T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Suriye "şaka"sı !

Türkiye Yazarlar Birliği'nin düzenlediği bir gezi dolayısıyla geçen hafta Suriye'deydik. Üç gün süren Suriye gezimiz, geziye katılan herkesi şaşırttı. Üç gün boyunca kısa bir Halep, Şam, Hama ve Humus turu yaptık. Bu kısacık tur bile, herkese tastamam bir "gerçek şakası" yapmış, bir şok yaşatmıştı. Türkiye'den çıkmadan önce kafamızda varolan Suriye imgesi ile, bizzat gördüğümüz, tanık olduğumuz Suriye gerçeği'nin birbiriyle taban tabana zıt bir görünüm arzetmesi, hepimizi şaşırtmıştı.

Daha Suriye'nin Bab al-Hawa sınır kapısından içeri giriş yaptığımız andan itibaren başladı yaşadığımız şok: Türkiye'nin Cilvegöz sınır kapısı ile Suriye'nin Bab al-Hawa sınır kapısı arasındaki fark, Suriye hakkındaki düşüncelerimizi gözden geçirmeye zorladı bizi. Suriye sınır kapısı, Cilvegöz'den çok daha temiz, çok daha bakımlı ve çok daha anlam yüklü bir görünüm arzediyordu: Cilvegöz, Türkiye'nin Osmanlı sonrası yaşadığı savrulmuşluk, anafora tutulmuşluk, sipsivri ortada kalmışlık halini ve durumunu simgelerken, Bab al-Hawa sınır kapısı, bakımlılığı, düzenliliği ve rasyonel mimari organizasyonu ile Suriye'nin bir kültür ve medeniyete ait olduğunu açıkça ifade ve temsil ediyordu.

Asıl büyük "gerçek şakası"nı veya şoku, Halep'e girdiğimizde yaşadık. Biz, Türkiye'de yoğun propaganda bombardımanına tutulduğumuz için Suriye hakkındaki düşüncelerimiz son derece olumsuz/du. Ama daha Halep'ten itibaren ne kadar yanıldığımızı ve önyargılı olduğumuzu gördük ve halimize hayıflandık.

"Halimize hayıflandık" diyorum; çünkü özellikle Halep ve Şam, gerek kent planlamacılığı açısından son derece düzenliydi; gerekse mimari açıdan -eski ve yeni- tüm binalar, İslam mimarisinin ruhunu, rahatlığını, sadeliğini, renk harmonisini çok iyi yansıtıyordu. Kentlerin mimari organizasyonunda da, gündelik hayatta da Türkiye'dekine benzer bir şizofreniye, bir savrulmuşluk haline rastlayamadık. Gezdiğimiz dört Suriye kentinde de canlı, cıvıl cıvıl bir hayat vardı: Bizdeki gibi "tükenme"nin, sığlaşma'nın, güdükleşmenin, savrulmanın, nevzuhurluğun bir başka adı olan arabesk de; sulusepken dünyevileşmenin, romantikleşmenin, melankolinin, hayattan kaçışın adı olan eurobesk de zuhur etmemişti Suriye'de.

Bunların dışında Suriye'de tanık olduğum, iki fenomen benim açımdan oldukça öğretici ve düşündürücü oldu. Birincisi, o ürkütücü Hama katliamına rağmen veya belki de bu yüzden, din-devlet ilişkilerinde rahatlığın ve sükunetin hükümferma olması ve sıcaktan kasıp kavrulan bir ülkede çıplaklık kültürüne rastlanılmaması. İkincisi de, bir yandan entelektüel ve kültürel hayatın canlılığı ve düzeyliliği; öte yandan da sosyalist veya liberal aydınların bile sosyalist veya liberal bir söylem geliştirirken İslam kültürünü, düşüncesini ve medeniyetini gözardı etmeden, hatta kimi durumlarda kalkış noktası olarak alarak işe koyulmaları.

Tastamam gulyabanileri, hilkat garibelerini andıran, kafalarını kuma gömmeyi marifet sanan, "silah"larını topluma, toplumun dinamiklerine yönelten nevzuhur bir elitler ve aydınlar "esnaf"ının hakim olduğu Türkiye ile karşılaştırılınca bu iki fenomen, beni hem şaşırttı hem de heyecanlandırdı: Bir yandan sokaktaki insanlarla konuştuğumda, öte yandansa Halep'te ve Şam'da topladığım 40 küsur civarında birinci sınıf dergiyi keşfe koyulduğumda vardığım sonuçlar benim heyecanlanmam ve şok yaşamam için yeterli oldu.

Sonraki yazıda yaptığım gözlem ve keşifleri, yaşadığım heyecanı ve "gerçek şakası"nı sizlerle paylaşacağım. Ve küreselleşmenin ikinci raundunun neden ve nasıl Müslümanlar'ın lehine sonuçlanabileceğini göstermeye çalışacağım.

Uzunca bir süre Batı'da yaşadım ve dolaştım. Suriye gezisi benim İslam dünyasına yaptığım ilk gezi oldu. Böyle bir fırsatı uzun zamandır kolluyordum.

Suriye gezisinin yaptığı "gerçek şakası"nın bana öğrettiği çok önemli bir şey var. Benim bu sütunda sık sık altını çizdiğim bir şey bu: Türkiye'de feci bir yıkım ve tahribat yapıldığı ve bu yıkım ve tahribatın bizim dışımızdakilerce değil, kendi elitlerimizce gerçekleştirildiği; yani Türkiye'nin kendi-kendini sömürgeleştirmek için var gücüyle çaba gösterdiği ve kendi imkanlarını, sözlerini, iddialarını, hafızasını, dinamiklerini bile isteye yoksaydığı ve bunun da kaçınılmaz olarak devletle toplum arasında onulmaz, iflah olmaz, deli-saçması bir gerilim ve kavga ürettiği ve bu durumun Türkiye'yi hem iç dinamiklerimize, hem de dünyaya kapattığı gerçeği.


11 Haziran 2001
Pazartesi
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED