ABD ve AB olmak üzere, küresel güçlerin tamamı dünyayı ortak insanlık evi yerine güç mücadelelerin yaşandığı bir oyun sahası olarak görüyorlar. Böyle bir ortamda Türkiye’nin yapması gereken en önemli şey ‘direnç’ kapasitesini artırmak. Savrulan bir dünyada ayakta kalmak, hem iç hem de dış etkenlere karşı sağlam durabilmek hiç olmadığı kadar önemli bir dış politika hedefi artık.
Dünya dengeleri büyük bir hızla değişirken ve küresel aktörler arasındaki rekabet kızışırken orta büyüklükte bir ülke olan Türkiye’nin de dış politikasını yeni şartlara göre uyarlaması gerekiyor. Eskinin şablonları ve parametreleri ışığında dünyaya bakmak artık istenen faydaları üretmeyecek. Bu çerçevede Türk dış politikasının ‘dirençli ülke’ kimliği etrafında yeniden tanımlanmasında fayda var.
Dünyanın odak noktası Transatlantik coğrafyadan Hint-Pasifik coğrafyaya doğru hızlı bir şekilde kayarken Batılı ülkelerin dünya siyaset ve ekonomisindeki ağrılıkları da azalıyor. Batı zemin kaybederken doğu zemin kazanıyor ve bu süreçte liberal dünya düzeninin üzerine oturduğu temel değerler ve prensipler hızla aşınıyor. Tarihin sonu gelmek şöyle dursun tarih âdeta yeniden yazılıyor artık. Liberal, kapitalist ve demokratik düzenin kuresel meşruiyeti başta Çin olmak üzere yükselen güçler tarafından sorgulanıyor. Alternatif kalkınma ve modernleşme modelleri hiç olmadığı kadar revaçta. Soğuk Savaş’ın iki kutuplu düzeni 1991-2008 yılları arasında Amerikan hegemonyasında tek kutuplu düzene evrilmişti.
Son on yıldan beri de adeta çok-kutuplu bir düzen içinde yaşıyoruz.
GÜCÜN PARAMETRELERİ DEĞİŞİYOR
Gücün parametreleri de hızla değişiyor. Askeri güç kapasitesi zirvede olsa da, ekonomik, teknolojik ve yumuşak güç unsurları kuresel ve bölgesel güç mücadelelerini daha fazla şekillendirmeye başladı. Askeri anlamda ABD hale en tepede yer alsa da, kendisiyle takipçileri arasındaki mesafe kapanıyor. Ekonomik alanda ise tam bir çok-kutuplu sistem var. ABD, Avrupa ve Çin ekseninde Doğu ve Uzakdoğu Asya en önemli bölgesel bloklar. Kültürel ve yumuşak güç bağlamında Batının cazibesi son yıllarda ciddi şekilde azaldı. Liberal, popülist, küreselleşme ve yabancı karşıtı siyasi hareketler Batı ülkelerinde zemin kazandıkça ve liberal demokrasi ciddi bir meşruiyet krizi yaşarken, Batının vadettiği ütopya artık pek inandırıcı gelmiyor. Başta Çin olmak üzere doğunun ve güneyin yükselen güçleri ise kendi hikâyelerini dünyanın geri kalanına anlatmak ve daha fazla taraftar kazanmak adına ciddi para ve emek sarf ediyorlar. Bu çerçevede küreselleşme yerini giderek bölgeselleşmeye ve yerelleşmeye terk ediyor. Kimlikler, küresel düzlem yerine daha fazla yerel, ulusal ve bölgesel aidiyetleretrafında şekilleniyor.
TAŞLAR YERİNDEN OYNADI
Günümüzde belirsizlikler had safhada. Bırakın uzun vadeli planlar yapmayı orta ve kısa vadeli stratejik öngörülerde bulunmak bile neredeyse imkânsız. Her yerde taşlar yerinden oynuyor ve kartlar yeniden karılıyor. Kimlik temelli, değer odaklı ve uzun vadeli müttefiklik ilişkileri yerini kısa vadeli, tematik, çıkar odaklı faydacı işbirlikleri ve butik beraberliklere bırakıyor. Dost ve düşman tanımlamaları artık keskin yapılamıyor. Dost-düşman denen yeni bir sıfat var artık ülkelerin birbirlerini tanımlarken kullandıkları. Belli bir konuda düşmanlık ve rekabet ilişkisi yasayan iki ülke başka konularda stratejik işbirliği yapabiliyor ve bu durum artık normal sayılıyor. Normatif ve değer odaklı dış politika maddi çıkar temelli güç ve denge politikaları karşısında zemin kaybediyor. Başta ABD ve AB olmak üzere, küresel güçlerin tamamı dünyayı ortak insanlık evi yerine güç mücadelelerin yaşandığı bir oyun sahası olarak görüyorlar.
Böyle bir ortamda Türkiye’nin yapması gereken en önemli şey ‘direnç’ kapasitesini artırmak. Savrulan bir dünyada ayakta kalmak, hem iç hem de dış etkenlere karşı sağlam durabilmek hiç olmadığı kadar önemli bir dış politika hedefi artık. Büyük güçlerin her biriyle iyi geçinmeye çalışmak, onlar arasındaki rekabetten olabildiğince faydalanmak, yumurtaları farklı sepetlere dağıtmak, ortak çıkar temelli işbirlikleri kurmak, bölgesel ve küresel nizam arayışları yerine sınırlı kaynakları sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve kalıcı sosyal barışı yeniden tesis etmeye ayırmak en temel dış politika önceliklerimiz olmalı.
5N1K SENDROMU
Dış politikada ölçek küçültmek genelde olumsuz algılansa da bazı durumlarda atılacak en doğru adım olabilir. Kanımca şu anda böyle bir zamandayız. ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ şiarı erken Cumhuriyet dönemi Türk dış politikasıyla özdeşleşmiş bir anlayış olarak görülse de arka planda günümüz Türkiye’sinin dış politikasına pek ala yön verebilecek bir felsefeyi barındırıyor. Şu anda hem içinde bulunduğumuz bölgeler hem de küresel ortam tam bir yangın yeri havasında. Nereye baksak ciddi otorite boşlukları, belirsizlikler ve hâkimiyet mücadeleleri görüyoruz. Kim, nerede, ne zaman, nasıl, ne yapıyor bilebilmek gittikçe zorlaşıyor. Adeta dünya bir 5N1K sendromumu yaşıyor.
Yapmamız gereken en doğru şey bir yandan bu yangınların bize sıçramasına engel olmak diğer yandan da ekonomik kalkınma ve sosyal barışımızı sürdürülebilir kılmak. İstikrarlı bir dış ortamın tesisine çalışmak düşmanları azaltıp dostların sayısını artırmaktan geçiyor. Sosyal ağlardaki konumları bireysel olarak insanların meşruiyetleri ve güç kapasitelerini belirliyorsa, devletlerin de dış dünyaya bu açıdan bakmaları gerekiyor. Ne kadar çok devletle sağlıklı iletişimde bulunursanız ve ne kadar farklı ilişki ağının odak noktasında bulunursanız, dış politika çıkarlarınızı o kadar kolay gerçekleştirebilirsiniz. Ülke olarak sosyal sermayemizin güçlü olması gerekiyor.
Küresel vicdan ve adalet duygumuzu, bölgesel sorumluluk düsturumuzu ve insani diplomasi pratiklerimizi kaybetmeden asıl ilgimizi kendi evimize yöneltmememiz gereken bir zamandayız. Hiç bir küresel ve bölgesel aktörle köprüleri atacak lüksümüz yok. Karşılıklı bağımlılık ilişkileri diğer ülkelerin olduğu gibi Türkiye’nin de dış ilişkilerini şekillendiren en önemli dinamik. Türkiye dışa açık bir ülke ve öyle de kalmalı ama önemli olan bu açıklık ve karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin zafiyet yaratmadan ve direncimizi kırmadan yönetilebilmesi. Yöneticilerimize düşen en önemli görev ise bu yönetebilme işini hem bilim adamı rasyonalitesi hem de sanatçı hassasiyeti ve duyarlılığı temelinde icra etmeleri.