Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2017 yılı sonunda gerçekleştirdiği Sudan, Çad ve Tunus ziyaretleri, ülkemizin 16. yüzyıla kadar uzanan bölgeye ilgisini, tarihi ve kültürel bağlarını yeniden hatırlattı. Erdoğan’ın ziyareti ile I. Dünya Savaşı ile bölgeyle kopan bağlar yeniden kuruldu.
Osmanlı’nın uzak coğrafyalarındaki yer adları bazı atasözlerimizde yer almış ve hala sırası geldiğinde de onları kullanmaktayız ki bunlardan birisi de Fizan ile ilgilidir. Muhatabımızla bir şekilde konuşurken sebebi ne olursa olsun mekân bakımından ne kadar uzaklaşsak bile onu bir gün bulmayı kafamıza koymuş isek “Fizan’a gitsen bulurum” deriz veya “nereye gidersen git yeter ki benden uzak ol” anlamında “Fizan’a kadar yolun var” deriz, ya da senin için “Fizan’a bile gelirim” sözünü verebiliriz.
Antik dönemden itibaren ismini koruyan nadir bölgelerden birisidir aslında Fizan dediğimiz coğrafya. Öyle ki neredeyse Türkiye kadar geniştir toprakları ve farklı mevkilerinde yüzün üzerinde yerleşim birimi vardır. Osmanlı Devleti’nin gündemine 1577 yılında Padişah Üçüncü Murad zamanında girdi ve o zaman şimdiki Çad-Nijer-Nijerya ve Kamerun sınırlarından önemli kısmını idaresinde tutan Kânim-Bornu Sultanlığına bağlıydı. Akdeniz ile bugün Sahraaltı Afrika dediğimiz bölgeye en kolay geçiş Fizan kasaba ve vahalarından yapıldığı için burada hâkimiyet kurmak da muhafaza etmek de zordu. Ne var ki Osmanlılar Trablusgarp vilayetini Mısır ve Cezayir’den sonra 1551 yılında yeni bir eyalet merkezi yapınca güney bölgesi ile irtibatları, özellikle hac ve ticaret kervanlarının gidiş-gelişlerini her türlü Sahra haydutlarının saldırılarından güvenli hale getirmek gerekiyordu. Bu sebeple Trablusgarp’daki Osmanlı idarecileri Kânim-Bornu Sultanlığının göstereceği tepkiye rağmen derhal Fizan bölgesine de ilgi duymak zorunda kaldılar.
Osmanlı Padişahlarından Üçüncü Murad bu konuda çok kararlıydı. Büyük dedesi Yavuz Sultan Selim zamanında, 16. yüzyılın ilk yıllarında, Cezayir ve Mısır’da başlayan hâkimiyet alanlarını, dedesi Kanuni Sultan Süleyman’ın Tunus’u çok istemesine rağmen 1532-1535 arası hakimiyeti kısa süreli sağlasa da devam etmemişti. Ama Trablusgarp’ın İspanyollardan alınışıyla epeyce genişleyen ve muhafaza edilen iktidarı Papalığın manevi önderliğinde kurulan tüm hayalleri boşa çıkarmaya yetmişti. Babası İkinci Selim döneminde Tunus’un 1569’da geçici, 1574’te ise yaklaşık 50 bin askerle savaşılarak ve 10 binden fazla şehit verilerek İspanyollardan alınışı ile kalıcı hale gelmesiyle iç bölgelere de ilgi duymak gerekiyordu.
Cezayir, Tunus ve Trablusgarp eyaletleri ile Akdeniz havzası, bugün Sudan sınırlarındaki Sevâkin ve Eritre idaresindeki Masavva merkezli Habeş eyaleti ile, bazen de Hicaz eyaleti üzerinden yönetilen Kızıldeniz havzası, hatta yerel idarelerle kurulan irtibatlarla Çad Gölü havzası da güvenli hale getirilmek zorundaydı. Dahası Yemen eyaleti valisi Hasan Paşa da 16. yüzyılın son çeyreğinde, yani 1574’ü takip eden yıllarda Doğu Afrika ve Arap Yarımadası sahillerini de güven altına alarak büyük bir başarı sağlamış ve bugünkü Kenya’nın Mombasa isimli adası ile Aden Körfezi ve özellikle Somali sahilleri 80 yıllık Portekiz işgalinden kurtarılmıştı. İstanbul için Afrika’da sağlanan bu etkinlik kıtanın sömürgeleştirilmesini asırlarca engelleyecek bir süreçti ve Papalığın korktuğu başına gelmiş, İspanya tamamen, Portekiz de büyük oranda elde ettiklerini kaybetmişti.
Afrika adının henüz Kuzey Afrika ile Batı Afrika sahilleri için sınırlı şekilde kullanıldığı 16. yüzyıl başında bile Fizan ismi daha önemli bir coğrafyayı temsil ediyordu. Burasını aşmak kıtanın içlerine uzanmak anlamına geliyordu. Osmanlı bunu Sahraaltı Afrika sultanlıklarından en güçlüsü ve geçmişi asırlar öncesine dayanan Kânim-Bornu dahil özellikle 16. yüzyılda ortaya çıkıp büyüyen Sudan’daki Func ve Darfur; Etiyopya’daki Harar; Çad’daki Vaday ve Bagirmi; Nijer’ye Agadez; Mali’deki Gao ve Timbüktü ile sağladı. Yaklaşık üç asır hac ve ticaret kervanları ya Fizan’ın kasabalarında, ya da Çad üzerinden doğuya ilerleyip Sevâkin’den, Güney Afrika’dan ilerleyerek Mombasa ve Somali sahillerinden Arap yarımadasına ulaşıyorlardı.
Afrika toplumlarının çoğunun daha birinci hicri asırdan itibaren İslam ile müşerref olmalarından sonra antik çağlardan kalanlar dahil hepsini geliştirip kullanışlı hale getirdikleri kervan güzergâhlarının Osmanlılarca idare edilmesinden, sömürgeciliği tüm kıtaya yaymak isteyen Avrupa zihniyeti çok rahatsızdı. Ne yapıp edip bu güzergâhları yok etmeleri gerekiyordu. Önce coğrafya cemiyetlerinin ve jeoloji araştırmacılarının bilimsel veriler elde etmek üzere kıtanın iç bölgelerine ilerlemeleri yine İstanbul’dan kendilerine verilen geçiş belgeleri ile mümkün olmuştu. Müslüman kisvesine bürünüp kıtanın içlerine doğru ilerleyen maceraperestlerin sayısı da az değildi. Ancak bunların gerçek kimliği keşfedilince çoğu bu girişimlerinin bedelini hayatları ile ödüyorlardı. Ama Osmanlı’dan izin alanlar ister Müslüman, ister Hıristiyan veya Yahudi olsunlar gerçek kimliklerini kullanarak istedikleri bölgede rahatça dolaşıyorlardı. Ne var ki bu seyahatler bilimsel araştırmanın ötesine geçti ve misyonerler ile askerler de bu seferlere sıkça tevessül ettiler.
19. yüzyıl içinde tüm kıtanın iç bölgelerine yönelişin tek amacı vardı, Avrupalı güçler kıtayı kendi aralarında paylaşıp istila etmek ve Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyıldan itibaren devam eden gücünü tamamen kırıp Afrika’dan uzaklaştırmak, bunu başarmaları ise tarihten de silmeleri anlamına gelecekti. Katip Çelebi’nin Tuhfetü’l-Kibâr fî Esfâri’l-Bihâr (Deniz Seferleri Hakkında Büyüklere Armağan) isimli kitabında daha 17. yüzyılın ortasında uyardığı gibi terk ettiğimiz ilimleri alan ezeli rakiplerimiz sahip olduğumuz değerlerimizi ve özellikle de Afrika ile de tüm bağlarımızı kopardılar.
1830’da Cezayir’in ve 1881’de de Tunus’un Fransa; 1882’de Mısır ve Sudan’ın İngiltere ve 1884’de de Eritre’nin İtalya tarafından türlü siyasi oyunlarla işgalleri sonucunda Osmanlı Devleti’nin tek dayanağı kalan Trablusgarp eyaletinin mümkün mertebe elde tutulması gerekiyordu. Günümüzde Fizan dendiğinde akla sadece buraya gönderilen sürgünler gelir. Oysa ki 1577-1918 yılları arasında 341 yıl Osmanlı idaresinin sadece belli sayıdaki sürgünle hatırlanılması neticesinde orada devletin bekası ve yerel halkın huzuru için ölüm dahil her türlü sıkıntıyı göğüsleyen Murzuk sancağı mutasarrıfları, buraya bağlı kazaların kaymakamları ve diğer idari memurlar, askerler dahil pek çok insan burada hiç yaşamamış sayılır.
Dahası belki de en son sürgünlerden Yüzbaşı Sami (Çölgeçen) Bey ve bir kaç arkadaşının buradan kaçıp Nijer’e doğru ilerleyen Fransız subaylarıyla karşılaşarak bir müddet yanlarında kalmaları başlı başına bir maceradır. Ardından Nijerya üzerinden Londra’ya geçmeleri ve İkinci Abdülhamid’in 1909’da tahttan düşürülmesi sonucu İstanbul’a gelebilmeleri bir yana, gelir gelmez Fizan’da idari görev talep etmelerini ve de gitmelerini anlamak için Osmanlı arşivlerini incelemek, azıcık da Fransız arşivlerine bakmak yeterlidir. Zira onlar Büyük Sahra’yı geçerken İngiliz-Fransız işgallerinin mazlum ve masum Afrikalı Müslümanlara neler çektirdiklerini bizzat görmüşlerdi. Artık hiçbir duygu onları uğrunda ölseler bile Fizan’a tekrar gidip bu işgali durdurmaktan başka bir göreve razı edemezdi. Fransız askerleri onlarla konuşmakla kalmamışlar, ağızlarından aldıkları her lafı daktilo edip Mali’nin başkenti Bamako’daki Sömürge Vali Yardımcısına, Senegal’in başkenti Dakar’daki Sömürge Valilisine ve Paris’teki Sömürge Bakanına göndermişlerdi. Genç Osmanlı subaylarının İkinci Abdülhamid’den nefret ettiklerini, kendilerinden daima istifade edilebileceğini ifade eden belgenin Bamako’da kalan nüshanın kenarında kurşun kalemle ilave edilen notta bu subayların gerçeği ifade etmedikleri, kalplerinde gizli bir Abdülhamid sevgisi olduğu haliyle sözlerine güvenmemek gerektiği yazılıydı. Bu notu kim yazdı belli değil, ama gerçekten de doğru bir tespitti.
Osmanlı’nın sürgün genç subayları bile sömürgeciliğin tahrip ettiği coğrafyaları görünce istemeye istemeye gittikleri Fizan’daki mevcut askeri güçle Çad’ın kuzeyine geçerek burada daha önce kurulan Tibesti bölgesinin merkezi kasabası Barday kazasına ayrıca Ennedi, Borku ve Ayn Galaka kazalarını da ilave ettiler. 1913 yılında onlar Çad havzasında Fransız işgalini engelleme teşebbüsü içindeyken Akdeniz sahilinde 1911-1912 yıllarında devam eden Trablusgarp Savaşı’ndan haberdar bile değildiler. Çünkü onların tek derdi Fizan’a gidip Afrika’yı istiladan kurtarmaktan başka bir şey düşünmemekti. Kaldı ki Fizan Osmanlı Devleti’nin Sahraaltı Afrika’ya açılan kapısı idi ve kimse onu kapatamazdı. Onların Afrika’sı Çad Gölü havzası idi ve orayı kurtarmaya kararlıydılar.
Cumhurbaşkanımızın 2017 yılı sonunda Sudan, Çad ve Tunus’a yaptığı resmi ziyaret çok değil bir asır önce yaşanan tarihi sürecin sanki çağlar ötesinde kalmış, hatta kapanmış gibi duran sayfalarını yeniden açtı. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kurduğu Hartum yanında Sevâkin, Trablusgarp’da Fizan ve de uğrunda onbinlerce şehit verilen Tunus’u biz unutsak da oralardaki yatanların manevî mirası yeni nesillerin peşini bırakmadı. Nitekim bu son ziyaret bunu teyit etti ve gelecek için umutla yaşamının yolunun kendi değerlerimizi gün yüzüne çıkarıp ilgililerce paylaştığımızda devletlerarası ilişkilerimiz daha sağlam zeminlere oturacak ve hiç istemediğimiz halde kapatılan nice kapılarımız yeniden açılacaktır.