Toplumla kaynaşmak
İlk yazımı, her an içerisinde olduğumuz; fakat bir türlü onunla kaynaşamadığımız insanımıza tahsis etmeyi uygun buldum.
Böylece değerli okuyucu ile, bu çerçevede bir düşünce ortamına girmiş olacağımı düşünüyorum.
Toplumu ile kaynaşmak, her ferdin hem görevi ve hem de kaçınılmaz bir meşgalesidir. Çünkü hayatı, çevremizdeki insanlar ile birlikte yaşıyoruz.
Sevinçleri onlarla birlikte paylaşıyor; üzüntüleri beraberce göğüslüyoruz. Bu beraberlik, öncelikle aynı inanç ve kültürü paylaşan insanların sağduyusundan gelen bir beraberlik. Hiçbir menfaat ve faydanın katkısı olmaksızın yeşeren ve gelişen bir duygu.
Peki ya bu beraberliğin gerektirdiği ilişki ve olaylara karşı alınacak tavırların kararı... İşte konu bu noktaya gelince, insanımızdan ayrı düşmüş olduğumuzu görüyor, ayrılığın ızdırabı ve yalnızlığı ile baş başa kalıyoruz.
Aynı coğrafya, aynı şehir ve hatta aynı sokağın insanları olan bizleri, fiziki olarak bu kadar yakın iken, ayrı tutan nedir?. Gün geçtikçe genel hayat alanından, özel alana doğru kaçışın mantığını kavramak ve bunu kendimize açıkça ifade etmemiz gerekiyor.
Sosyoloji, ahlak ve yurttaşlık bilgisi (şimdilerde vatandaşlık) ders kitaplarının toplum tanımlarında bir hususu hatırlar gibiyim: "tasada ve sevinçte ortak insanlar". Öte yanda Peygamberimiz'in çok değerli, sözlerinden biri: "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" Bütün bunlar, acaba kimleri tasvir ediyor ve hangi dünyanın "sosyal sorumluluğu"nu anlatıyordu.. Bu tür kapsamlı sözler ve alışkanlıklar, tarih içerisinde gerçekleşen bir yaşama anlayışının bizde oluşturduğu kanaatler değil midir?.
Ama, yaşayışımızın çözülen yapısı, bu tür düşünce ve kanaatlerin de etkisini azaltıyor.
Galiba bazı önemli niteliklerimizi yitirdik. Bu yüzden de kendi eksenimiz çevresindekileri farkedebiliyor; dışında kalanları anlamakta güçlük çekiyoruz. Bencilce bir faydacılık içinde, yakınımızdaki insanların ızdıraplarını hissedemiyor, çaresizliklerine yardım elini uzatamıyoruz.
Bize katkısı olmayan kişi ve gruplar gözümüze çirkin geliyor. Durmadan istiyor, bekliyor fakat; kendimizden hiç "vermek" istemiyoruz.
Aslında toplum mutsuz iken, mutlu olmanın; mağdur iken, zengin olmanın; sıkıntılı iken, rahat olmanın hiçbir değeri yoktur. İnsanoğlu; mutluluğu, imkânı ve rahatlığı ancak başkalarıyla birlikte elde ettiği zaman rahatlar ve mutluluğun zevkine tam olarak varabilir.
Toplumun düşünen insanları, toplumla birlikte düşünme, onlarla yaşama ve bunalımdan çıkış yollarını onların içinde bulmak zorundadırlar.
Dünyanın hiçbir yerinde, toplumları hareketlendiren, onların desteğini kazanan ve toplumu refaha götüren hiçbir çalışma, topluma ve toplumsal şartlara rağmen yapılmamıştır.
Sosyal hayat, her çözümü kendi tabii yapısı içerisinde barındırmaktadır. Kendi insanımız ile birlikte olunmadan hiçbir sosyal gerçek tam olarak kavranamıyacak; hiçbir çözüm yolu, gerçek desteğine kavuşamıyacaktır.
Sokakta, mahallede, markette, camide, kahvehanede gördüğümüz insan; bizim insanımızdır. Eksikleri yetersizlikleri ve zenginlikleriyle.
O sürekli kendine yön verecek, ve izahını yapamadığı problemleri çözebilecek aydın insanları beklemektedir. Ümitleri azaldığında da, kendi içine kapanarak; çevresinde örülen suni duvarları, "değişmez bir kader" gibi kabul ederek büyük bir zavallılığı yaşamaktadır.
Aydın insanlar; toplumun merkezinde ve insanın içinde olup; onun cehaletini, saflığını, samimiyetini ve sakarlığını gözlemleyerek "toplumsal bir denge"nin sistemini kuracaklardır.
Yoksa; bir toplumun kendiliğinden zorlukların üstesinden geldiği nerede görülmüştür.
7 KASIM 2000
|