T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
S İ N E M A | |||
|
Medyanın mahvettiği küçük hayatlar
Baily gerçekte dünyanın belki de en sakin ve barışçıl adamıdır. Fakat akşama eve işsiz biri olarak dönecek olmanın dehşetiyle, onu tanıyanların kırk yıl düşünseler bile akıllarına gelmeyecek bir şey yapar ve müzeyi gezmekte olan ilkokul çocuklarını "rehin alır." Aslında rehin aldığı bütün çocukları kasabadaki gündelik karşılaşmalardan dolayı gayet iyi tanımaktadır ve onların kılına bile dokunmaya niyeti yoktur. Buna karşılık, yaşadığı yoğun çaresizlik duygusu genç adamın gözünü döndürmüştür bir kez... O sırada, bir haber çalışması için aynı yörede bulunan ve tam da rehin alma olayının başladığı dakikalarda müzenin tuvaletini kullanan kıdemli televizyon muhabiri Max Brackett, Baily'nin eylemine rastlantı sonucu tanık olur. Brackett, geçmişte çalıştığı kanallarda büyük bombalar patlatmış, ancak şimdilerde epeyce çaptan düşmüş bir habercidir. Yeniden silkelenip kendine gelebilmesi için de bu yerel trajediden acilen ulusal çapta bir "atlatma haber" çıkarması gerekmektedir. Böylelikle, Baily'nin dış dünyaya kapılarını kapattığı müzede bilinçli olarak "rehine" rolüne bürünür ve saatler ilerledikçe giderek yerel bir haber olmaktan çıkan bu öyküde "esas oğlan"ın yanında "karakter oyunculuğu"na soyunur. Olay, canlı yayına geçen televizyonlar üzerinden ülkenin dört bir yanına dalga dalga yayıldıkça, Brackett'den çok daha popüler -ve de alçak- olan ulusal kanal habercileri devreye girmeye başlarlar. Baily'nin eyleminin başlamasının üzerinden daha yarım gün bile geçmeden, ülke medyası yereliyle ulusalıyla müze binasının önüne kamp kurmuştur. Bunlar, yaptıkları kışkırtıcı yayınlarla, hem kamuoyunun hem de çevreyi kuşatmış olan FBI ajanlarının içerideki "bunalmış zavallı"yı gitgide "azılı bir cani" olarak görmeye başlamasını sağlarlar. Sonunda da bütün bu topluluk elele vererek, tek amacı işini kaybetmemek olan yoksul bir bekçiyi ülke tarihinin gördüğü en vahşi terörist ilan eder. Eh, önyargı böylesine keskin ve gözü kara olunca, ardından esaslı bir "linç"in gelmesi de kaçınılmaz olacaktır elbette... "Grease", "Cumartesi Gecesi Ateşi" ve "Canlı Kalmak" gibi müzikal filmlerdeki rollerinden dolayı üzerine yapışıp kalmış "iyi dans eden parlak çocuk" imajından yıllarca sıyrılamayan John Travolta, sırf bu nedenle bir ara bunalıma girip alkolik olmuş, sonrasında da sinemadan bütünüyle kopmuştu. Ta ki Quentin Tarantino ondaki -yıllarca kötü yönetmenler eliyle ziyan edilmiş- yeteneğin küllerini süpürüp kendisini beyazperdeye yeniden kazandırana kadar... Travolta, 1994 yılında Tarantino'nun ikinci filmi "Ucuz Roman"da canlandırdığı Jules karakteriyle sinemada ikinci doğumunu yaşadı ve o gün bugündür de ardarda pek çok önemli yapıtta, kendisini çok daha iyi ifade edebildiği etkili roller üstlendi. İşte, "Çıldıran Şehir"deki Sam Baily karakteri de bu ikinci dönemin bir anlamda zirvesini simgeliyor. Ünlü yıldız, anılan rolde öylesine başarılı ki ona film boyunca eşlik eden Dustin Hoffman gibi bir devin karşısında bile ezilmiyor. Hattâ ezilmek şöyle dursun, gönülden oyunculuğuyla aslında pek çok yerde onu da ezip geziyor. Rehin aldığı çocukları bir an bile incitmek istemeyen, onlara birer rehineden ziyade kendi çocukları gibi davranmaya çalışan yufka yürekli Baily'nin film boyunca yüzüne sinen derin şaşkınlık unutulacak gibi değil. Bu hayâlî karakter, Travolta'nın usta işi oyunculuğu sayesinde âdeta gerçek bir hayatın tasvirine, bir tür "belgesel"e dönüşmekte... Öte yandan, her ne kadar geri planda falan kaldığını söylesek de Dustin Hoffman'ın "Çıldıran Şehir"in başarısındaki usta işi katkısını kesinlikle yabana atmamak gerek. Hoffman, nicedir kaybettiği meslekî itibarını gariban bir taşra adamının üzerinden yeniden toparlamaya çalışan sinsi muhabir Max Brackett rolünü o her zamanki güven veren rahatlığı içinde oynuyor. Arsızlığın kitabını yazmış olan Bracket'i, yaptıklarından dolayı giderek vicdan azabı duymaya başlayan bitik bir haberciye gayet inandırıcı bir performansla dönüştürürken, özellikle finaldeki dokunaklı oyunculuğuyla filme damgasını vurduğunu görüyoruz efsanevî aktörün. Bu arada, söz oyunculuktan açılmışken, önemli yan rollerden birini üstlenen eski tüfek Alan Alda'yı da filmin artıları arasında saymak gerek... Tabiî, bu güzel senaryonun ve onu daha bir zenginleştiren üstün performansların ardında, Gavras gibi abartısız, söyleyeceğini çok açık ve net biçimde söyleyen bir sinema dilini yıllardır başarıyla kullanan büyük bir usta var. Her ne kadar Amerikan sermayesiyle çektiği filmlerde sistemin baskısıyla bir miktar "Amerikanlaşmak" zorunda kalsa da özündeki cevher bütün filmlerine şu veya bu oranda mutlaka yansıyor ünlü yönetmenin. Zaten Amerikan sistemi içinde çalışıp da aynı sistemi (tıpkı daha önce bu köşeye konuk ettiğimiz bir başka unutulmaz filmi "Kayıp"ta yaptığı gibi) bu kadar sertçe eleştirebilmesi bile onun farklılığının bir kanıtı... Son olarak, "Çıldıran Şehir"e ilişkin olarak kişisel tarihimden bir not... Bu film 1998 yılında Türkiye sinemalarında gösterime girdiğinde büyük televizyon kanallarından birinde muhabirdim ve kanalın o dönemdeki genel yayın yönetmeni de değişik servislerdeki elemanlara haber göndererek, "meslekî dersler çıkartmamız için" hepimizi Gavras'ın yapıtını izlemeye götürmüştü. Elliye yakın muhabir ve editör, o günün akşamı iş çıkışında filmi gösteren sinema salonlarından birine gittik ve bekçi Baily'nin batılı meslektaşlarımız eliyle harcanışının öyküsünü dudaklarımızı ısırarak izledik. Gerçi, filmler öyle her zaman "hayatın karanlık patikalarına ışık saçan birer kılavuz"a dönüşemiyor ne yazık ki. Şimdilerde ABD'de kanserle boğuşan bu ünlü yayın yönetmeninin ve onun habercilik mantığının gölgesinde yetişenlerin meslekî sicillerinin de öyle pek temiz olduğu söylenemez. Aksine, bu ekolün mensuplarının şimdiye kadar çalıştıkları kanallarda medya etiği konusunda kırdıkları cevizler bini aştı. Ama yine de bir sinema filminin etkili bir televizyon kanalında çalışanlar için "ders notu" işlevi görmesi, dahası bir yayın yönetmeninin bunu çalışanlarıyla paylaşmayı akıl etmesi -ülkemiz medyasındaki aşırı hoyrat astlık-üstlük ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda- oldukça ilginç ve sıradışı bir deneyimdi doğrusu...
Velhasıl, Gavras'ın -gerçek değeri Türkiye'de de gösterildiği diğer ülkelerde de yeterince bilinememiş- bu etkileyici filmini, özellikle ucundan kıyısından bir biçimde medya sektörüne bulaşmış ya da gelecekte bulaşacak olan bütün sinemaseverlerin tekrar tekrar izlemesi şart... Orada, benzerleri hemen her gün yerkürenin dört bir köşesinde rutin olarak yaşanan, ilk karesinden son karesine dek "gerçek" bir olay göreceksiniz. Sözgelimi, ben bu filmi ne zaman izlesem, Türkiye kamuoyunda artık "güven abidesi"ne dönüşmüş olan çok ünlü bir televizyon yapımcısının, "kadınlara sarkıntılık ediyor" diyerek gizli kamera çekimleriyle ekranda saatlerce teşhir ettiği o -şimdilerde artık adı bile unutulmuş- "kurban"ını hatırlarım. Bundan yıllar önce yayımlanan meş'um bir haber programının -belki henüz tanısı konulmamış bir ruh hastalığının etkisiyle, belki de düpedüz şeytana uyarak- kadınlara tacizde bulunan meçhul kahramanı, yaşadığı derin utanca dayanamış ve evli barklı, çoluk çocuk sahibi, normal hayatında da gayet mütedeyyin çizgide bir adam olarak evinde canına kıymıştı. Umarım, yüksek toplumsal prestij sahibi bu araştırmacı gazetecimiz, vaktiyle intihara sürüklediği o yaşlı kurbanının yüzünü arada bir de olsa hatırlıyor ve "sarkıntılık suçunun ceza hukukundaki rasyonel karşılığı" üzerine samimi vicdan muhasebeleri yapıyordur.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |