|
|
İnsan haklarında adımlar geri gidiyor
Dünya genelindeki son gelişmeler, 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Teşkilatı tarafından ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin yıldönümünü vesilesiyle gündeme gelen insan hakları konusunun ne kadar kırılgan, naif ve sorunlu olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Hem Batı'da, hem de Batı dışı dünyada siyasi tartışma gündeminin en başında insan hakları konusunun ve bu alandaki ihlallerin olduğu bir gerçek. Mevcut iktidar ilişkilerine ve uygulamalarına karşı yürütülen muhalefetin merkezinde insan hakları sorunu yatıyor. İnsan hakları alanındaki ihlaller, muhalefet faaliyetinin nerede ise esasını oluşturuyor. Herkes insan hakları üzerinden iktidar politikalarına karşı mücadele veriyor, iktidarın eylemlerini sınırlandırmaya çalışıyor, özgürlük alanını biraz daha genişletmeye gayret gösteriyor. Bu mücadelede önemli bir mesafenin alındığı söylense de bazı olağanüstü gelişmeler nerede ise tüm elde edilenleri alıp götürüyor, bunca yılda kazanılanları bir anda yok ediyor ve her şeyi sil baştan haline getiriyor. 11 Eylül'de Amerika Birleşik Devletleri'nde gerçekleşen terör saldırılarının ardından başlayan süreçte yaşananlara bakıldığında insan hakları konusunun ne kadar ince bir denge noktasında oturduğu ve beklenmedik bir gelişme ile nasıl tarihsel reflekslerin bir anda gündeme geldiğini hep birlikte görmekteyiz. Demek ki insan hakları konusu, Batı dünyasında bile yeteri kadar kurumsallaşmış, güçlü koruyucu mekanizmalarla tahkim edilmiş ve Batı insanının, özellikle de iktidar sahiplerinin zihin dünyasında gereği kadarıyla yer etmiş bir konu değilmiş. Bir anda hiç olmadık yerlere dönüldü ve insan hakları konusunun öncelikle insan için değil Batılı insan için; yani beyaz, Hıristiyan, kuzeyli ve Batılı insan için düşünülen bir değer olduğu kendini ele verdi. Devlet ve insan hakları...
Bireyin sadece insan olmasıyla birlikte kazandığı ve başka herhangi bir şartın gerekmediği, insanın en yüce bir ahlaki değer olarak benimsenmesiyle ortaya çıkan insan haklarının öncelikle devlete karşı savunulması, muhatabının devlet olması bu alandaki sorunun temelini oluşturuyor. Devlete karşı tek taraflı haklar olması, öncelikle devletin bu hakları tanımasını gerektiriyor. Devlet eğer insan haklarını, bir hak olarak tanımazsa sorun bu noktada başlıyor. Elbette ki devletin bu hakları tanıması sorunu çözmek için yeterli değil; buna bağlı olarak ikinci merhalede bu hakların kullanımına karışmaması gerekiyor. Bir adım ötede bunları koruması da zorunludur. Zira devletin yani siyasal iktidarın en temel işlevi yurttaşların haklarını kullanacakları bir ortam oluşturması, başkalarının müdahalelerden korumasıdır. Bazılarına göre bunlar da yeterli değil bazı haklar için devletin temin ve tedarik etmesi de gerekmektedir. Bizde ve bizim gibi toplumlarda insan haklarının temel sorun teşkil etmesinin özünde ne var, diye düşündüğümüzde ben iki ayrı gelişmenin olduğunu düşünüyorum. Bunlardan biri insan haklarını bireyin sadece insan olmasıyla kazandığı haklar olarak değil devletin yurttaşlarına lütfettiği haklar olarak görülmesidir. Diğeri ise insan haklarının olmazsa olmaz şartlarından olan her bireyin insan olarak başkalarıyla eşit değerde olduğunun kabul edilmemesidir. Bireylerin insan olarak değeri onların eylemleri, kişilikleri ve en önemlisi iktidar ve devlet karşısındaki duruşlarıyla birlikte değerlendiriliyor. 1930'da yayınlanmış bir resmi çalışmadan yaptığım şu alıntı işin özünü yeteri kadar açıklamaktadır: "Devlet, herkesin haklarını ve vazifelerini tayin eder; hiç kimse tayin edilen hudut haricinde bir hak iddia edemez. Bunun gibi, kendisi de fazla hiç bir vazife ile mükellef tutulamaz..." (A. Afeninan, Medeni Bilgiler, TTK Yayınları, Ankara 1988, s.83) Burada devletin herkesin haklarını veren ve bireylerin de kendilerine verilenlerin dışında başka bir hak iddia edemez durumunda gösterilmesi dikkat çekicidir. Oysa ki insan hakları, devlet tarafından verilen haklar değil bireyin sadece insan olmasıyla kazandığı haklar olup devlete düşen bunları tanıması, karışmaması ve korumasıdır. Diğer sorunlu alansa kişilerin insan olarak eşit kabul edilmesi noktasında görülüyor. Bireyleri insan olarak eşit değerde görmüyor onların değerini ve haklarını belli davranışlar, ödevler ve kişilik özellikleriyle birlikte düşünüyoruz. Bireyin davranışları, kişilik özellikleri ve sonradan edindikleri sosyal nitelikleri devreye girince değerleri de değişiyor. Bugünlerde ABD ve Avrupa'da Arap, Türk, Müslüman, siyah, Asyalı, Afrikalı, Ortadoğulu, esmer gibi özellikler taşıyan insanların potansiyel terörist olarak hiçbir hukuka bağlı kalmaksızın tutuklanmaları, aylardır tutuklu tutulmaları, işkence edilmeleri vb. uygulamalar kişilerin insan olarak nasıl eşit görülmediğinin çok açık kanıtıdır. Batı insanının nerede ise genlerine kadar sinmiş olan "beyaz insanın medenileştirici misyonu"nun kolonyalizm dönemine özgü olmadığı bir kez daha ortay çıkmış oluyor. İnsan hakları naif, kırılgan ve sorunlu bir alan. Maalesef sadece biz değil tüm dünya geri gidiyor. İnsan merkezci düşünmeyince bir adım daha ileriye gitmemiz mümkün değil.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |