T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 7 ŞUBAT 2006 SALI | ||
|
Sevgili Yasin Aktay, âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberi ve ümmetini terörist olarak resmetme ve karikatürize etme ilkelliğini, "bütün Avrupalıların Müslümanlara karşı [aynı] ortak duygular ve tavırlar içinde olduğuna dair sonuçlar çıkarmak, bu olayın orta yerindeyken son derece kolay ama kuşkusuz çok yanlış olur" demiş. Konuya, birkaç gün önce Kürşat Bumin de benzer şekillerde dikkat çekmişti. Diğer gazetelerde daha başka yazarlar da bu meseleye değinmiştir herhalde. Bu iğrenç karikatürleri, bütün Avrupa basınının yayımlamadığını; pek çok gazetenin bu karikatürleri yayımlamanın çok anlamsız olduğunu beyan ederek yayımlamayı reddettiğini biliyoruz. Ama bu bir şeyi değiştirmez, değiştirmiyor da. Avrupa basınının kahir ekseriyetinin bu karikatürleri yayımlamamış olması, genelde Avrupalıların ve Batılıların, özelde ise Batı medyasının Müslümanlara karşı düşmanca tavırlar beslemediği sonucunu çıkarmamızı mümkün kılmıyor, ne yazık ki! İslâm'ın terörle özdeşleştirilmesi işi, Batı medyasının İslâm-severliğinin bir sonucu olmasa gerek herhalde! Bugün, İslâm deyince sadece terör metaforunun hatırlanması büyük ölçüde Batı medyasının marifetidir. Sadece şu soruyu soralım kendinize, mesele kendiliğinden açıklığa kavuşur: Eğer medya olmasaydı, Batı medyası, İslâm düşmanlığını körükleyecek, pekiştirecek ve kışkırtacak yayınlar yapmamış olsaydı, İslâm'ı hangi güç bu kadar ilkel bir şekilde terörle özdeşleştirebilirdi? Kaldı ki, mesele, sadece medyanın İslâm düşmanlığını körüklemesi meselesi de değildir. Medyayı günah keçisi yapmak, medyanın doğasını da, küresel medya rejimini de, her geçen gün Amerika'nın uluslararası çıkarlarını meşrulaştıracak ve pekiştirecek tek bir dile mahkûm kılınan küresel medya dilini de anlayamamak demektir. Medya, güçlü bir araçtır; hem de gücü (ve tabii zaafları) ölçülemeyecek boyutlar kazanacak kadar güçlü bir araçtır. Ama araçtır. Ancak medyanın gücü, Habermas'ın deyişiyle "dünyanın kabilecileştirilmesi"ne yol açmış, "medya, ekonomik çıkar çevreleriyle, siyasî güç odaklarının çıkarlarını pekiştirecek" şekilde, gücün medyasına dönüşmüş durumdadır. Özelde Batı medyasında ve onların karikatürleri gibi çalışan lokal medyalarda İslâm'ın özelde bir tehdit ve tehlike unsuru olarak resmedilmesi, genelde ise İslâm düşmanlığının olabildiğince ve alabildiğine bütün alanlara yayılması, medyanın marifeti değil, medyayı tıpkı açık sömürgecilik döneminde gibi bir kontrol ve kolonizasyon aygıtı olarak kullanan neo-pagan, neo-seküler Batılı güç ve çıkar odaklarının marifetidir. Heidegger, "kamera, izleyiciye yöneltilmiş bir silahtır" derken, tam da geldiğimiz noktaya dikkat çekmek istiyordu sanki. Tabii burada medyanın doğası'na ve dili'ne ilişkin çok esaslı felsefî sorunlar var; ama bu sorunlar, bahs-i diğer. Yalnız şunu söylemekle yetinelim: Medyanın dili, ötekileştirici, çatışmacı, ayartarak kontrol ve kolonize edici bir dildir. Relativizmi putlaştıran, bağlamı unutan ve unutturan, "diyalojik konuşma"yı değil, "monolojik dayatma"yı esas alan, dolayısıyla söylemsel şiddeti hem kışkırtan, hem de meşrûlaştıran bir dil. Modern medya, Heidegger'in deyişiyle, "insanı her şeyin ölçüsü ve ölçütü yapan" seküler ve pagan bir vasatın ürünüdür. Bu antroposantrik vasat, insanın doğayla, kâinâtla ve Tanrı'yla ilişkisini çatışma ve iyimser bir ifadeyle ilişkisizlik ilkesi üzerine kuran bir vasattır. İnsanın, her şeyi kontrol etmesini icbar eden, ama kontrol ettiği araçları putlaştırdığı için, bu araçlar tarafından kontrol edilmekten kurtulunamayan bir vasat. Şunu demek istiyorum: Batı'da bazı insanlar, bazı medya kuruluşları, İslâm düşmanlığını şiddetle kınıyor olsalar bile (ki, böylelerine rastlamak da çok zordur), bu, hiçbir şeyi değiştirmez. Sonuçta, sadece gelinen nokta itibariyle değil, bütün bir Batı-İslâm ilişkileri, Batı-dünya ilişkileri tarihi, Batılıların tüm diğer dinlere, kültürlere ve medeniyetlere karşı büyük bir saldırı ve yok etme operasyonu gerçekleştirmekten kendilerini alıkoyamadıklarını; başka dinlerle, kültürlerle ve medeniyetlerle onları ötekileştirmeksizin, asimile etmeksizin, asimile olmaya direniyorsa elimine etmeksizin ilişki kurmadıklarını, kuramadıklarını göstermeye yetmiyor mu? Batılıların insanlığa karşı geliştirdikleri saldırıyı aklamakla sonuçlanacak bir algılama biçiminin, başka dinlerin, kültürlerin ve medeniyetlerin, özellikle de İslâm'ın haklanmasıyla sonuçlandığını görmediğimizi söyleyebilecek durumda mıyız hakikaten? O zaman görelim! Paul Ricouer'nün, Levi-Strauss'un veya Baudrillard'ın da çığlık atarcasına dikkat çektikleri gibi, tüm diğer dinler, kültürler ve medeniyetler, etkisizleştirilmeleri ve ölü kültürler hâline getirilmeleri nedeniyledir ki, Batı'da yoğun bir şekilde sadece İslâm bir tehdit, tehlike ve düşman olarak algılanmaktadır. Sonuçta, bu düşünürlerin attıkları çığlıkların hiçbir şeyi değiştirmediğini görüyor olmalıyız! Sonuç: Hem Tanrı tasavvurunu öldürmeden, hem de başka inanışların tanrılarını öldürmeden Avrupalı / Batılı olunmaz. Dünün ve "bugün"ün tarihi, bunun en canlı ve en ürkütücü tanığı değil midir?
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |