçerek kanıtlarla komplo teorisi yazmak gibidir. Bu, geriye dönük önyargı olarak adlandırılmıştır.
Narsisizm
Narsisizm ise yanlış inanışta rol oynayan bir diğer unsur. Narsist kişinin strese maruz kalması yanlış inanışa sahip olmak için elverişlilik demektir. Stres, kontrolü yeniden ele alma ihtiyacını arttıracağından narsisizm daha belirginleşecektir.
4- Sosyal Unsurlar
Kişinin yanlış inanışlı olmasında sosyal güçler önemlidir. Dışlanmışlık hissi, yanlış inanışlara sevk eder. Sosyal çekim, arkadaşlarımız ve ailemiz tarafından dışlanmış hissetmeye başladığımız ve yeni bir topluluğa ait olma duygusu içinde olduğumuzda gerçekleşir.
Bir araştırmanın sonuçları, dışlanma deneyiminin küçük dahi olsa, insan için son derece önemli olduğunu ve insanı oldukça olumsuz etkileyebildiğini göstermiştir. Kişi, ailesinden veya sosyal çevresinden gelen olumsuz davranışlar karşısında yanlış inanışlara ilgi duyabilir.
Sosyal çevren yanlış inanışları pekiştirebilir veya tam tersi yanlış inanışlar, yeni bir sosyal çevreye sevk eder. Dışlanma duygusu yoğunlaştıkça, yeni sosyal grubumuza olan bağlılığımız pekişir.
Sosyal Hızlanma
Bilişsel uyumsuzluk, yani kişinin iki bildiğinin çelişmesi yanlış inanışlarının ikiye katlanmasına neden olur. Bilişsel uyumsuzluk sonucunda yanlış inanışlar güçlenebilir. Kişinin eylemleri fikirlerinde değişikliğe yol açabilir. Yanlış inanışlar söz konusu olduğunda olası eylemlerin çoğu sosyaldir, mesela; diğer insanlarla konuşmak, doğruluğu kanıtlanmamış bilgiyi yaymak gibi…
Sosyal statü kazanma ihtiyacı, kişiyi kutuplaşmaya götürür ve yeni sosyal gruptaki statü ve bu ilişkileri kaybetme korkusu, kişinin gruptan ayrılmasını zorlaştırır. Sosyal olarak dışlanma korkusu ile kişi yeni topluluğa sadık olur ve yanlış inanışın değişmesi zorlaşır.
Ariely’e göre gelecekte yanlış inanışların zararlı etkileri ortadan kalkmayacak, hatta güçlenecek. Ben bundan endişe duyuyorum. Güven sağlıklı bir toplumun temel bileşenlerinden biridir. Yanlış inanışlar güveni zedeler, birlikte çalışma ve önümüzdeki engelleri birlikte aşma becerilerimiz için ciddi riskler oluşturur. Artık kişiler arasında olan, hükümetlere ve kurumlara duyulan güven erozyona uğramıştır. Güvensizlik, bir sarmal içinde, güvensizliği arttırır.
Bir güvensizlik sarmalı başladığında, döngüyü kırmak ve güveni genişletmek için çabalamak gerekir. Burada güven tesisi için, asimetrik güç nedeniyle ilk hamleyi hükümet yapmalıdır. Kitapta sosyal ilişkilerde ilk hamleyi kimin yapması gerektiği sorusu tartışmaya açık bırakılmış ama…
Kişinin karmaşık bilgiler karşısında her zaman iyi kararlar vermesini bekleyemeyiz. Nasıl iklim şartları karşısındaki fiziksel yetersizliğimizle baş etmek için ısıtma ve soğutma gereçlerine, uygun kıyafetlere ihtiyaç duyuyorsak, zihinsel sınır ve kısıtlarımız için teknoloji kullanmalıyız, hatta icat etmeliyiz. Ancak böylece güvene ve yüksek bir performansa ulaşabiliriz.
Şimdi tüm bunları okuduğumuzda umarım kolaylıkla benimsediğimiz yanlış inanışların hayatımızdaki rolü ve sahip olduğu güç, üstesinden gelmek bir yana, idare edilemeyecek kadar büyük ve zorlu bir sosyal tehdit olarak görünüyor. Her halde eğitim sistemimizi buna göre güncellememiz gerekiyor. Yetişkin insanlarımız için dahi bir dijital hayat ve sosyal medya kullanmak eğitimi gerekli! Yoksa aşınan toplumsal güven sosyal toplumu derinden yaralıyor. Birçok şeyi başaran insan bunu niçin başaramasın diye düşünürken bir yandan da endişelenmeden yapamıyorum.