![]() |
![]() |
![]() |
![]()
|
![]() |
![]() |
|
![]() |
![]()
'İlim' kelimesinin Türkçemizde iki karşılığı vardır: masdar anlamıyla 'bilmek', isim anlamıyla 'bilgi'. İlki bir eylemin adı, ikincisi ise bu eylemin mahsulü... Bu bilgi'ye kesin (objektif) ve tanımlanmış (müdevven) olması halinde ise 'bilim' denir. Bu tür bir bilgi (=ilim) sahibine 'bilgin' (=âlim) diyoruz. Bilgin kendisi dışında olanı (obje'yi) bilir; eğer kendini (haddini) de bilir/tanır ise bu sefer ona 'bilgin' değil, 'bilge' (=ârif) deriz. İlim dolaylı bilmenin adı... Çünkü başkasını bilmek demek... Dolayımsız bilme (=marifet) ise Türkçemizde 'tanımak' (=irfan) sözcüğüyle karşılanır. İlim ve irfan sahibi olan insanlar başkasını (objeyi) bilen ve kendisini (suje'yi) tanıyan, yani hem bilgin, hem bilge (âlim ve ârif) olabilmeyi başarabilmiş kimselerdir. Peki bilgiç kimdir? Bilgin ve bilge olmadığına göre, bilgiç "bilgisiz olan" mı demektir? Elbette hayır! Eğer böyle olsaydı ona sadece 'cahil' (=bilgisiz) demekle yetinirdik. Oysa 'bilgisiz' bir şeyi bilmeyenin, 'bilgiç' ise bilmediğini de bilmeyenin adı... Demek ki bilgisizlik tek katmanlı, bilgiçlik ise iki katmanlı cehalet... Bilgiçlikte bilgisizlik yok, yanlış ve eksik bilgi var; hepsinden önemlisi bilmediğini bilmemek var. Özetleyecek olursak 'bilge' sözcüğünü ârifler için, 'bilgin' sözcüğünü âlimler için, 'bilgiç' sözcüğünü ise pekâlâ günümüz aydınları (malumat-füruş takımı) için kullanabiliriz. İlim ve irfan sahibi olmayı önemseyen bir millettik bir zamanlar... Öyle ki malumat-füruş olmak önemsenen değil, bilakis tebessümle karşılanan, hafiflik olarak algılanan bir hâl idi. Çünkü amaç malumat toplamak değil, ilim elde etmek ve bu ilmi bizatihi ilim için değil, irfan için elde etmek idi. İrfansız nice ilim sahibi vardı, olması da doğaldı ve fakat makbul değildi. (Nitekim 'ukala' sözcüğü biraz da böyleleri için kullanılırdı.) Şimdiyse ihtiyaç fazlası bilgiçlerimiz var. En basit metinleri bile okuyup anlamaktan uzak olan, ancak üstünkörü haberdar olmayı marifet zanneden, üstelik haberdarlığını tahsiline borçlu olan bilgiçler... Ahmed Cevdet Paşa'nın "Miyar-ı Sedad" adlı mantık kitabını sadeleştiren bir akademisyen, "tab'an" (=tabiatı itibariyle) kelimesini sanırım 'tıbaat' ile karıştırdığından olsa gerek ki "basım yoluyla" diye Türkçe'ye aktarmış ve fakat hocaları bile bu ayıbı (!) farketmemişlerdi. Ne yapacağız, bu bilgiçliği hiç değilse ne yapıp da bilginlik seviyesine çıkaracağız, bilemiyorum. Bildiğim tek şey, bu işin çok yeni olmadığı.... Bu bakımdan biri eski, diğeri yeni iki misal vermek istiyorum: İlki Ahmed Mithad Efendi'den.... Kendisi Harizmî'nin Mefatih'ul-Ulum'una dair Necib Asım tarafından İkdam'da yayımlanan bir makale münasebetiyle Necib Asım'ın Selimiye Kütüphanesi'nde Taşköprüzâde Ahmed Efendi'nin "Miftah'us-Saade" adlı eserinin, oğlu Kemaleddin Mehmed Efendi tarafından Türkçe'ye çevrilen "Mevzuât'ul-Ulum" adlı yazmasına rastladığını, kendisi için bir kısmını intisah ettirdiğini, bunu okuduğunda etkilendiğini söyleyip İkdamcı Cevdet'i bu eseri neşretmesi için teşvik eder ve der ki: — "O kadarcık mikdarının mütalaasıyla dahi görmüş anlamış idim ki eskiler Yunan'dan ahz-ı ulum hususunda şimdiki yenilerden, yani bizlerden daha ziyade vüsat-i nazara ve isabet-i fikre nail imişler. Zira onlar mesela Aritmetik'i 'Aritmatika' diye almış oldukları halde bir türlü anlayamadım ki biz bilahare 'Riyaziye' kelimesini onun makamına ne hikmete mebni ikame eylemişiz? Riyazet'teki 'savm', 'perhiz', 'açlık' mânâları içine Aritmetik'i nasıl sığdırmış olduğumuzu hakikaten anlayamamışımdır." (İkdam, 12 Temmuz 1311) Gördüğünü söylediği ifade şu: — "İlm-i Aded ki Aritmatika ile dahi tesmiye olunur." (I/404) Yorumlarına gelince hepsi bilgiçlikten, bilgiden değil. Oysa dikkatle okusalardı ve anlasalardı, şu açıklamaya tesadüf etmeleri işten bile değildi: — Menfaati nefse riyazet vermektir, madde'den mücerred olan eşyaya ve levahıkına nazar ile. Ol ecildendir ki kudema bu ilmi, talimde sâir ulum üzre —hatta İlm-i Mantık üzre— takdim ederlerdi. Teorik Felsefe'nin (Ulum-i Hikemiye-i Nazariye) konuları da yine aynı eserde şu şekilde sıralanır: Tabiiyât (Fizik), Riyaziyât (Matematik), İlahiyat (Metafizik). İzahı da şöyle yapılır: — Kısm-ı sâni "İlm-i Riyazî" ile müsemmadır, nüfus evvela onunla riyazet olunmaya menus olduğu cihetten. Zira evâil-i talimde onunla ibtida ederlerdi ki delaili yakiniye olup nüfus dahi evvelemirde yakiniyâta mutad olsun diye. Hatta talimde Mantık üzre dahi takdim ederlerdi. (I/336) Sorsaydı etrafında aslını öğrenebileceği çok kimse vardı; hürmet etseydi sükut ederdi. Lakin o gazeteciydi ve konuşup yazmak zorundaydı. Yani burada sorun bilmemekte değil, hatta bilmediğini bilmemekte de değil, her ne olursa olsun meslek gereği yazıp konuşmakta.
|
![]() |
|
![]() |
![]() |
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |