AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
||
|
|
Denize düşen...
Yurtdışında yaşayan dindaşlarımızdan birkaçı bazı dini meselelerini danışmak üzere bana gelmişlerdi, ülkede ve dünyada olup bitenleri konuşurken konu AB'ne giriş macerasına intikal etti. Bu konuda ne düşündüğümü sordular. Ben de, diğer kesimlerin değil de islamî kesimin bu maceraya razı olmalarının gerekçesi hakkında özetle şunları söyledim: "İslam'a kısmen veya tamamen uygun, insanın insan gibi yaşayabileceği, ya bugünün modernleşmiş ülkelerine benzeyen veya onlara örnek olabilecek bir düzeni kendi başımıza, toplumun bütün -veya bu iş için yeterli kemmiyette- kesimlerinin uzlaşması ile oluşturmaktan ümit kesilince gözler dışarıya dikildi, "başkalarının yardımı ile bu amacı gerçekleştirmek mümkün olur mu" sorusu soruldu, AB'ne dahil ülkelerin çoğunda uygulanan demokrasi, hak ve özgürlükler dengesi cazip geldi, hiç değilse bu kadarı olsun dendi ve "başka çare bulunmadığı; fıkıhtaki ifadesiyle zarureten" bu yola girildi. AB'ne girildiğinde müslümanların daha hür ve rahat olacakları ümidini acı bir gülümseme ile karşıladılar ve arkasından sordular: Gerçekten başka çare yok muydu? Ben de sizce var mıydı, neler yapılabilirdi, bazı tecrübeler hangi sonuçları doğurdu? Diye mukabil bir soru sordum. Biraz da meseleye bu açıdan baktık. Sonunda işin hiç de basit olmadığını, her yolun ve çarenin avantajları yanında önemli riskleri de bulunduğunu bir daha müzakere etmiş olduk. Bu sohbeti nakletmemin sebebine gelelim. Müslümanlar için bir normal, tabîî, zorlayan bir durum bulunmadan meşru olan davranış vardır, bir de zorlayan bir sebep, bir çaresizlik bulunduğu için meşru olan yol, çare ve davranış vardır. Bu ikincisinin meşru olabilmesi için : 1. Gerçekten başka "elverişli, amaca uygun, uygulanabilir" bir çarenin bulunmaması; 2. Zarurete dayalı davranışın aslında meşru (İslam'a uygun) olmadığının unutulmaması, bu davranışın giderek, alışılarak tabîîleşmemesi, ilk fırsatta olması gerekene dönülmesi için çaba sarf edilmesi gerekir. Aralık ayında AB'ye giriş müzakeresi için tarih alınması bekleniyor. Girilmiyor, girmek için müzakere başlıyor ve bunun on yıl kadar süreceği söyleniyor. Bu on yıl içinde islami kesimin, 11 Eylül sonrası ABD ve AB'de müslümanlara karşı takınılan tavırı, bu iki blokun İslam dünyası ile ilgili plan ve projelerini, oralarda yaşayan müslümanların hak ve özgürlüklerinin sınır ve ölçüsünü iyi takip etmeleri aynı zamanda dini bir vazife oluyor. Ben hep şuna inandım ve inanmaya devam ediyorum: İslam ülkeleri de bir blok (birlik, topluluk) oluşturabilirler, tabîî olarak meşru olan budur, bunun hem İslam topluluklarının iç problemleri hem de sömürücü Batı'nın engellemesi yüzünden çok zor olduğunda şüphe yoktur, ama bu tabîî olarak meşru olan çarenin tamamen (teori ve pratikte) devreden çıkarılması asla meşru değildir. Müslümanlar ötekilerle işbirliğine girerken fayda ve zaruret yanında bu meşru yolun kapanmaması gereğini de gözden uzak tutamazlar. Bugün zor olan, beklenmedik gelişmeler sonunda yarın kolay hale gelebilir. Bunun bir şartı da şuurda ve teoride projeyi geliştirmek için müslüman entellektüellerin sarfedecekleri gayrettir. Denize düşen yılana sarılırmış ama yılana sarılmanın bile herhalde bir kurtuluş ümidine bağlı olması gerekir; denize düşen yılana sarılırken ya onun yılan olduğunu bilmez, halat filan zanneder yahut da yılanın kendisini hemen sokup öldürmeyeceğini, onun sayesinde sahil-i selamete çıkabileceğini umar.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |