AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Son Osmanlı Aliya ve "insan hakları" problematiği

Cumartesi günü Ankara'da Hukûkî Araştırmalar Derneği HUDER tarafından "Aliya İzzetbegoviç ve İnsan Hakları" konulu bir panel düzenlendi. İnsan Hakları Haftası münasebetiyle HUDER'in başkanı Yakup Erikel'in özenli çabasıyla gerçekleştirilen ve sıkı bir entelektüel olan avukat Mustafa Everdi'nin yönettiği panele Bosna-Hersek Büyükelçiliği'nden müsteşar Faruk Hacıbeygiç, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanı Vahit Bıçak, Mehmet Bekaroğlu, Hüseyin Kansu, Turuncu dergisi yayın yönetmeni Halise Çiftçi ve bendeniz konuşmacı olarak katıldık.

Yakup Erikel ve Vahit Bıçak, Aliya ve insan hakları sorunu konusunda özlü birer açış konuşması yaptılar. Bosna'daki müslümanların varoluş mücadelesi konusundaki yoğun çabaları takdirle karşılanan milletvekili Hüseyin Kansu, hem Aliya'nın kişiliği, liderliği ve Bosna'nın bağımsızlık mücadelesi konusunda oynadığı yılmaz ve öncü role dair, hem de Bosna'naki müslüman halkın müslümanca varoluş mücadelesine dair önemli anekdotlar aktardı.

Mehmet Bekaroğlu ise konuşmasında insan hakları söylemini sorguladı; insan hakları, özgürlükler, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi kavramlar etrafında yürütülen tartışmaların ve geliştirilen söylemlerin retorikten (boş laftan) ibaret olduğuna dikkat çekti. Ve insan hakları söyleminin en fazla gündemde olduğu bir zaman diliminde insan haklarının en fazla ihlal edilmesinin oldukça anlamlı ve düşündürücü olduğunu hatırlattı.

Duygulu ve lirik bir konuşma yapan Halise Çiftçi ise, hoşgörü kavramının marazî bir kavram olduğu gerçeğini örneklerle gözler önüne serdi. Ve Dayton görüşmeleri sırasında yaşanan bir olayı hatırlattı: Dayton Barış Görüşmeleri'nin tıkandığı bir anda Aliya dayanamıyor ve masaya yumruğunu vurarak "Ben, İstanbul'a gidiyorum" diyor ve müzakereleri terkediyor. Ben de konuşmamda öncelikle insan hakları söyleminin her bakımdan sorunlu bir söylem olduğuna dikkat çektim ve meseleyi iletişim felsefesi ve uluslararası ilişkiler tarihi açısından tartıştım. Panelde yaptığım konuşmada geliştirdiğim argümanları burada sizlerle de paylaşmak istiyorum.

Öncelikle şunu vurgulamam gerekiyor: Rahmetli Aliya'nın Dayton Barış Müzakereleri'nın çıkmaza girdiği bir sırada masaya yumruğunu vurarak "ben, Ankara"ya gidiyoru" değil de, "ben, İstanbul'a gidiyorum" demesi, onun Osmanlı'yı ruhunda, rüyalarında ve hayatında yaşatan Son Osmanlı olduğunun çarpıcı bir göstergesidir. Akif Emre'nin yazılarından ve kendisiyle yaptığı röportajlardan Aliya'nın ruhunda Osmanlı ateşini nasıl canlı tuttuğunu, Osmanlı'nın Aliya için nasıl bir anlam ifade ettiğini çok iyi öğrendiğimizi sanıyorum.

Aliya'nın mücadelesi basit bir insan hakları mücadelesi değildi. Aliya, daha ilk gençlik yıllarından başlayarak yıllarca hapishanelerde çile dolu bir hayat geçirmesine yol açan, 12 arkadaşıyla birlikte yayımladıkları "İslâmî Manifesto"da kesinkes billurlaşan ve bağımsız müslüman Bosna devleti'nin tohumlarını atan İslâmî mücadelesinin de gösterdiği gibi Bosna'da insan hakları kavgası veren bir kişi değil, müslümanca hayat ve varoluş mücadelesinin engellerini adım adım aşmaya çalışan bir hakîkat mücadelesi veren öncü bir siyâsî şahsiyet ve bilge bir düşünürdü.

İşte bu iki özelliği Aliya'nın Osmanlı medeniyetinin ruhunu, misyonunu ve günümüz müslümanları için ne denli hayâtî bir önem arzettiğini kavramasını mümkün kılmış ve onun Osmanlı ateşiyle yanıp tutuşmasına imkân tanımıştı.

Eğer Aliya, sosyalist Tito rejiminin baskılarına ve zorbalıklarına karşı verdiği mücadeleyi yalnızca bir insan hakları mücadelesi olarak görmüş ve vermiş olsaydı, bugün Bosna'daki müslümanlar, bağımsızlıklarına kavuşamazlardı; sadece bir takım temel haklarını elde eden, parça bölük kümeler hâlinde yaşayan bir azınlık olarak kabul edilmekle yetinmek zorunda kalırlardı.

O yüzden Aliya'nın hem bilge bir siyâsî şahsiyet, hem de bilge bir düşünür olarak sergilediği öncü tavır, gösterdiği yaratıcı ruh ve kurucu irade, bugün İslâm dünyasındaki bütün müslüman toplumlar için de özenle anlaşılması, incelenmesi ve örnek alınması gereken esaslı bir tavırdır.

Bugün Müslümanların temel sorunlarını temel insânî haklarının gaspedilmesi, yok sayılması meselesi olarak konumlamaları son derece yanlıştır ve mesele bu şekilde ortaya konulduğu ve tartışıldığı sürece müslümanların meselelerini hâl yoluna koyabilmeleri, sâhil-i selâmete varabilmeleri ve rahat bir nefes alabilmeleri imkânsızdır.

Müslümanların meselesi, temel insan haklarının ihlal edilmesi, yok sayılması ve gaspedilmesi meselesi değildir. Müslümanların meselesi, müslümanca yaşabilme ve müslümanca varolabilme meselesidir. Dolayısıyla meseleyi, insan hakları meselesi olarak belirlemek, sadece mevzî ve arızî bir takım hakların elde edilmesiyle sonuçlanabilir. Bu da uzun vadede müslümanları, arızalar üreten, türlü taarruzlara maruz kalmalarına yol açan marazî durumların ve çıkmaz sokakların eşiğine sürüklemekten başka bir işe yaramaz.

O hâlde, asıl ve aslî meselemiz, hakîkati arama, hakîkati hayata geçirme ve hakîkat üzre olabilme ve yürüyebilme; hakîkatle muhkem ve sarsılmaz bir şekilde nasıl irtibat kurabileceğimiz meselesidir. Hakk'ın hakîkatine ve hakîkatin hakkına bihakkın teslim olamadığımız, dolayısıyla Hakk'ın hakkını talep ve teslim edemediğimiz sürece, haksızlığın ve hukuksuzluğun tahakkümü tarafından teslim alınmaktan kurtulamayız.

Hakîkatle irtibatları kopan toplumlarda hakkın, hukukun hakkıyla tahakkuk ettirilebilmesi imkânsızdır. Hak arayışı, hakîkat arayışından kopuk ve bağımsız bir şekilde gerçekleştirildiği sürece aslâ tahakkuk etmez.

Tanrı'yı hayatımızdan kovanların, tabiatı tahrip edenlerin, insanın kendisini Tanrı konumuna yerleştirmeye kalkışarak insanı da, Tanrı'yı da karikatürize edenlerin; dolayısıyla insanın Yaratıcı'yla, tabiatla, kâinâtla irtibatını koparanların insan haklarından sözetmeleri, kesinlikle bir yanılsamadan, bir kandırmacadan, ayartıcı ve baştan çıkarıcı bir ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Mesele bu şekilde tersinden ve arızî bir düzlemde ortaya konulduğu sürece insanlığın yepyeni felaketlerin ve trajedilerin eşiğine sürükleneceğini söylemek bir kehânet olarak görülmemelidir.


15 Aralık 2003
Pazartesi
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED