![]() T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
![]() | |
![]() |
![]() | |||
![]() |
S İ N E M A | 12 MAYIS 2006 CUMA | ![]() |
![]() |
| ![]() |
Ölümsüz bir arkadaşlık ve dayanışma öyküsü olan "Venedik Taciri", yeni haftanın da hiç kuşkusuz ki en iyi filmi. Radford'un bu şık yapıtını sakın kaçırmayın.
Dönem 16. yüzyıl, yer Venedik... Ekonomik sıkıntı içindeki tüccar Antonio, meteliksiz dostu Bassanio'nun güzel Portia'ya evlenme teklif etmek için ihtiyaç duyduğu parayı temin etmek üzere, şehrin gaddar Yahudi tüccarı Shylock'tan borç alır. Ancak, Antonio'nun parayı alırken sarfettiği hakaretlere çok bozulan Shylock, onunla yaptığı anlaşmaya, borç verdiği miktarın geri ödenmesine ilişkin çok kesin şartlar koyar. Gel zaman git zaman, Antonio'nun teslimat işleri Akdeniz'deki fırtına yüzünden sekteye uğrarken, Shylock da kızının asilzade Lorenzo'ya kaçmasından ötürü her zamankinden daha öfkeli bir adama dönüştür. Borcun vadesi geçince, Shylock diyet olarak Antonio'nun bedeninden kesilip kopartılacak "yarım kilo et"ini ister. Ne kadar korkunç olsa da ceza kesindir ve kilise yetkilileri anlaşma hükümlerini gördükten sonra bu zalimane cezayı uygulamakta hiç tereddüt etmeyecektir. Bassanio dostu Antonio'yu umutsuzca kurtarmaya çalışırken, hiç beklenmedik bir cepheden mucizevî bir yardım gelir. Büyük İngiliz oyun yazarı William Shakespeare'in 16. yüzyıl Venedik'inde geçen zamandan bağımsız komedi-draması "Venedik Taciri", bir grup Hıristiyan asilzadesinin yazgısını, talihini ve Yahudi tefeci Shylock'la olan gerilimli ilişkilerini konu alıyor.
YILDIZI "1984" İLE PARLAYAN YÖNETMEN
İKİ BÜYÜK USTANIN GÖVDE GÖSTERİSİ
Kısa film adaylarına taze mâlumat
Bir kere, beklediğim üzere, "yeni kültür ve sanat ürünleri ortaya koymak için çırpınan yetenekli gençlere yardımcı olun" diyerek kendilerine -huylarını bildiğim için biraz da sertçe- seslendiğim "varlıklı kesim"den yine ciddi anlamda ses soluk çıkmadı. Aksine, bu kesime mensup kişilerin orada burada hakkımda bolca homurdandıklarını duydum. Dahası, bu câmiaya ve dünyaya Müslümanca perspektiften bakacak bir kültür-sanat hareketine verdiğim o yirmi yıllık dolu dolu emeğin karşısında, hâlâ hiç utanmadan sıkılmadan (ve nedenini çözümlemekte güçlük çektiğim büyük bir nefretle), "Bu adam da kim oluyor, onun bu tür çağrılar yapmaya ne hakkı var" türünden edepsizce yorumlar yazanlar bile oldu. Bu tür saldırgan yaklaşımlara, sözkonusu makalemi sütunlarına taşıyan internet sitelerindeki yorum köşelerinde sıkça rastladım. Aslına bakılırsa, şimdiye kadar bu sayfalarda inatla söylemeye çalıştığım o "şey" hakkında insaf ve dostluk duyguları eşliğinde bir kez olsun bile düşünmeye gerek duymamış, doğrudan doğruya kişiliğimle uğraşan, fırsat buldukça da şahsıma yönelik özel nefretlerini kusmayı huy haline getirmiş olan bu tür kişi ve grupların pek çoğunu üç aşağı beş yukarı tanıyorum. Ancak varolan ömrümü onlara cevap yetiştirerek geçirmek gibi bir lüksüm yok. Çünkü, meslek hayatıma ilişkin hesabımı onlara değil, yalnızca Yaradan'a verme derdindeyim. O yüzden, bu tür -sertçe, ama dostça- yazıp çizmelerimle memlekette vurduğu yerden ses getiren bir tek yeni şair, bir tek yeni yönetmen, bir tek yeni romancı ya da bir tek yeni fotoğrafçı bile filizlenirse, gözlerimi sonsuzluğa kapatmadan önce kendimi bu toprakların en bahtiyar adamı olarak kabul edeceğim. Niyetim buyken, şahsıma yönelik kişisel bir gıcık kapma duygusunu kalplerinde her dem zinde tutan bütün bu tayfayı da Allah ıslah etsin diyorum, başka bir şey demiyorum. Evet, Allah hepsini ıslah etsin, çünkü bu insanların bir teki bile kendilerine, "Bu adam şimdiye kadar size ne gibi bir zarar verdi" diye sorulsa, verecek cevap bulamazlar. Velhasıl zenginler, onları para harcatmaya kışkırtmak için yapılan böyle çağrılara müthiş bir öfkeyle geri tepki veriyorlar. Şaşırmıyorum, çünkü "mal" tarihin her döneminde olduğu gibi günümüzde de en büyük sınav aracı...
Birbirinden güzel ve dostane satırlar eşliğinde bana sinemayla ilgili çalışmalarını aktaranların hepsine tek tek cevap gönderdim ve dilimin döndüğünce yol gösterip tavsiyelerde bulundum. Bu arada da "çekilmiş filmlere ortağı olduğum yapım şirketi aracılığıyla kurgu desteği verme" teklifimi de yineledim. Kültür ve sanat üretimi konusunda belli bir sermaye gücüne sahip kesimden gelen tek somut mesaj ise Hilal TV Genel Müdürü Sayın Adnan İnanç'a aitti. Beni yazımın yayınlandığı gün telefonla arayan Sayın İnanç ile yaklaşık yarım saat konuştuk. Adnan Bey, sinemamızın geleceği konusunda benimle aynı endişeleri paylaştığını belirtti ve gençliğin önünü açabilmek adına ne gibi somut girişimlerde bulunabileceklerini sordu. Ben de "Bu konuda atabileceğiniz ilk adım, bir ulusal kısa film yarışması düzenlemektir" dedim ve hemen ardından da kendisiyle şu öngörülerimi paylaştım: "Giderek gelişen pırıl pırıl bir televizyon kanalınız var. Televizyon ise büyük güç demektir ve böyle bir yarışma da gençler arasında ciddi bir hareketlenmeye yol açacaktır. Etkin bir tanıtım kampanyasıyla kitlelere duyuracağınız, ilerleyen yıllarda da giderek gelenekselleştireceğiniz bir ulusal kısa film yarışması, bir yandan geleceğin oyuncularını, senaristlerini, kameramanlarını, kurgucularını, ışıkçılarını ve yönetmenlerini yetiştirirken, öte yandan da Hilal TV yayın ailesi olarak size büyük bir onur kazandıracaktır."
Sinemaya gerçek anlamda gönül vermiş bir kısa filmci için değer ifade eden tek ödül "para" olamaz ve de olmamalı. Dar bir bütçeyle ve binbir emekle çektiğiniz kısa filminizin, böylesi bir yarışmada derece alması durumunda ulusal yayın yapan bir kanalda ekrana gelmesinden ve sizinle "yönetmen" sıfatıyla bir söyleşi gerçekleştirilmesinden mutlu olmaz mıydınız? Ya da, filminizdeki yetenek pırıltılarını fark eden televizyon yetkililerinin sizi kadrolu olarak bünyelerinde çalışmaya davet etmeleri, medya sektöründe boş bir koltuğun artık aslanın "ağzında" bile değil, doğrudan doğruya "midesinde" olduğu şu dönemde az buz bir ödül müdür? Bence, sektörde uzun bir kariyerin başlangıcı olabilecek böylesi bir teşvik ödülü bile, işini katıksız sevgiyle yapan gerçek bir kısa filmci için dünyalara bedeldir. Velhasıl, diyorum ki birazcık daha sabredin; bu sayfada sinema editörlüğü yaptığım sürece, sinema sanatında "izleyici" konumundan "üretici" konumuna terfî etmeyi düşleyenleriniz için elle tutulur gözle görülür bazı fırsatların yolunu açmak için uğraş vermeyi aralıksız şekilde sürdüreceğim. Bu süreçte, Türkiye'de kısa film denilince akla gelen ilk isimlerden biri olan, hattâ hiç de abartılı olmayacak bir ifadeyle "Türk kısa filmciliğinin babası" saydığım, bu sanata tam anlamıyla gönlünü vermiş sevgili ustamız ve ağabeyimiz Hilmi Etikan'ın söz konusu uğraşa ilişkin hemen her türlü bilgiye yer verdiği internet sitesini de gezmeyi ihmal etmeyin. Sol düşünceye mensup olmakla birlikte Türk sinema sektörünün gelmiş geçmiş en geniş gönüllü ve demokrat insanları arasında yer alan Etikan, yalnızca sitesini ziyaret etmekle kalmayıp gerektiğinde telefon da açarak her konuda doğrudan doğruya bilgi alabileceğiniz, benzerine az rastlanır bir sinema adamıdır. Ayrıca, kendisi İstanbul-Beyoğlu'ndaki atelyesinde film yapımına ilişkin periyodik kurslar da düzenlemektedir. Haliniz vaktiniz birazcık yerindeyse, sinema üzerine hem teorik hem de pratik eğitim sunulan bu kurslara katılabilir ve yapmayı tasarladığınız kısa filmlerin öncesinde sinemasal yeteneklerinizi şimdikinden çok daha yetkin bir düzeye çıkarabilirsiniz. Muhafazakâr kesimin insanları, 28 Şubat komplosu sonrasında, özellikle de 2000'li yıllarla birlikte, takvâ sahiplerini tedirgin eden bir inanç boşluğunun içinde yüzmeye başladılar. Bu dönemde kültürel kimlik tedricen reddedilip "dünya nimetleri" gitgide daha fazla baştacı edilirken, Ramazan'da yoksul bir aileye iki somun ekmeği yardım olarak vermek de dahil- hemen herşeye bakış kapitalistçe bir kâr-zarar mantığına endekslendi. Dikkat ederseniz, şimdilerde lütfedip bu tür yardımları yapmaya girişenler, işin ucunda kendilerini reklâm edecek bir televizyon kamerası varsa, ellerini ancak o zaman ceplerine atıyorlar. Sonuç itibarıyla, hayattaki herşey gibi inancımız da gitgide "magazinleşiyor". Takma sakallı dedelerin yeni ölmüş kötü kalpli kişileri strafordan yapılma Roma sütunları ve duman makinelerinden pompalanan sisler arasında karşılayıp iyi insan olmanın faziletleri üzerine grotesk bir üslûpla bol bol -hoş ama boş- ahkâm kestikleri bir inanç programcılığı da bu magazinleşmenin en traji-komik sonuçlarından biri olarak karşımızda durmakta...
Bilinsin ki şimdiye kadarki bütün yazıp çizmelerim, öfkeli seslenişlerim ve çırpınışlarım yalnızca bunun içindir. Onlarca yıldır ağırlıklı biçimde sol düşünce ekseninde şekillenen (ve bu hâliyle de iki bacağı olmamasına karşın diğer iki bacağının üzerinde zorla ayakta tutulan dengesiz bir sandalyeden farksız gördüğüm) Türk sinema endüstrisi, "irfan sineması"nın temsilcilerinin ardarda bu arenaya katılmasıyla gerçek dengesini bulacak ve yaşanacak olan rekabet sonucunda da ortaya bugünkünden çok daha nitelikli, toplumun kültürel değerleriyle çok daha barışık eserler çıkacaktır. Yüce Yaratıcı, bu konudaki sonsuz iyi niyetimizin şahidi olsun.
Gerek satış rakamı, gerekse reklâm gelirleri bir parça daha artsa, Şen ve ekibinin hem hacim hem de içerik olarak bizlere çok daha zengin bir yayın sunacaklarına hiç kuşkum yok. Hemen belirteyim ki başından bu yana Sarmaşık'a aboneyim; sizlere de her sayısında sinema üzerine son derece özgün dosyalara yer veren bu güzel dergiyi dikkatle izlemenizi salık veriyorum. Dergi her zamanki gibi bu sayısında da yine dolu dolu; ancak "Türk Romanı Var mı?" başlıklı dosya ve Hale Soygazi röportajı, özellikle okunması gereken iki bölümü oluşturuyor.
Sarmaşık / Aylık Kültür ve Sanat Dergisi / 104 Sayfa / Her sayı 5 YTL
Battal Gazi'den yeni bir taarruz
"Asıl Film Şimdi Başlıyor" (İnceleme-Araştırma)
"Seden sineması" üzerine kapsamlı bir araştırma
Tabiî, bu sözlerimiz işin latifesiydi. Kimseyi kıskandığımız falan yok; aksine Gülşah Nezaket Maraşlı'nın bu çalışmasıyla cidden gurur duyduk. Şimdiye kadar pek çok gazete ve dergide imzasını ilgiyle takip ettiğimiz, halen Hilâl TV'de yönetmenlik yapan bu sevgili meslektaşımız, Türk sineması üzerine uzun yıllardır profesyonel bir yaklaşımla kafa yoran başarılı araştırmacılardan biri. Ve kendisinin -basındaki söyleşilerinden takip edebildiğim kadarıyla- yazılışı kadar yayınlanması da zorlu bir yolculuğa dönüşen biyografi çalışması "Osman Fahir Seden'le Türk Sineması'nda Düet" en sonunda Elips Yayınları'ndan çıkabildi. Gülşah, Seden üzerine söylenebilecek neredeyse her şeyi tek kalemde söyleyen, ilginç anekdotlarını ender bulunan fotoğraflarla süslediği her sayfası yoğun bir emeğin ürünü bu eserini bastırabilmek için tamı tamına beş yıl beklemek zorunda kalmış. E, tabiî, memlekette Türk sinema tarihi üzerine yayın sırası bekleyen öylesine kıymetli araştırmalar var ki (!) bu hengâmede Gülşah'a ancak sıra gelir.
Türk sineması üzerine bu tür kapsamlı eserlerin azlığı, benim de araştırma yaparken sık sık eksikliğini duyduğum bir sorun. Bırakın basılı eserleri, kimsenin cebinden öyle ahım şahım paralar çıkmasını gerektirmeyen internet ortamında bile sinema alandaki zengin geçmişimize sahip çıkmıyoruz, çıkamıyoruz. Öyle ki google arama çubuğuna "Quentin Tarantino" yazdığınızda önünüze yüz binin üzerinde fotoğraf sıralanırken, geçenlerde bir Ayhan Işık fotoğrafı aradığımda Türk sinemasının "kral"ının bir kare görüntüsünü dahi bulamamak doğrusu içimi burktu. Demek ki koca ülkede bir tek Allah'ın kulu lütfedip de sitesine koymak için Işık'ın herhangi bir fotoğrafını taratmamış. O yüzden Gülşah gibi arkadaşlar son derece anlamlı bir iş yapıyor ve bu gibi işlerden servet kazanmasalar bile, kendilerinden sonra gelecek araştırmacılar için büyük özveriler sergileyerek tarihe kayıt düşüyorlar. Bütün sinemasever okurlarımızın tez zamanda bu eserden bir adet edinip arşivlerine katmalarını şiddetle tavsiye ediyorum. Eline sağlık benim çalışkan kardeşim...
"Osman Fahir Seden'le Türk Sineması'nda Düet" (İnceleme-Araştırma)
"Sine-Bulmaca"da bu hafta, çekildiği dönemi oldukça aşan yüksek görsel kalitesi, usta işi oyunculukları ve yalnızca ıslıkla çalınan ünlü jenerik melodisiyle yarım yüzyıldır üç ayrı sinemasever kuşağını derinden etkilemiş olan unutulmaz bir başyapıt var. Yıl 1943... İkinci Dünya Savaşı bütün şiddetiyle sürerken, Albay Nicholson komutasındaki bir İngiliz birliği Burma bölgesinde Japonlara esir düşer. Esir kampının komutanı Albay Saito, elinin altındaki mağrur İngilizleri bir köprü inşâ etmeleri için görevlendirerek, hem onlardan bedava işgücü niyetine yararlanmayı, hem de böylelikle burunlarını sürtmeyi planlamaktadır. Yakınlardaki nehrin üzerinde kurulacak olan köprü sayesinde Japon birliklerinin bölgedeki lojistik sorunları aşılacak ve birliklere cephane taşıma konusunda büyük avantaj sağlanacaktır.
Birliğindeki mühendis ve teknisyenlerle projenin beyin takımını kısa sürede oluşturan kahramanımız, düşman birliklerinin tasarlayabileceğinden çok daha iyi bir köprü inşâ ederek muhataplarının moralini bozmayı ve onlara sıkı bir ders vermeyi arzulamaktadır. Ancak Nicholson ve ekibi, inşaat ilerledikçe köprünün düşmanlarına avantaj sağlayacağını giderek unutacak ve tutkuyla bağlandıkları bu projeyi en mükemmel biçimde sonuçlandırabilmek için elinden geleni yapacaklardır.
Bu arada, inşaat sürerken bölgede olup bitenleri haber alan İngiliz ordusu da köprünün imha edilmesi için bir komando birliği görevlendirmiştir. Bir tarafta köprüyü tamamlamak için hayatları pahasına çalışan İngiliz askerleri, diğer tarafta ise onların yapmakta olduğu köprüyü havaya uçurmaya çalışan İngiliz komandoları... Böylelikle, savaşların yol açtığı sayısız traji-komik durumlardan biri daha gerçekleşir ve aynı ülkenin askerleri istemeden de olsa karşı karşıya gelirler. İçerdiği barışçıl söylemle sinema tarihinin en değerli savaş karşıtı yapıtları arasında yer alan bu klasik filmin orijinal adını, yönetmenini, en az üç başrol oyuncusunu ve filmin senaryosuna kaynaklık eden romanın yazarını biliyor musunuz?
Yarışmamıza bu hafta yurt çapında toplam 115 katılım gerçekleşti.. Bunlardan 96 tanesi yukarıdaki cevapları eksiksiz olarak içermekteydi. Bu arada, her zaman olduğu gibi., yanlış cevap veren ya da doğru cevaplarına -bütün uyarılarımıza rağmen- adını, soyadını ve açık adresini yazmayan okurlarımızı ise üzülerek elemek zorunda kaldık.
- KEMAL KAPLAN / ESKİŞEHİR
Talihlilerimizin armağan DVD'leri ("Fargo"/1996/Yönetmen: Joel Coen/Oynayanlar: Frances McDormand, Steve Buscemi, William H. Macy, Gaear Grimsrud) çok kısa bir süre içinde taahhütlü postayla adreslerine gönderilecektir. Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "sinema tarihini araştırmak ve öğrenmek!"
![]() |
![]() |
|
![]() |
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
![]() |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |