Türkiye'nin birikimi... | ||
|
Bugün kapalıyız...Yorgunluk, bıkkınlık, ilkbahar sendromu... Canınız yazı yazmak istemeyince ne yaparsınız? Dönüp, eski defterleri kurcalarsınız; "müflis tüccar" örneğinde olduğu gibi. Kaç gündür çok yorgunum ve canım yazı yazmak istemiyor. Dolayısıyla, bugün kapalıyız... "Köşe" niyetine, bugün, fakirin, "Yol Kültürü" dergisi için yazılmış İstanbul güzellemesini okuyacaksınız. İdare ediverin artık... Bu, benim, hem bir dergiye yetiştirmek üzere alelacele çırpıştırdığım, hem de İstanbul'a, İstanbul dendiğinde "ilk elde" akla gelmeyen, gelmeyecek olanlara ilişkin ilk yazım. İstanbul bir ihtilaçtır... Hele, bu satırların yazarı gibi, ömrünün büyük bölümünü taşraya yazgılı olarak tüketmişseniz; bu tutkuyu "ihtilaç"tan başka bir sözcükle açıklayamazsınız. Gözlerimi İstanbul'a 1981 yılının o uğursuz ilkbaharında açtım. İlk izlenim, ilk dokunuş, ilk ürperiş... Seyyar satıcıların, sucuların, karaborsa biletçilerin, işportacıların, üç atış yirmibeşçilerin, simitçilerin, köftecilerin, kokoreççilerin, "gurbet" kavramını pekiştiren otobüslerin, ille de otobüs simsarlarının gürültülü, kaotik, ömür törpüsü İstanbul'unda yaşadığım o ilk yıl... O semt senin bu semt benim dolaşıp durmaktan, gazetelerin "iş ilanı" sayfalarını okumaktan, neredeyse çaldığım her kapıdan yüzgeri edilmekten yorgun düşüp realiteye teslim olduğum yıl. Boğaziçi'ni bir yıl sonra keşfedebildim. Adalar'a, kim bilir kaç yıl sonra, bir arkadaşımın zoruyla gidebildim. Bağdat Caddesi, ürpertici canlılığıyla kafamdaki İstanbul imajını bir kez daha yerle bir etti. Siyah-beyaz, çoğu zaman kahverengiye dubleks çekilmiş Yeşilçam filmlerindeki İstanbul'u her defasında boş yere arayıp durdum. Sarıyer Börekçisi'ne gittiğim gün, koltuğumun altında artık Refik Halit Karay'ın "Minelbab İlelmihrab"ı... İstanbul'dan çıkışının, zoraki çıkarılışının öyküsünü anlatıyordu Karay. Peki, Pera? Pera, Armstrong'un benzetmesiyle "Bir ur, bir yaraydı"; orada, kitapların yazdığı gibi hüzünlü aşklar, kösnül tutkular değil, müthiş bir aşağılanmışlık hissediyordu insan. Sınıfsal konumumun farkına, ilk Pera'da vardım. Pera, sonra sonra benim için, Şişhane'den Aynalıçeşme Caddesi'ne yürüdüğüm, iki yanı devasa bloklarla, asırlık binalarla çevrili bir sokak eskisine dönüşecekti. "Aziz İstanbul"u keşfettiğimde, artık kazık kadar adamdım İstanbul'da tutunmaya çalışmanın "görünür de görünmez" yükümlülükleri vardı. Bütün yoksul hemşehrilerim gibi, ben de günde iki kez, sur dışının kıyısını işgal etmiş kara kalabalıklara mecbur oldum. Minübüs kuyruklarında kavga ettim. Bıçak çektim. Yumruk yedim. Yedi yıl boyunca, Topkapı'dan Bahçelievler'e, Bahçelievler'den Topkapı'ya, o namütenahi yolculuğa katlandım. Sabahları sarımsak, geceleri anason salgılayan aksırıklı, geğirtili, ter kokulu hemşehrilerimle "bir ve beraber" olmanın kıvancını yaşadım. Alıştığımız Topkapı'yı tarihten silen "imar ıslah" çalışmalarına ise hiç üzülmedim. Simitçilerin, kokoreççilerin, hıyarcıların, karaborsa bilet satıcılarının mekan tuttuğu yerde, şimdi, "modern"le "geleneksel olan"ı buluşturan çok katlı, çok amaçlı, karmaşık, girift geçitler yükseliyor; Topkapı'yı Davutpaşa'ya, Zeytinburnu'nu Edirnekapı'ya bağlayan yollar, yollar, yollar... O mide kaldıran görüntülerden kurtulunca, kendi kimliğini, eskilerin deyimiyle, "aslî hüviyetini" kazandı şehir. Topkapı, gerçek anlamıyla Topkapı oldu. Ne çok ağaç varmış burada... İlk gördüğümde çok şaşırmıştım. Servilerin, mazıların, kestane ağaçlarının, asırlık çınarların çevrelediği ve bize sürekli "ölüm"ü, "mukadder son"u hatırlatan mezarlıklar... Bir mezarlıklar şehridir İstanbul. Ölümle hayat içiçedir burada... 1981 yılının o uğursuz ilkbaharında yalnız, umarsız, acemi bir seyyah gibi dokunduğum şehir, şimdi hayatın ve ölümün gizlerini sunuyor; ürperiyorum...
akekec@yenisafak.com
|
|
Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim |
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV |
|