YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Yazarlar

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan
Spor'dan
Bilişim'den

  Arşivden Arama

  I Explorer Kullanıcıları, TIKLAYIN.

 

Baki Efendi der ki

Bugün 7 Kasım ya, duvardaki takvim yapraklarına bakılırsa, Osmanlı'da uzun yıllar "sultanu'ş-şuara", yani "şairlerin sultanı" unvanını taşımış olan Baki Efendi'nin 400. ölüm yıldönümü. Fakat, takvim yapraklarına değil de, uzman bilgisine, meselâ Mehmet Çavuşoğlu'nun İslâm Ansiklopedisi'nde yer alan Baki maddesine başvurursanız şairimizin ölüm tarihinin 7 Nisan 1600 olduğunu görürsünüz. İki tarih arasındaki 6 aylık farkın bir şekilde giderilmesini "doğru bilgi" adına talep etmeliyiz. Kimden mi? Tabii ki ilgililerden.

Bu arada, geçen temmuz ayından beri, zihnimin bir köşesinde duran bir "yanlış yorum" üzerinde de durmak istiyorum. Aylık edebiyat dergisi Hece'nin Temmuz sayısında Mehmet Can Doğan, "sultanü'ş-şuara" unvanından söz ederken, sanki terimi "şairu's-sultan" yani "sultanın şairi" gibi algıladığını göstermiş ve böyle bir sıfatı taşıyan şairin, kendisine bu unvanı veren yere (sultana?) kulak verdiğini yazmıştı. Belleğim beni yanıltmıyorsa, "şairler sultanı"nın bir çeşit saray soytarısı ya da işbirlikçi olduğundan dem vurmuştu. Oysa "şairlerin sultanı" ile "sultan(lar)ın şairi" arasındaki fark, kartal ile karga arasındaki farktan daha büyüktür. Hiçbir sultanın gücü, herhangi bir şairin adını "kalıcı" kılmaya yetmemiştir, yetmeyecektir.

Baki'nin şiiri bende bir çeşit plastik güzellik etkisi uyandırmıştır. Zekâsını ve ustalığını hissetmiş ve bu hissedişte sanki içtenliği zedeleyen bir pürüz, bir tumturak bulmuşumdur. Oysa Fuzuli'nin şiirlerinde zekâ ve ustalık, aşkın coşkun ateşinde erimiş gibidir.

Baki Efendi, sonbaharı anlattığı bir kasidesine şöyle başlamış:

Gülşene altun varaklar zeyn edüp bâd-ı hazan

Gûyyâ zerkûplar dükkânı oldu gülsitan

Sonbahar rüzgârı, gül bahçesini altın yapraklarla süslemiş, böylece o gül bahçesi sanki kuyumcu dükkânı olmuştur.

Şiirin devamında yağmur, gümüş tel olur; bulut, gümüş işleyen bir usta, şimşek kınından çıkmış bir kılıç... Çınarın, erguvanın dalı, yaprağı çeşitli benzetmelerle sergilenir. Altının gümüşün yanına yakut, lâl, zümrüt katılır. Bu arada şöyle hikmetli bir öğüt çıkıverir karşınıza:

Saltanat tâcın giyen âlemde mağrur olmasun

Nice sultan börkün almıştır beğim bâd-ı hazan

Evet, bu böyledir; hazan rüzgârı, sultanların taçlarını da, börklerini de başlarından almıştır ve bundan sonra da alacaktır amma kasidenin sunulduğu kişinin görüşleri, önerileri, uyarıları, zaman bahçesine egemen/bahçıvan olursa, sonsuza dek aynı rüzgârın afetinden korunmak mümkün olacaktır:

Âfet-i bâd-ı hazandan tâ ebed mahfuz olur

Bâğ-ı dehre hüsn-i tedbîrin olursa bağban

Çelişki yok. Hazan yelinin taçları devirmesi âfet değil çünkü, nimet!


7 KASIM 2000


Kağıda basmak için tıklayın.

 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...