![]() T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
![]() | |
![]() |
![]() | |||
![]() |
S İ N E M A | 10 ŞUBAT 2006 CUMA | ![]() |
![]() |
| ![]() |
Yönetmen Hasan Karacadağ'ın ilk uzun metrajlı çalışması "Dabbe" bugün gösterime giriyor. Sonunda bizim de 'iyilik ve kötülüğün savaşımı' olgusuna Doğu mistisizmi ve İslâm penceresinden bakan şık bir korku filmimiz oldu, fena mı? Bence, filmde başlangıç için her şey gayet yeterli...
2005 yılının sonlarına doğru ABD kentleri zincirleme gelişen bir intihar furyasına sahne olur. Ülkenin her tarafında, birbirinden bağımsız insanlar tüyler ürpertici yöntemlerle kendilerini öldürmektedir. Çok kısa bir süre sonra bu olayların benzerleri Türkiye'de de yaşanmaya başlar. İlk intihar İzmir'in Selçuk ilçesinde gerçekleşir. Tarık isimli kendi hâlinde bir genç, internete girdiği uzun gecelerin ardından ansızın dünyayla bütün ilişkisini kesmiş ve kısa bir süre sonra da korkunç bir biçimde intihar etmiştir. Selçuk Emniyet Amirliği yetkilileri Tarık'ın intiharını özel incelemeye alır ve bu amaçla en yakın arkadaşları olan Hande, Cem ve Sema'yı sorgularlar. Bunlardan Hande, olayın ardından yaptığı bazı dinî ve bilimsel araştırmaları Komiser Süleyman'la paylaşacaktır. Ona göre, dünyadaki bütün bu vahşi ölümleri "Dabbet'ül Arz" isimli bir varlık gerçekleştirmektedir. Sözkonusu varlık da bunun için iki araç kullanmaktadır. Dünyaya bir örümcek ağı gibi yayılan 'internet' ve insanlarla aynı mekânda, ancak farklı bir boyutta yaşayan 'cinler'... Kıyametin son belirtisi "Dabbe" artık perdeyi aralamış, hareket noktası olarak da uygarlıkların beşiği Türkiye'yi seçmiştir. Türk sineması, en kısır olduğu türlerden biri olan "korku" alanında şimdiye kadar oldukça az sayıda ürün verdi. Ki bunlar da genelde bol "haç"lı, "vampir"li, "hayalet"li, "kötü ruh"lu öykülerle dolu batı mitolojisinden beslenen ve bu yönleriyle bizim kültürümüzde âdeta birer yama gibi duran düzeysiz örneklerdi. Ancak, Hasan Karacadağ'ın ilk uzun metrajlı yönetmenlik denemesi "Dabbe", kötücül güçler ve kıyamet üzerine ilk kez Müslümanca bir söylemi beyazperdeye taşıyor. (Gerçi, hakkını yemeyelim, önceki yılın yapımlarından "Büyü" de benzer bir çaba içindeydi; ancak anılan film, öyküsünü anlatış tarzı itibarıyla bize özgü bir yapımdan ziyade Hollywood sinemasında örnekleri sürüsüne bereket olan gençlik gerilimlerini daha fazla andırıyordu.) Hem bir ulusal sinema örneği oluşu, hem de kendi türü içindeki bu ayrıcalıklı duruşuyla "Dabbe"yi hiç tereddütsüz "haftanın filmi" kategorisinde ele aldık ve biz de ona sütunlarımızda ayrıcalıklı bir yer tanıdık. 'Kadim bir korku'ya çağdaş kanıtlar
Bunlar, bir "korku filmi" tasarısı söz konusu olduğunda tıkanıp kalan Türk senaryo sektörü için hiç de yabana atılacak mantıksal bağlantılar değil. Hele de vaktiyle İncil'deki -Deccal'in 666 sayısını taşıyan bir varlık olacağını anlatan- bir kaç cümleden hareketle "The Omen" (Kehanet) serisinin nasıl doğduğunu ve ne denli başarılı olduğunu hatırlayınca, mistik konular üzerine bu tür kafa yormalar çok daha anlamlı hâle geliyor. Yönetmen Hasan Karacadağ'ın uzun süre Japonya'da kaldığını ve 1998 yılında da bu ülkedeki Nippon Eizo-Juku Yüksekokulu'nun sinema yönetmenliği bölümünü bitirdiğini; ayrıca hem Türkiye'de hem de Japonya'da bir çok kısa film, belgesel, TV filmi ve dizisi yönettiğini öğrendik. 50'den fazla uluslararası film festivaline katıldığı bildirilen sanatçı, buralardan önemli ödüller de almış. Kendisiyle yaptığımız kısa telefon görüşmesinde, bu ilk uzun metrajlı filmin konusuna ilişkin olarak yaklaşık olarak şunları söyledi: "Japonya'da bulunduğum süre içinde, inanların kendi kültürleriyle olan organik ilişkisini ve bu ilişkinin sinemayı ilgilendiren tarafını inceleme fırsatı buldum. Bu konuda henüz net bir sonuca ulaşamamakla birlikte, yapacağım bir korku filmi olsa bile, kendi kültürümden malzemeleri kullandığım zaman nasıl veriler elde ettiğimi gördüm ve sinemaya bir daha aşık oldum. İlk uzun metrajlı çalışmam Dabbe'nin evrensel korku sinemasına yeni bir takım varyasyonlar getirebileceği inancını taşıyorum." Profesyonel alana henüz yeni adım atmış bir sinemacımızın, kendisini etkileme ihtimâli çok yüksek olan "Amerikan korku ekolü"nden çok da fazla etkilenmeden gerilim öykülerinin kaynağını kendi kültüründe araması gerçekten de hoş ve takdire şayan bir çaba. Ancak elbette ki "yerellik" önemli bir erdem olmakla birlikte, bir filmi tek başına ayakta tutmaya yetmiyor. Bu filmde de bütün o ilk çıkışlarda görmeye alıştığımız türden bazı zaaflar sözkonusu. Ancak, Karacadağ'ın hamurunda sinema duygusu olması, bu zaafların büyük bir bölümünün "öz"den ziyade 'biçimsel alan'la sınırlı kalmasını sağlamış. Kimi yerlerde aksayan oyunculuklar ve eksiklikleri olan bir senaryoya karşılık, ortada kesinlikle "umutsuz bir sinema" yok. Ah 35 mm, vah 35 mm!
Bana göre, "Dabbe"nin en ciddi teknik eksikliği, geleneksel 35 mm ekipmanla değil, dijital kamerayla video banda çekilmiş ve o kaynaktan 35 mm filme transfer edilmiş olması. Film şeridi ve video bandın -teknolojideki bütün gelişmelere karşın- kalite açısından kıyas kabul edebilmesi hâlâ mümkün değil. Hele de filmin çekim fotoğraflarında Panasonic'in (HD / high definiton / yüksek çözünürlüklü versiyonu bile olsa) tüm dünyada ancak şöyle böyle kabul görebilmiş DVC-PRO formatında bir kamerasının kullanıldığını görmem, üzüntümü bir kat daha artırdı. Kişisel filmcilik çalışmalarında bu can sıkıcı formatta birkaç kez çalışmış biri olarak, filmdeki o "abartılı video tadı"nın nedenini çok daha kolay anladım. Kodak'ın sinema filmi üretim bölümü başkanı Tom Willis, önceki yıl kendisiyle yapılan bir söyleşide son derece kendinden emin bir tavırla, "Videodan sinema olmaz" diyordu. Bu, gerçekten de köküne kadar doğru bir saptama. Kameranız, ışığınız ve özel efektleriniz ne kadar iyi olursa olsun, video kameranın saptadığı görüntülerle beyazperdede görsel açıdan tatminkâr bir sinema duygusu oluşmuyor, yalnızca bir takım görüntüler "belgelenmiş" oluyor. Yoksa, görüntülerde "film sıcaklığı" denen o duyguyu yakalayabilmek imkânsız. Bu yüzdendir ki son dönemlerde batı ülkelerinde video kamerayla çekilen filmlerin jeneriğinde görüntü yönetmenleri için "director of cinematography" değil, "director of videography" ifadesi kullanılmaya başlandı.
Bu gibi teknik yetersizliklerine, senaryosundaki ufak tefek boşluklara ve kimi oyuncularında gözlenen teatralliğe karşın, Türk sinemasında eksikliği hissedilen bir türü ve ona ilişkin özgün bir bakış açısını beyazperdeye taşımasıyla yine de ciddiye alınması gereken bir film "Dabbe". Sonunda bizim de iyilik ve kötülüğün savaşımı olgusuna Doğu mistisizmi ve İslâm penceresinden bakan şık bir korku filmimiz oldu, fena mı? Üstelik, profesyonel sinemaya ilk adımını atan bir sanatçı için oldukça tatminkâr bir başarı yüzdesiyle, izleyicisini yeterince korkutmayı da düşündürmeyi de başarıyor. Fırsat bulursanız izlemeye çalışın ve bu genç yönetmenimizi çıktığı uzun yolda yalnız bırakmayın derim.
"Cezaevi filmleri", öteden beri sinemanın en popüler alt türleri arasında yer alıyor. Öyle ki sinema tarihinden çok sevdiğiniz filmleri şöyle ardarda aklınızdan geçirmeye kalkışsanız, bunlar arasında en az bir tane cezaevi filminin bulunduğunu görmek hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Kimbilir, söz konusu ilginin kaynağında, insanın en değerli varlığı olan özgürlüğünü yitirmesiyle ortaya çıkan yoğun trajedi bulunuyor belki de...
"Bakıyorum uçmak istiyorsun; ama bil ki bunu asla başaramayacaksın. Çünkü senin kanatlarını kopartacağım." Kahramanımız, cezasının kesinleştirilmesinin ardından diğer mahkûmlarla birlikte bir gemiye doluşturulup Karayipler'e gönderildikten sonra, anavatanı Fransa'ya bir daha asla geri dönmedi. Kanatlarının, tepeden tırnağa yanlış işleyen bir yargı mekanizması tarafından kopartılmasına izin vermeyen bu yürekli adam, hayatını anlatan filmi izlemesi için yapımcılar tarafından Paris'te düzenlenen galaya davet edilmiş, ancak gösterime üç gün kala kanserden ölmüştü.
Yarışmamıza yurt çapında toplam 174 katılım gerçekleşti ve bunlardan 86 tanesi yukarıdaki cevapları eksiksiz olarak içermekteydi. İlginç bir biçimde, bu ünlü film yoğun olarak Gordon Parks'ın 1971 tarihli "Shaft"ı ve Barry Shear'ın 1972 tarihli "Across 110th Street"iyle karıştırıldı; bunun sonucunda da çok yüksek bir yanlış cevap yüzdesi ortaya çıktı.
Bu arada, her zaman olduğu gibi., yanlış cevap veren ya da doğru cevaplarına -bütün uyarılarımıza rağmen- adını, soyadını ve açık adresini yazmayan okurlarımızı ise üzülerek elemek zorunda kaldık.
- Berrin Yarız / İstanbul
Talihlilerimizin armağan DVD'leri ("I am Sam", 2001 / Oyuncular: Sean Penn, Michelle Pfeiffer / Yönetmen: Jessie Nelson) adreslerine taahhütlü postayla gönderilmiştir. Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "öğrenmek ve hiç unutmamak!" TRT'de yeni bir sinema programı: 'Unutulmaz Filmler'
'Unutulmaz Filmler' / Her salı / TRT-2 / 23.00
|
![]() |
![]()
|
![]() |
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
![]() |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |