T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 15 OCAK 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

EKONOMİ-TOPLUM
Mustafa ÖZEL

Öğüt tut, Cennet'e dön!

Bu dünyada sürgün hayatı yaşıyoruz. İnsanoğlunun anayurdu Cennet'tir. İlahî öğüde kulak asmadığı için, dünya gurbetine mahkûm edildi. Yani öğüt dinler ve gereğince amel edersek, anayurdumuza tekrar kavuşabiliriz.

Bayramınız kutlu olsun. Bu yazıyı bayramın ikinci günü yazıyorum. İstanbul'da hava yarı açık, yarı kapalı. Tıpkı beşerî talihimiz (ve tarihimiz) gibi. Çocukların bayram neşesi bize bir nebze keyif verse de, itiraf etmeliyiz ki kalplerimiz bir türlü yatışmak bilmiyor. Huzursuzluk demesek bile, mütemadi bir tatminsizlik içinde yaşıyoruz. Maddeci insanın eşyaya karşı arzusu zaman zaman dinse de, inanan insanın kalbi bir türlü yatışmıyor. Neden?

Sebep bence hiç birimizin meçhulü değil. Bu dünyada sürgün hayatı yaşıyoruz da, ondan. İnsanoğlunun anayurdu Cennet'tir. İlahî öğüde kulak asmadığı için, dünya gurbetine mahkûm edildi. Peygamber Efendimiz, ´din öğüttür !' buyuruyor. Yani öğüt dinler ve gereğince amel edersek, anayurdumuza tekrar kavuşabiliriz.

Bu sebeple olsa gerek, klasik edebiyatımızın önemli bir rüknü nasihatnâme-lerdir. En bilgin, en derin, en hassas insanlarımız öncelikle bu meseleye kafa yormuşlar. Yunus Emre'nin Risalet'ün-Nushiyye'si ise Türkçe nasihatnâmelerin şâhı. Girizgâhı şöyle :

Padişâhın hikmeti gör neyledi
Od u su toprag u yile söyledi
Bismillâh diyüp getürdi topragı
Ol arada hâzır oldı ol dagı
Topragıla suyı bünyâd eyledi
Ana Adem dimegi ad eyledi
Yil gelüp ardınca depitti anı
Andan oldı cism-i Adem bil bunı
Od dahı geldi vü kızdurdı anı
Çünki kızdı cisme ulaşdı cânı

Bu beyitlerde, varlığı oluşturan dört unsurun (anasır-ı erbaa) işlevlerini görüyoruz : Toprak ile su birbirine karıştırılıyor ; rüzgâr bu oluşumu hareketlendiriyor, ateş ise kızdırıyor. Hazret-i Adem böylece varlık âlemine adım atıyor. Peki bu dört unsurun simgelediği ana nitelikler nelerdir ? Yunus Emre'nin cevabı mükemmeldir :

Topragıla bile geldi dört sıfat
Sabr u eyü hû tevekkül mekremet

Evet, toprağın simgelediği sıfatlar sabır, iyi huy, tevekkül ve mekremettir (izzet, ikram). İnsan sabırla toprağı işler, hemcinsleriyle (ve toprakla) iyi geçinir, Allahâ güvenip dayanmayı terk etmezse, toprak ona ikramda bulunur; onu besler ve ayakta tutar. Onu böylece başı dik hâle getirip izzetli kılar. Peki su neyi simgeler ?

Suyıla geldi bile dört dürlü hâl
Ol safâdur hem sehâ lutf u visâl

Su ile gelen hâller safâ (gönül şenliği, duruluk, itminan), sehâ (cömertlik), lütuf (yumuşaklık, nezaket, okşayış, iltifat) ve visâldir (kavuşma, murada eriş). Toprak, su ile hayat bulur. Su, göğün yere iltifatıdır. Yer, onunla muradına ulaşır. Rüzgâra gelince, o heva ve heves kaynağıdır:

Yil ile geldi bile bil dört heves
Ol durur kibr ü riyâ tizlik nefes

Rüzgârla gelen heveslerin ilki kibirdir. Kibir, son kertede, insanoğlunun ilahlaşma eğilimidir. Gücünün yettiklerine diz çöktürme, onların aşağılanmasından büyüklük vehmi devşirme psikolojisi. İkinci heves riyâdır ; ikiyüzlülük, hatta çok yüzlülük. Üçüncü heves tizlik (acelecilik), dördüncüsü ise nefestir. Nefesin buradaki anlamının uzun ve boş söz olduğunu zannediyorum. Yunus Emre başka bir şiirinde şöyle diyor :

Kelecilerin bişirgil
Yaramazını şeşirgil
Sözün us ile düşürgil
Dimegil çoğ ide bir söz.

(Kelimelerini pişir, yaramazlarını ayır, sözünü akıl süzgecinden geçir ve işi uzatacak sözden uzak dur.)

Odıla geldi bile dört dürlü dad
Şehvet ü kibr ü tama' birle hased

Evet, bunlar da ateşle gelen çeşniler: Şehvet, kibir, tamah ve haset. Şehvet malum, kibir üzerinde kısaca durduk. Tamah ve haset (açgözlük ve kıskançlık), modern hayatın dingil çivileri. Dinlerin terbiye etmeye çalıştığı bu iki niteliğin normalleştirilmesiyle vücut bulan sisteme KAPİTALİZM diyoruz. Aralarındaki ilişkiyi aşağıda ele alacağız. Yunus'tan son bir beyit :

Cânıla geldi bile uş dört hisâl
İzzet ü vahdet hayâ âdâb-ı hâl

Dört unsurun birleşiminden ortaya çıkan cisme ilahî 'üfleyişle' oluşan cân da dört hasletle geliyor: İzzet, vahdet, hayâ ve edep.


Dünya cenneti olarak kapitalizm

İmdi, Yunus Emre'nin veya başka bir bilginimizin yüzyıllar öncesinden kaleme aldığı bir nasihatnâmenin günümüz insanına hitap edebilmesi için, içinde yaşadığımız sistemin mahiyet ve oluşumuna akıl erdirebiliyor olmamız lâzım. Kapitalizm, cennete öbür yakada değil, 'şimdi ve burada' kavuşma arayışıdır. Bir tür dünya cenneti vaadi. Bu vaadin dünya nüfusunun onda biri için kısmen gerçekleştiğini söylemek mümkün. Onda dokuzunun durumunu ise Necip Fazıl merhumun şu mısralarından takip edebiliriz :

Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şâh olsa
Yaşasın kefenimin kefili karaborsa.

Üniversitede iktisata giriş dersini Demir Demirgil'den almıştık (nâmı diğer, Yorgi Yorgiyadis). O gün bugün unutmadığım iktisat tanımı şuydu : Sınırlı kaynakların, sınırsız insan ihtiyaçlarına en iyi tahsisini sağlayan bilim veya sanat. Demek ki kaynaklar sınırlı, ihtiyaçlar sınırsızdı! Bugünkü konumuzla irtibatlandırırsak, Cennet'te her şey bol olduğundan, "iktisat" ilmine konu olacak bir durum yoktu. İktisat (veya Ekonomi), nedret (kıtlık, enderlik) yasasının bilimidir. Bir şeyler eksik veya yetersiz olmalı ki, "sınırlı kaynakların sınırsız ihtiyaçlara optimum tahsisi" söz konusu edilebilsin. Cennet'te kıt olan sadece elma (belki ayva!) ağacıydı. Şeytan öyle bir reklam kampanyası düzenledi ki, zavallı insanoğlunun ayvayı yemekten başka yapacak hiçbir şeyi kalmadı. Kitab-ı Mukaddes'e (Bible) göre, ayvayı önce Adem değil Havva yedi. Adem'in yüreği, biricik yol arkadaşının yalnız kalmasına dayanmadı ve o da günaha iştirak etti. Öğüt dinlememelerinin cezası olarak dünyaya indirildi ve (iktisatçı diliyle söylersek) enderlik yasasıyla yaşamaya mahkûm edildiler. Artık "ekmek elden, su gölden" dönemi arkada kalmıştı. Toprağı binbir zahmetle kazacak, doğum sancılarıyla kıvranacaklardı. Şeytan, intikamını almıştı. (Malûm, Şeytan'ın sapma sebebi, Adem idi. O yaratılmamış veya kendisine secde emredilmemiş olsaydı, İblis, melek melek yaşamaya devam edecekti!)

Modern iktisat bir bakıma insanoğluna dünyada bir cennet vaad ediyor: Eğer her şey Piyasa'nın görünmeyen eline bırakılacak olursa, bu cennet hayali gerçekleşecektir! İnsanların tek tek bencil veya ahlâksız olması problem değildir. Hatta bu, tercihe şayandır. 18. yüzyıl Aydınlanma düşünürlerine göre İlerleme, insanoğlunun meziyetlerinin değil, şerrinin eseridir. Hırs, açgözlük, kıskançlık gibi kötülükler, terakkinin motorudur. Dinler binyıllar boyu bu şerleri kınamış ve bastırmışlardı. Hz. Muhammed, "din öğüttür" buyuruyordu. İlk öğüdü tutmadığı için anayurt Cennet'ten atılan insan, sonraki öğütlere kulak verdiği ölçüde yurduna geri dönebilecekti. Şimdiyse modern filozof ve iktisatçılar ona, "kulağını dinin çağrısına tıka" diyorlar. "Bireysel kötülükler, toplumun çıkarınadır!" diyorlar. "Cennet ilahî bir lütuf değil, insan çabasının bu dünyadaki doğal ödülüdür" diyorlar. Bu çabanın ahlakî boyutu kapı dışarı edilmiştir.


Hepimiz birer tüccarız

Dünya cennetine ulaşabilmek için, herkesin bir ölçüde tüccarlaşması, herkesin bir türlü 'hesap adamı' olması şarttır. Bugün okuma yazması bile olmayan bir ev kadını, yüz yıl öncesinin esnafından daha ileri bir hesap bilgisine sahiptir. İlkokul mezunları en azından çarpım cetvelini ezbere bilir ve dört işlemi kolaylıkla yaparlar. 17. yüzyılın Avrupa tüccarı ne çarpım cetvelini bilirdi, ne de sıfırdan haberdardı. Dolayısıyla çarpma veya bölmeyi, bugünün ilkokul çocuğu kadar bile beceremezdiler.

Kapitalizm, toplum bireylerinin temel ihtiyaçlarının çoğunun kendileri tarafından değil, "özel işletmeler" tarafından karşılandığı bir sistemdir. Ben 50 yaşındayım. Üniversite tahsili için 1974'te Ağrı'dan ayrıldığım yıl bile, şehir nüfusunun yarıdan çoğu fırından ekmek almazdı. Her aile sonbaharda buğdayını satın alır (bazıları ekim yapar!), Küpkıran köyünün değirmenlerinde bir iki gün sıra bekleyerek öğütür; kalın çuvallara doldurulan unu evinin uygun bir köşesinde istiflerdi. Annelerimiz yıl boyu yer tandırında gün aşırı ekmek pişirirdi. (Tandır ekmeği ile fırın ekmeği arasındaki değişmez parite 2 idi!) Demem o ki, 1974 yılında, Ağrı henüz kapitalizme teslim olmamıştı. (Buna karşılık, Cahiliye Mekke'sinin sokaklarında ekmek satıldığına dair kayıtlar vardır. Kapitalizm, farklı biçimlerde birçok zaman diliminde boy gösteren bir hayalet olsa gerek !)

Kapitalizm, insanın zaman ve mekânıyla beraber metalaştığı bir sistemdir. (Meta, kâr maksadıyla alınıp satılan mal demek.) Mekânın temeli olan toprak, kolaylıkla alınıp satılan bir meta değildi. (Kızılderililer, kendilerinden zorla arazi almak isteyen beyazlara şöyle diyorlardı: "Topraklarımız bizim annemiz ve kardeşimizdir. İnsan hiç annesini satar mı?") Osmanlı sisteminde her ailenin bir çift öküzle sürülebilecek miktarda toprağı vardı. Bu toprak satılamaz, bölünemez, başkasına devredilemezdi. Dolayısıyla, mekânı metalaştırma, tüccarın yed-i kudretinde değildi.

ŞEHİR KAPİTALİZMİ İNSANI METALAŞTIRDI

Toprağın yaygın biçimde metalaşması ilk olarak İngiltere'de gerçekleşti. Gelişen ve büyük kazanç getiren yünlü kumaş ticareti için daha fazla yüne ihtiyaç duyan tüccar, yoksul köylülerin toprağını ele geçirip çitleyerek ("enclosure") otlak haline getirdi ve böylece daha fazla koyun beslenir oldu. Kapitalizm, sanayiden önce tarımda gerçekleşti.

Köy kapitalizmi, mekânın metalaşmasıydı. Şehir kapitalizmi insanın kendisini ve zamanını metalaştırdı. "İşçilik" kadîm devirlerden beri bilinen bir olguydu. Fakat bir toplumun küçük bir azınlık dışındaki bütün bireylerinin üretim ve kazanç araçlarından koparılıp, sadece o azınlık için çalışmaya mecbur edilmesi, yani toplumun topyekûn işçileşmesi yeni bir durumdur. İşçilere ilk zamanlar ancak karınlarını doyuracak kadar ödeme yapılırdı. Ekonomi biraz gelişince, işçi ücretlerini arttırmak gerekti ki, "efektif talep" yetersizliği yaşanmasın.

Dolayısıyla, insanlara harcama yapmalarını öğretmek gerekiyordu. Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü gibi "özel günler", insanlara mal talep etmeyi öğreten reklamcı taifesinin etkili icatlarından bazılarıdır. Bunların birer numara olduğunu herkes bilir; gene de hiç kimse oyunbozanlık etmez. İnsanlar tek tek hesapçı olsalar bile, topluca aldanmaya bayılırlar. Dünya cenneti, işte böylesi bir aldanıştan ibarettir.

Bayram günlerinde olsun bu toplu aldanıştan kurtulmanın bir yolu var mı? Yunus Emre, nasihatnâmesinin sonlarına doğru bize böyle bir yolun işaretini veriyor gibidir:

Sözi kes söyleme gel sen seni güt
Kakıma kimseyi sen işit ögüt
Niçe bir âvaralık sana böyle
Özünle iki gün olsan ne ola
Dahı bir gün sana sataşmadun sen
Dahı bir gün tagundan aşmadun sen

Evet, dünya cennetine aldanmayıp, ebedî ve hakiki kurtuluşun yoluna girebilmek için;

  • Başkaları değil, sen seni güt;
  • Eleştirme kimseyi, sen işit öğüt;
  • Kendinle kalmayı bil;
  • Özünle arana girmesin şekil;
  • Özeleştiri yap, kendi dağını aş;

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi