T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Küçük hikayemizden büyük dersler!

Dün İstanbul'da Üsküdar 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde hâkim önündeydik. Kimler mi? "Mehmet oğlu Emine'den olma" Ali Bulaç, "Kevorg oğlu Ostans'dan olma" Etyen Mahcupyan ve "Hacı Süleyman oğlu Meliha'dan olma" yazarınız...

Her üçümüze de isnad edilen suç, "Devletin Askeri Kuvvetlerini Alenen Tahkir ve Tezyif etmek"di. Yani TCK'nın ünlü 159/1 maddesine göre düzenlenmiş bir iddianame.

"Her üç sanık" da, geçen yılın beşinci ayının üçünde, STV'de yayınlanan "Düşünce Ekseni" adlı programda söylediklerinden dolayı yargılanıyordu.

Neyse... İkinci duruşmada dosya kapandı, beraat ettik.

Beraat etmesine beraat ettik ama, isterseniz sadece iki duruşma süren bu yargılanma sürecini biraz yakından gözden geçirelim:

Herşeyden önce, Üsküdar "2. Ağır Ceza Mahkemesi"nin çalıştığı "Duruşma Salonu"nun kapısında asılı duran ve dünkü tarihi taşıyan "Duruşma Listesi"ne bir göz atalım. "Duruşma Listesi"nde yer alan davalar konularına göre şöyle sıralanmıştı:

"Şartlı tehdit", "Rüşvet verme", "Alıkoymak", "Görevi kötüye kullanmak", "Kasten öldürmek", "Adam öldürmek", "Gasp", "Gaspa teşebbüs", "Devletin askeri kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif etmek", "Gasp", "Adam öldürmek"...

Etyen, dünkü duruşmada bulunamadığından, Ali ile birlikte, aramıza avukat Şadi Çarsancaklı'yı da alarak "Duruşma Listesi"ni gülümseyerek gözden geçirdik... "Liste"nin durumu gülümsenmeyecek gibi değildi. "Gasp", "Adam öldürme", "Rüşvet" filan diye sürüp giden listede "Devletin askeri kuvvetlerini..." gibi bir dava konusunun ne işi vardı? "Medeni" bir ülkenin bir vatandaşına başka hiçbir laf etmeden sadece bu "Liste"yi göstermek bile, tek başına, "Türk Adaleti"nin niteliği hakkında yeterince bilgi verici değil midir? "Gasp", "katil", "rüşvet" sanıklarının arasında sadece iki laf ettikleri için suçlanan insanların ne işi vardı? Bir ülkenin "Ağır Ceza Mahkemeleri"nde birbirleriyle bu derece ilgisi olmayan suçlar ve sanıklar bir araya gelebilir mi?

Küçük hikayemizde dikkatimi çeken ikinci husus, "İddianame"nin özensizliğiydi. Hepsi hepsi 21 satır tutan bu "İddianame"nin aşağı yukarı17 satırı bizim suç teşkil ettiği iddia edilen sözlerimizden oluşuyordu. 1.5 saat süren bir programdan 17 satırlık bir bölüm. Tamam, diyelim ki bu da olabilir; 1.5 saat içinde öyle bir laf etmiş olabilirsiniz ki, tek başına sizi Ağır Ceza'ya götürebilir... Fakat işin ilginç yanı, "İddianame"de bu 17 satırda yer alan birbirinden bağımsız üç farklı "konuşma"nın kimler tarafından yapıldığı da belirtilmemişti! Yani birinci "konuşma" kime, ikinci ve üçüncü "konuşma" kime ait, kim tarafından yapılmış, meçhuldü... Şimdi siz söyleyin, böyle "İddianame" olur mu? Biz, yani Etyen, Ali ve ben, herbirimiz ayrı ayrı birer "gerçek şahıs" değil miydik? Tabii ki öyleyiz; nitekim "İddianame"de bizleri sırasıyla "Ostans", "Emine" ve "Meliha"dan "olma" olarak kabul etmemiş miydi? Bizler, yani Kevorg, Mehmet ve Hacı Süleyman oğulları "Düşünce Ekseni" adlı programda "tek bir ağızdan" konuşmamıştık ki! Üçümüz de aynı milletin birer ferdi olsak da, biz sık sık "tek bir ağız"la konuşması gerektiği hatırlatılan "Millet" değildik ki...

Hikayemizde bana önemli gelen bir diğer husus da, "Bilirkişi" meselesi oldu. Mahkeme heyeti ilk duruşmada, konuşmalarımızın "suç" teşkil edip etmediğine karar vermesi için bir "Bilirkişi" atadı. (Yeri değil ama hatırladım: "Bilirkişi" denince, siz de benim gibi, medyanın artık "Hocaların hocası" mertebesine yükselttiği Ord. Prof. Sulhi Dönmezer'i mi hatırlıyorsunuz? Uzun yıllar 141-142 ve 163'üncü maddelerin tartışılmaz "Bilirkişi"si olan "Hocaların hocası" acaba toplam kaç yuvayı "bilmiştir" dersiniz?) Peki niçin "Bilirkişi"; büyük ihtimalle üniversiteden olacak olan bu kişi neyi bilecekti? Ortada uzmanlık gerektiren (ne bileyim, mesela mühendislik ya da diyelim tıp bilgisi gerektiren) bir dava olmadığına göre, Ağır Ceza Hâkimliği'ne kadar yükselmiş üç hâkim önlerine gelen üç cümlenin suç teşkil edip etmediğine karar veremez miydi? Bu (hem de) kıdemli hâkimler bu konu hakkında da karar veremeyeceklerse, neye karar vereceklerdi? Neyse... "Bilirkişi"miz makul bir insanmış; konuşmalarımızda "eleştiri" sınırını aşmadığımızı bildirmiş. Mahkeme heyeti de bu fikre katılınca sonuç "beraat" olarak çıktı. İyi güzel de, şimdi bizi kim yargıladı?

Küçük hikayemizi kapatmadan, hikayenin "küçük" bir sayfasına da değineceğim. Benim gibi siz de biliyorsunuz ki, yazarların ve konuşmacıların 312 ya da 159'dan başları sıkıştığında, duruşmalarda ilgili gazete ve televizyonun avukatları hemen her zaman hazırdır. Peki ya bizim davada durum nasıldı? Konuşmalarımızın yayınlandığı STV'nin ilgisi ne düzeydeydi? Ne düzeyde olacak, ilginin "i"si yoktu ki "düzeyi" olsun! Ne televizyon kanalının avukatını gördük, ne de kanalın yöneticinin filan bir telefonunu... STV, besbelli ki, "Aman benden uzak dursunlar da ne olursa olsun!" havalardaydı... Bizim açımızdan önemli değil tabii, ama insan "basın ahlakı" açısından üzülmüyor değil... Yoksa düpedüz "ahlak açısından" mı deseydim!


9 Nisan 2002
Salı
 
KÜRŞAD BUMİN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED