Yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun yeni filmi Buğday 23. Saraybosna Film Festivali’nde gösterildi. Kaplanoğlu, Dini camiye kapatmadığımız gibi sanatı da seküler bir hayata kodlayamayız. Sanat da sonuçta ilahi bir şeydir. Sanat, Allah’ın kelimesini sezdirmekle mükelleftir. Neyle oluyorsam onunla film yapıyorum diyor.
Yumurta, Süt, Bal üçlemesiyle birçok festivalden ödül kazanan Semih Kaplanoğlu’nun yeni filmi “Buğday”ın dünya prömiyeri 23. Saraybosna Film Festivali’nde yapıldı. Filmde açlık, mülteci sorunu, iklim değişikliği, hormonlu gıdalar, ırkçılık gibi birçok soruna değinen Kaplanoğlu kurtuluşu insanın iç dünyasında bulacağına işaret ediyor. Siyah beyaz ve İngilizce olarak çekilen “Buğday” İsveç, Fransa, Almanya, Katar’daki film enstitülerinden ülkemizden hem Kültür Bakanlığı hem de TRT’den destek gördü. Çekimleri 2 yıl süren filmin hazırlığı için beş yıldan fazla çalışma yapıldı. Akif Emre ile mekan bakan, eşi Leyla İpekçi ile senaryoyu kaleme alan Kaplanoğlu ile Saraybosna’daki festival alanında bir araya geldik. Müslüman bir yönetmenin sanat kaynağını, dünya sorunlarını ve filmin hikayesini konuştuk.
Bal filmi dolayısıyla dünyada çeşitli yerlere davetler aldım. Hindistan’dan Balkanlar’a oradan Asya’nın çeşitli yerlerine gitme fırsatım oldu. Kültürler arası coğrafyalarda yolculuk yapınca insan, binalardan, sokaklardan sonra insana bakmaya başlıyor. İnsana bakınca da New York’un sokağında yürüyen beyaz yakalıyla Hindistan’daki tarlasından dönen kişi arasında fark olmadığını görmeye başladım. Bizi gelişmişlik düzeyi veya başarılar insan yapmıyor.
2011’de bize Hac vesilesiyle gittiğim Mekke’de, merdivene oturup tavaf edenleri izlerken herkesin yeni bir insan olmak için buraya geldiğini düşündüm. Orada nefsimize ait olumsuz her şeyle hesaplaşıp geri dönmeyi amaçlıyoruz. Onlara bakarken Kur’an-ı Kerim’deki Kehf Suresi’nde geçen Hızır ile Hz. Musa kıssasını hatırladım. Bu kıssa insanın belli sınavlara katlanmadan kadim bilgiye ulaşamayacağını, belli mertebeye çıkamayacağını içeriyordu. Hızır-Musa kıssası üzerinden bu filmi yapmayı diledim.
Modernizmin yavaş yavaş boşluğa düştüğünü, Batı medeniyetinin kendini sürdüremediğini görüyoruz. Bunun işaretini veren en önemli mekanlardan biri, otomobil ve çelik fabrikalarıdır. Detroit’teki kapanan fabrikalar arasında aradığım helak olmuş şehri buldum. Filmin dünyasına uygun yerleri bulmak için Almanya’nın açık maden alanları, çelik fabrikalarını da gezdim. Anadolu’daki kurumuş göller, nehir yatakları, stepleri birleştirerek belirsiz bir gelecekte geçtiğini söylediğimiz yapıyı kurduk.
Bugün sınırlar kalktı deniyor ama aslında başka türlü sınırlar inşa ediliyor. Mültecilerin yaşadığı sorunlar, toplumların içindeki ırk ayrımcılığı, inançlarından dolayı zulüm gören insanlar, savaşlar... Bütün bunların ortasında “medeniyet, teknoloji, gelişmişlik” diyip övündüğümüz şeylerin bedelini bütün insanlığın ödediğini görüyoruz. Cumhurbaşkanı, “Fırat’ın kenarındaki koyundan ben sorumluyum” demişti. Aslında sadece Fırat’ta değil Afganistan’da, Suriye’de kaybolan insanlardan da biz sorumluyuz.
Hayır, bütün dünya olarak düşünüyorum. Haiti, Afrika da buna dahildir. Hepsinin sebebini içimizdeki öfke, nefret, kibir ve nefsin tezahürü olarak görüyorum.
Varolduğun toplumda, hayatla kurduğun ilişki neyse onu kullanmalısın. İlmi de dini de muhabbeti de bir durumla, mekanla sınırlıyorsun. Dini camiye kapatmadığımız gibi sanatı da seküler bir hayata kodlayamayız. Bunların hepsi bir. Müslüman, bu birliği hayatın her alanında ispata mecburdur. Bunlar filmde olur, bu olmaz diyemeyiz. Sanat da sonuçta ilahi bir şeydir. Sanat, Allah’ın kelimesini sezdirmekle mükelleftir. Yaradan’ı yaratılana göstermek, hissettirmek aşkıyla olmadığımız sürece yaptığımız filmlerin bir şeye değmesi problemli hale geliyor. Şehadet sadece şehit olmak değil. Nasıl kendimize, olup bitene her zaman şahit oluyorsak sanatçı bu şahitliği paylaşmalıdır. Neyle oluyorsam onunla film yapıyorum.
Filmde tek bir dil konuşuyor. Global ağın içinde dünya tek bir dile doğru gidiyor. Eğer Türkçe olsaydı filmdeki dünya, inandırıcılık açısından eksik kalabilirdi. Dili İngilizce›ydi ama oyuncu kadrosundakilerin, biri hariç, ana dili İngilizce değildi. Rusya, Romanya, Bosna, Afrika, Japonya, Suriye’den oyuncuların bulunduğu bu yapıda herkes geldiği yeri unutmuş, dilini unutmuş, unutturulmuş aslında... Kökler meselesi devre dışı kalmış... Böyle bir dünya oluşturduk.
Farklı alim tefsirleri okudum. Genelde üstü kapalı bir anlatım vardır. İbni Arabi üzerinden meseleye yoğunlaştım. Beni en çok etkileyen bilgi ve soru sorma, başımıza gelenleri anlayıp yorumlama konusunda insanın acizliğini vermesi. Kıssa, gördüğümüz şeyleri derinlemesine algılayamamanın, vahdet gözünden bakamamanın insana getirdiği sorunları Hz. Musa üzerinden anlatır. Hakikat bilgisi kapalıdır. Hızır dediğimiz kişinin ledün bilgisi, hayat hakkında bilemediğimiz her şeydir. Beşerin ürettiği bilginin ötesinde bir bilgidir. O bilginin açılma olasılığının imkanlarını taşıdığı için de bu kıssa ilgimi çekmiştir. Bir de hikaye edici anlatımla sunulması filme dönüşmesinde işimizi kolaylaştırdı. Yani Allah nasip etti ve bunu yaptık.+
Buğday’ın en başından beri hikayeyi konuşurduk. Yapım ve oluşum aşamasında Akif beyle hep temas içinde olduk. Sivas’ta çekimlere katıldı. Kayseri’de mekan baktık, bazı önerileri oldu. Film konusunda sohbet ettik. Onun eksikliğini çok duyuyorum. Her ölüm hayırlıdır tabii, Allah’ın takdiri. Keşke filmi gösterseydim diyorum, görmesini çok isterdim. İnsanın aklına gelmiyor işte, tam olarak bitmesini bekledim.
Antalya’da 53 senedir süren bir gelenek vardı. Sinemanın kalbinin attığı yerdi. Festivalin şeceresine baktığınızda 60’larda ulusal sinema-milli sinema tartışmalarının görüldüğü, 70’lerdeki toplumsal yapımlar, 80’lerden sonraki 12 Eylül filmleri, 2000’lere doğru Yeni Türk Sineması dediğimiz dönemin görüldüğü, iyi bilgiyi alabileceğiniz bir etkinlikti. Oradaki rekabeti ortadan kaldırırsanız, heyecan ölürse gelenek yavaş yavaş törpülenir. Bir de festivalde platform yapılıyor ve oradaki filmler festivale alınmıyor. Yakın zamanda yapılan Milli Kültür Şurası'nda kararlaştırılan yerli ve milli yapımların görünür hale getirilmesi için çalışması gereken festival, bunu kabul etmiyor. Ulusal bölümün neyi rahatsız ediyor anlamış değilim. Bu beni çok üzen ve acı veren bir durum. Başkan bir türlü geri adım atmıyor. İnşallah bütün sinema sektörünü karşılarına almak yerine geri adım atarlar.
Anadolu’da büyük bir irfan geleneği var. Sanat ve edebiyat anlamında başvurmamız gereken bir kaynak bu. Bizi, dilimizi meydana getiren geleneği, sanatın her alanında değerlendirmeliyiz. Bu değerlendirmeyi yapamadığımız için sanatımızın dünyaya yayılamadığını düşünüyorum. Hakir gördüğümüz, unuttuğumuz değerlerin tekrar canlanması, görünür olması gerekiyor. Hoca Ahmet Yesevi’den, Sarı Saltuk’tan yayılıp gelen, Anadolu’da büyük bir güce dönüşen geleneği canlandırmalıyız. Üniversiteler ve sinemacılar bu yönde hareket etmeli. Felsefi meseleleri düşünenlerin o dar çerçeveyi kırıp objektifi genişletmeleri lazım. O zaman bize ait, bütün dünyanın ilgi göstereceği bir sanatı ortaya çıkartırız.
Eşim bütün filmlerimde bir şekilde dahil olup katkı sağlamıştır. Film çekim sürecinde bazen 4-5 ay evde olamıyorum. Birlikte iyi göğüslenmesi gereken bir iş. Hem senaryodaki hem de hayattaki eşliği konusunda çok katkıları oldu.
Ufak bir bahçemiz var. Alıp ektiğimiz tohumlardan bir kısmı hibrit olduğu için çıkmıyor. Suyu, toprağı yaratamadığımız gibi varolan fıtratı da bozuyoruz. Bu da bize iklim değişikliği, kanser olarak geri dönüyor. Ne yersen osundur. Tohum, bedelsiz olarak toprağında bulduğun bir şeyken, üzerinde oynanmış kısır maddelere dönüşüyor. Bunu kendi toprağında yaşatmaya çalışman doğru değil. Tohum yapan şirket, ilaç da üretiyor. Burada da kısır bir döngü var. Anadolu’nun nesli kendi toprağımızdan çıkan tohumdan geliyor. Eğer biz dönüştürürsek, genetiğini bozarsak kendi fıtratımızı bozmuş oluruz. Bugünü bozduğumuzda geleceğimizi de bozmuş oluyoruz.
Hayır, insanlar bir şeyi bir şeye benzetmeden anlama yetisini kaybediyor. Tarkovski benim sevdiğim bir yönetmen. Sinema alanında alan açmış bir büyük bir isim. Kendi yaptığım sinemanın yünik bir sinema olduğunu düşünüyorum. İnsanın içinin içine yoğunlaştığımızda belli referanslara bakmak gerekiyor. Ben, İbni Arabi’den beslendiğimi söylüyorum.
Şair, mutasavvıf Niyazi Mısrî’yle ilgili bir çalışma içerisindeyim. Uzun süredir de Abdülhamid üzerine çalışıyorum. Son padişah olarak tahttan indirildiği süreç ve Selanik’te yaşadığı sürgün günlerini film yapma niyetim var. Çünkü bence 15 Temmuz, onun yaşadıklarının tekrarıydı. Halkın o gece bastırdığı darbe girişimi sayesinde bir devir tamamlanmış oldu.