|
|
"Buzla doldurulmuş
bir küvette çırılçıplak!"
Son bir aydır Beyoğlu Galatasaray Lisesi yakınında bir derse gidiyorum. Park sorunu olduğundan otobüsü tercih ediyorum. Ömer Hayyam durağında iniyorum ve Çiçek Pasajı'nın içinden geçerek İstiklal Caddesi'ne çıkıyorum. İstiklal Caddesi'ndeki izdiham ve canlılık dünyada eşine ender rastlanan cinsten. Her türlü insan hareket halinde, kimi aşağıya kimi yukarıya, kimi yalnız kimi arkadaşıyla, kimi eşiyle kimi dostuyla. Kıpır kıpır bir cadde. Arayanlar, arananlar. Satanlar, alanlar. İstiklal Caddesi'nde dünyayı görmek mümkün. Hem Türk insanının renkli simalarını hem de yabancıların hemen her cinsini. İngiliz'i, Fransız'ı, Alman'ı, Amerikalı'sı, İranlı'sı, Arap'ı, beyazı ve zencisiyle her cinsten insanla karşılaşmak mümkün. Galatasaray Lisesi ile Ömer Hayyam durağı arasındaki kısa mesafede akşam giderken pek rastlanmıyor ama gece dönerken çok renkli manzaralar görüyorum. Kâh pasaja yayılmış masalardaki keyif ehlinin muhtelif manzaraları, kâh barlardan dışarı taşan canlı müzik sesi ve müzikle coşanların naraları. İmrenilecek bir hayat değil. Mutlu gibi görünen ama derdini, kasvetini içkinin geçici sarhoşluğuyla, ya da eğlencenin geçici tadıyla unutmaya çalışan insancıklar. Hele dün pasajdan geçerken gördüğüm manzara beni hayli düşündürdü. Bir lokanta bar her neyse kapısının önünde taşmış masaların birinde 4 kişi oturmuş kafayı çekiyorlar. Başlarında 3 çalgıcı biri darbuka, biri keman, biri klarnet çalıyor. Ses ta uzaktan duyuluyor. Klarnetin sesi oldukça güçlü. Abartmıyorum çalgıcı klarneti masadaki adamın kulağına dayamış öttürüyor. Ben yanından geçerken klarnetin sesi beni rahatsız etti, ama klarnetin kulağına dayandığı adam gözlerini masaya dikmiş öyle dinliyor. Canlı cenaze misali.. O sese dayanmak mümkün değil. Acıdım. Aklıma birkaç gün önce elektronik posta adresime gönderilen aşağıdaki hikaye geldi. Bu hikayeyi sizlerle paylaşmak istedim. Mesajı gönderen şahıs başkalarına gönderilmesini isteyen bir de not yazmış. İşte hikaye: "Bir genç Cumartesi gecesi bir partiye gidiyor. Çok eğleniyor, birkaç bira içiyor. Partiden tanıştığı bir kız ondan çok etkilenmiş görünüyor ve onu başka bir partiye davet ediyor. Hemen kabul ediyor ve diğer partinin gerçekleştiği yerde birkaç bira daha içiyor. Daha sonra anlaşıldığı üzere birileri buna uyuşturucu veriyor (hangi uyuşturucu olduğu bilinmiyor). Bu genç sabah uyandığında kendisini içi buzla doldurulmuş bir küvette çırılçıplak buluyor. Hâlâ içkinin ve uyuşturucunun etkisinde olduğunu hissediyor ve etrafına baktığında yalnız olduğunu anlıyor. Göğsünde rujla yazılmış bir kağıt olduğunu fark ediyor. Kağıtta, '112'yi ara, yoksa öleceksin!' yazıyor. Hemen 112'yi arıyor Ama nerede olduğunu, ne içtiğini, kimlerle olduğunu bilmediğini söylüyor. Operatör hemen bir aynanın karşısına geçmesini söylüyor. Genç, göğsünde hiçbir anormallik görmüyor ama operatör sırtına bakmasını söyleyince, sırtında 2 tane büyük yarık olduğunu far- kediyor. Bunun üzerine operatör, onun tekrar buz dolu küvete dönmesini ve orada ambulansı beklemesini söylüyor. Hastanede yapılan incelemeden sonra, onun 2 böbreğinin çalınmış olduğu anlaşılıyor. Her böbrek karaborsada 10.000 dolar ediyor (gencin bundan haberi yok tabii). Daha sonra anlaşıldığına göre ikinci parti tamamen sahte, bu işe karışan insanların çok iyi tıbbi bilgileri var ve verilen uyuşturucu eğlence amacını içermiyor. Şu anda bu genç hastanede, onu yaşamda tutan bir alete bağlanmış durumda ve hâlâ dokularına uygun bir böbrek bekliyor. Bu mafya çok iyi örgütlenmiş ve finanse edilmiş durumda, profesyonellerle çalışıyor. Büyük şehirlerde aktif durumda ve görünüşe göre en çok New Orleans, New York ve bir söylentiye göre İstanbul ve Ankara'da da faaliyet gösteriyor. 112, bu suçu artık tanıdığından dolayı, kişileri hemen aynaya yönlendirerek, olayın boyutunu anlamaya çalışıyor. Hukuk Fakültesi'nde okuyan bir arkadaşımdan dün bir çay muhabbeti esnasında bunu dinledim: Arkadaşı Sultanahmet civarında bir çay bahçesinde oturuyormuş. Bir çay söylemiş. Yan masaya iki adam oturmuş ve onlar da çay söylemişler. Çaylar gelmiş, çayı 2 adama uzatan garsona, adamlar "yok" demişler "delikanlıya ver, daha önce geldi kendisi". Delikanlıyla "yok, siz için" vs. gibisinden ufak şakalaşmalar olmuş. Çaylar yudumlanırken 2 adam yedikleri bisküvilerden delikanlıya uzatıp "buyurun, alın" demişler. Delikanlı da kıramamış ve birkaç tane alıp yemiş. Daha sonra otobüsüne binmek için oradan kalkmış. Otobüse bineceği sırada uykusu gelmeye başlamış, etrafına baktığında çay bahçesindeki adamların kendisini izlediğini farketmiş ve telaşa kapılmış. Çoğu kimsenin bildiği, Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden birinin de anlattığı bir 911 vakası aklına gelmiş: Böbrekleri çalınan bir kız. Her neyse... Hemen kendisini alması için arkadaşına telefon etmiş. Arkadaşı gelmiş ve hastaneye gitmişler. Doktorun sözleri: Eğer eve gitmiş olsaydın bir daha uyanamazdın. Çünkü sana verilen uyku ilacı dozajı öldürücü düzeyde!"
Not: Hasan Celal Güzel'in hapisten çıkışında yanında olmak için Ankara'ya gitmiştim. Nevzat Yalçıntaş hocamız "Ayaş'a beraber gidelim" demiş ve onun arabasıyla gitmiştik. Yalçıntaş hocamız dönüşte beni annesinin evine götürmüştü. Lebibe anne, 90 yaşındaydı ama 50-60 yaşındaki birçok insandan daha dinçti. Hele o tatlı dili. Öyle bir şiir okuyuşu vardı ki onu dinlerken heyecanlanmamanız mümkün değildi. Hayat dolu bir Anadolu anasıydı. Çay, kahve, yemek, meyve ve güleryüz-tatlı söz sonunda hayır dua. Lebibe annenin geçen hafta vefat ettiğini bir gün sonra öğrendim. Cenazesine katılamadığım için hakikaten üzüldüm. Nevzat Yalçıntaş hocamıza ve yakınlarına sabr-ı cemil, merhumeye rahmeti-i vasia diliyorum. Mekanı cennet olsun.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |