|
|
Gözaltında 17 saat
Haliç caddesinde, arkadaşlarla oturmuş, bir taraftan çay içiyor, bir taraftan şurdan burdan laflıyoruz. Birileri yaklaştı. "Bizimle geliyorsunuz!" "Siz kimsiniz?" "Polis... Gayrettepe'ye gidiyoruz. Hakkınızda tutuklama kararı var." "Nedir mesele?" "Bilmiyoruz, gidince öğrenirsiniz!" İyi, gidelim öyleyse. Gittik. Ve bu sütun, dün, bu nedenle boş kaldı. Gittik gitmesine de... Yegâne günahı, vakti zamanında bir yazı yazmak ve mahkemeye düşmek olan bir adamı (bir yazarı, bir gazeteciyi, Çetin Altan'ın söyleyişiyle bir "yazı adamı"nı), mahkemenin çağrısına zamanında cevap veremediği için (işin hastalık boyutu var, seyahat var, postadaki gecikmeler var, ihmal var) tutuklayıp, içinde envai çeşit haşeratın kol gezdiği bir mahbeste, üstelik son derece sağlıksız koşullarda tam 17 saat (yazıyla onyedi) ayakta dikilmeye memur etmek de ne oluyor? Sigara içmek zinhar yasak. "Neden bu yasak?" sorumuza verilen cevap şu: "Kendinizi yakmayasınız diye..." Çay hakketire. Çay ve sigara, ancak, koca koridoru yıkayıp paspaslamak karşılığında "ödül" olarak veriliyor ki, moda deyimle ben almamayı, "alana da mani olmamayı" tercih ediyorum. Uyumak mümkün değil. Volta atıyorsun bir tek. Ter ve nefes kokularına, beş gün önce "patladığı" söylenen lağımın rayihası (!) karışıyor. Sıcak ve nem ha keza. "Burayı mahsus tamir etmiyorlar abi" diyor karşılıksız çekten düşmüş bir tutuklu, "Maksat, eziyet olsun..." Uyumak istiyorsan, görevli memurun, "Beyler, bu battaniyelerde her çeşit mikrop ve bakteri mevcuttur, ona göre ha..." diye takdim ettiği, battaniyeden başka herşeye benzeyen o garip çulu altına yaymak zorundasın. Bu durumda değil uyumak, oturmak dahi kabil değil; yanında yörende hamamböcekleri, sümüksü yaratıklar kol geziyor. 17 saatin sonunda, "Hadi mahkemeye" çağrısı... Öğlenden sonra duruşma... Derken, "Hadi geçmiş olsun, serbestsin..." Sevinemiyor insan. "Asayiş" konusundaki titizliğine yakından tanık olduğumuz İstanbul Emniyet Müdürü Sayın Hasan Özdemir, acaba şu tutukevi ve nezarethanelerdeki "ikamet" ve "barınma" (konusuyla) düzeniyle de yakından ilgilenir mi, ilgilenmeyi düşünür mü? Mahkemeye giderken, görevli memurlardan biri, arabada, Üzeyir Garih cinayetinin çözüldüğünü söyledi "müjde" verir gibi. Gözleri parlıyordu. "Sen gazetecisin, dönünce bunu yaz. Bu polisin zaferidir de... Artık elimizi kolumuzu bağlamasınlar. Bize biraz güvensinler. Yaz bunları lütfen." diyordu. Konuştuğum diğer memurlar da, işin içine MOSSAD'ın karıştırılmasından, hele yabancı bir servise Türkiye'de çalışma ve araştırma izni verilmiş olmasından dolayı buruktular. Niçin Emniyet ve MİT değil de, MOSSAD? "Niçin olduğunu ben de bilmiyorum!" dedim. İşin tuhafı, Başbakan da bilmiyor. Nitekim, Ecevit, önceki gün yaptığı acıklamada, "MOSSAD'ı kimin davet ettiğini bilmiyorum" dedi. 17 saatlik zorunlu misafirliğin bana öğrettikleri: Birincisi, "Sen sen ol, sakın içeri düşme hemşerim..." İkincisi, bir ülkede Başbakan'ın "bilmiyorum" dediği birtakım tuhaf şeyler oluyorsa, bu, o ülkenin çöküş vetiresini idrak ettiği ve bu konuda "sonun başlangıcı"nı yaşadığı anlamına gelir/gelmektedir...
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |